Aldatan Çok da; İFLÂH OLAN YOK!

Ahmet ZİYLAN

Sene 1958. Yirmi üç yaşındaydım. Askerden yeni gelmiştim. Ismarlama ayakkabı yaparak geçimimizi sağlıyorduk. İşler pek tatlı değil. Ödeyen oluyor, ödemeyen oluyor. Bayrama yakın günler, babamın arkadaşının kardeşi, benden on beş yaş kadar büyük Bahattin DERTLİ adında biri geldi. Bir oğluna, bir kızına ayakkabı sipariş etti. Biri 33, diğeri 30 liradan 63 lira tutuyor. Âdetimiz kaparo alırız, onu da almadık.

“–Veririz.” dedi. Arife günü ise geldi dedi ki:

“–Ben ayakkabı almaya geldim ama, param yok. Almayacaktım, gelmeyecektim. Gelmesem ayakkabı dükkânda kalacak, bizim çocuklar da ayakkabısız kalacak. Ayakkabı dükkânda kalacağına bayramdan sonra gelip alsam ne olacak sanki? Çocukların ayağında durmayla ne olacak? Sen şu ayakkabıları ver çocuklara, giysinler. Bayramdan sonra parasını getireyim.”

Ben de düşündüm; dediği mantıklı. Dükkânda durup da ne olacak, zaten onlara yapmışım;

“–İyi bayramdan sonra getirirsin. Çocuklar da giysinler.” dedim.

Verdik. Bayramdan sonra on gün geçti, bir ay geçti, iki ay geçti, beş ay geçti. Yok, para gelmiyor. Bir ara gittik bulduk kendisini;

“–Ahmet Ağa hele biraz sabret.” dedi.

Bir-iki ay sonra yine erteledi bizi:

“–Veririk Ahmet Ağa veririk sabret hele, elimiz biraz dar…”

“–Yahu sen hemen bayramdan sonra getirecektin. Ama kaç ay geçti.” Lâf anlatmak mümkün değil.

Bir gün baktım ki bu adam, babamın oturduğu kahvede oturuyor. Babama dedim ki:

“Baba senin şu arkadaşının kardeşi var ya, Kazancı Mahmut’un kardeşi Bahattin. Onda 63 lira alacağımız var. Sen de o da aynı kahvede oturuyorsunuz. Her gördükçe ondan iste. Üç lira mı verir, beş lira mı verir, on lira mı verir, al. Eksilsin yani. Paramızı hiç değilse öyle öyle tahsil edelim.”

Biz babamızın yanında çok sessizdik. Babalar ciddî ve otoriter olurdu. Evlâtlar babalarının yanında öyle espri filân yapamaz, fazla konuşmaz, para isteyemezdi. Şimdiki çocuklar öyle değil. Hattâ bir de babalarına sitem ediyorlar; «Para vermedin.» diye.

Aradan birkaç hafta geçti. Akşamüstü saat 4-5 suları eve geldim. Babam da o sırada kahveden geldi. Ben boş bulundum, yanlış anlaşılma ihtimalini düşünemeden sordum:

“–Baba, bu Bahattin’den hiç para alabildin mi? İstedin mi? Vermiyorsun da hani…”

Bu lâf babamın tersine geldi. Sanki almış da vermiyormuş gibi sorgulanmak ağırına gitti. Benim aklımda, gönlümde öyle bir şey yok. Ama söz yanlış anlaşılmaya müsait! Öfkelendi. Dedi ki:

“–Ulan, bu çeşit adamlara veriyorsun ayakkabıyı, sonra paranı alamıyorsun. Babana havale ediyorsun. Benim başımı belâya mı sokacaksın? Kaç defa istedim. Adam; «Veririk, veririk…» deyip duruyor. Terbiyesiz, bir gün öfkeleneceğim, kavga edeceğim. Sen gözü yastı mısın? Paranı almasını bilmiyor musun? Kendi paranı… Nasıl verdinse öyle al!”

«Gözü yastı» korkak demek. Babam; «Bir daha kendi işini havale etme!» diye sert çıkmıştı ama, beni iyice tahrik etmişti. Yerimde duramadım. Önce aşağıdaki kilere daldım. Kesici bir âlet, bıçak filân arıyorum. Adamla kavga edeceğim ya! Sonra kendi kendime;

“Yahu bıçağa filân lüzum yok. Ben kavga edersem bunu döverim, gücüm yeter. Ben gencim, o benden yaşlı, cüssesi de benden büyük değil.” dedim. Bıraktım ve gittim kahveye.

Kahveye vardım, sekiz-on kişi çevrilmiş oturuyorlar. Bana borcunu ödemeyen Bahattin de orada. Gittim, omzuna dokundum;

“–Bahattin Ağa, beş dakika dışarıya gelebilir misin?” dedim. Herkesin içinde kavga etmek olmaz. Dışarı çıkardım. Kahvenin önünde de biraz kalabalık var. Kahvenin karşısında, yolun karşısında bir tamirhane var, tamirhanenin duvarı çok sakin, oradan kimse geçmez.

“–Şu karşıya geçelim.” dedim.

“–Olur, Ahmet Ağa.” dedi.

Oraya gittik. Dedim ki:

“–Bugün ben çok öfkeli geldim. Allah ya sana verir. Ya bana verir.”

“–Anladım, benimle kavga etmeye geldin.” dedi.

“–Evet. Ne kadar paran varsa bugün paramı vereceksin. Hiç çıkar yolu yok!”

Ben çok öfkeliyim. Bir kıvılcım yetecek. Fakat adam sakin sakin başladı konuşmaya:

“–Anladım, benimle kavga etmeye geldin. Sen alacaklısın, ben borçluyum. Sen haklısın, ben haksızım. Elimi kaldırırsam elim kırılsın. Elim bağlı, başım öne eğik, beni dövebildiğin kadar döv. Çünkü haklısın. Sözümde durmadım. Hattâ istersen öldür. Elimi kaldırırsam elim kırılsın.”

“–Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm!”

Adamın böyle alttan alması, yelkenleri suya indirmesi karşısında ben de biraz sakinleştim, yumuşadım. Dedim ki;

“–Hele cebinde ne varsa çıkar!”

Ne çıkarsa; on, yirmi lira ne bulsam alacağım, aylar sonra gönlümü ferahlatacağım. Fakat adam;

“–Cebimde hiç para yok, olsa da zaten sana vermem.” demesin mi!.. Gürledim:

“–Ne diyorsun ulan. Hem yok diyorsun, hem de olsa da vermem diyorsun. Demek olsa da vermeyeceksin. Daha hâlâ söylediklerimi anlamadın mı?”

“–Anladım. Anladım ama sabahtan evden çıkarken hanım;

«Evde ekmek yok. Hiçbir şey yok. Eve gelirken ekmek getir. Ekmek getirmezsen gelme!» dedi. Benim bugün eve ekmek götürmem lâzımdı. Üç-dört saattir Allâh’a yalvarıyorum:

«Yâ Rabbi, kimden para istesem de eve ekmek götürsem!» diyorum. Param olsa eve ekmek götürürüm, sana vermem.” dedi.

İş tersine dönmüştü. Başta ben emeğinin karşılığını alamamış, kandırılmış mağdur esnaf iken; şimdi karşımda evine ekmek götüremeyen adam mağdur, ben onun boğazına sarılan anlayışsız alacaklı durumuna düşmüştüm. Cebimden on lira çıkardım, verdim;

“–Al şunu da evine ekmek götür!”

O zaman işin hikmetini idrak edememiştim. Zaman zaman;

«Bir evlât böyle tahrik edilir mi?!. Ya başım belâya girseydi!..» şeklinde değerlendirmiştim. Hâlbuki bütün hâdiseleri Cenâb-ı Allah takdir ediyor. Her şeye hâkim. Beni babamın tahrik edişi ve benim oraya gidişim, benim ona ekmek parası götürmem içinmiş. Öfkeyle gittim, ekmek parası verdim. O alacak hiçbir zaman gelmedi. Fakat ben de bin defa helâl ettim, ediyorum.

Bir başka aldanma hikâyem de 25-26 yaşlarımdan. Birkaç kez iş kurup kapattıktan sonra o sıralar bir adamın yanında kalfalık yapıyorduk. Büyük bir iş sahibi. Bizim gibi 7-8 tane kalfa çalıştırıyor. Hepsi de benim gibi tecrübeli kalfalar. Birbirimizi iyi tanıyoruz. Oraya girerken kendi kendime, hiç kimseye nasihat etmeyeceğime dair söz verdim. Yani kimseye akıl vermeyeceğim. Çünkü adama; «Akıllı olsan sen yapardın!» demezler mi?

O zamanki kazancımız haftada 150 lira civarında. O zaman bir memur ayda 150 lira civarında para alıyor zaten. Yani kazancımız iyi.

Bu arkadaşlardan biri dedi ki:

“–Ben, bir elbise diktireceğim.”

“–İyi, hayırlı olsun, nasıl diktireceksin?”

“–350 liraya…”

“–Nasıl olacak?”

“–50 lirasını peşin vereceğim, 50 lirasını da alırken vereceğim. 250 lira borç kalacak. 250 lira borcu da beş haftada 50, 50 ödeyeceğim.”

“–Pekâlâ, peşin olursa kaça oluyor bu?”

“–250 lira.”

“–Sen deli misin? Bir ay vade için 1 lira fark verilir mi?”

Kendimi tutamadım, yine akıl veriyorum. Adam sordu:

“–Ne yapayım?”

“–Elbiseyi bir hafta sonra alırsın. Eder üç haftadan yüz elli lira. Ne kaldı: 1 lira. 50 lira da ben sana borç veririm. Adam 2 lirayı aldıktan sonra, kalan 50 lirayı bir hafta sonra vermeni kabul eder. Yüz lira fazla para ödememiş olursun.”

Adam durdu, düşündü;

“–Çok doğru. Senin dediğin gibi yapalım.” dedi. Öyle yaptık. Adam elbiseyi aldı. Fakat ne benim 50 liramı verdi. Ne o terzinin kalan 50 lirasını verdi.

“Veririz Ahmet Ağa veririz, veririz Ahmet Ağa…” diye diye atlattı gitti. Adamın 350 liraya almak istemesinin sebebini sonradan anladım. Vermeye niyeti yokmuş ki zaten. Bizim teklifle terzinin parasının bir kısmı kurtulmuş oldu. Bizim söylediğimiz hoşuna gitti ama yine de karakterini oynadı.

Adı Ali DÖŞEMECİ idi. Sonradan Almanya’ya gitti. Orada da iflâh olmadı.

Bu hâdiseleri niçin anlattım?

Ömrüm boyunca bu ve benzeri pek çok hâdise yaşadım. Hep kandırılan, aldatılan ben oldum. Bazen soruyorum;

“Bu kadar kandırıldım da buraya nasıl geldim? Eğer kandırılmayla müşkül duruma düşmek söz konusu olsaydı, ben yerin dibinde olmalıydım.” Fakat elhamdülillâh bize bir şey olmadı.

Demek ki, herkes aldatıyor, herkes dolandırıyor, demek ki piyasanın kuralı bu, böyle yapmak lâzım, gibi yanlışlara asla düşmemeli. Ticaretin, insanlığın, müslümanlığın kuralı her zaman dürüstlük…

Kandıranların, dolandıranların bize hiçbir zararı olmadı. Amma uzun vadede gördük ki kandıranların hiçbiri iflâh olmadı. Sûretâ biraz işleri rayında gitmiş, köşeyi dönmüş gibi olur, sonra çok daha kötü duruma düşerler. Yılların tecrübesinde biz bunu gördük:

Bizi aldatan çok oldu; ama iflâh olan olmadı.

İnsanları aldatanlar; akrep, yılan, çıyan gibi zehirli mahlûkata benzerler. Dikkat edilirse onlar başkalarına zarar verirler ama kendileri de sürekli yerlerde sürünür. Asla ayağa kalkamazlar.

Ayrıca büyüklerin söylediği gibi:

“Kandırılmayı da bilmek lâzım.”

Kimin için, ne için kandırılacağımızı bilmemiz lâzım.

Ve tabiî ki, asıl kananın, kandırılanın kim olduğunu da iyi idrak etmek lâzım.

İbretli bir hikâye anlatırlar. Bir adam gidiyormuş. Yolda bir çiftçiye selâm vermiş:

“–Selâmün aleyküm!”

“–Aleyküm selâm, nereye gidiyorsun?”

“–Yem alacağım, şu tarafta bir bakkal varmış. Oraya gidiyorum.”

“–Öyle mi? Yalnız dikkat et; o bakkal, adamı kandırır. Haberin olsun!”

“–Beni kandıramaz!”

“–Ben söylemiş olayım da…”

Adam bakkala gitmiş. Sormuş:

“–Yemin kilosu kaça?”

“–Şu fiyat…”

“–İyi, bana on kilo ver.”

Bakkal oturduğu yerden kalkmamış. Eliyle göstererek;

“–Şurada çiftte bir yer var. Orada terazi de var. Torbana on kilo koy, tart. Geçerken de bana parasını ver ve git.” demiş.

Adam denilen yere gitmiş, torbasına yemi doldurup tartmış, on kilo olduktan sonra bakmış, bakkal uzakta, bakan-gören de yok. İki-üç kürek daha koymuş. Geçerken de on kilo, diyerek parasını vermiş. Çekmiş gitmiş. Bakkalı kandırmış yani. Geçerken yine aynı çiftçiyi görmüş;

“–Selâmün aleyküm!”

“–Aleyküm selâm! Aldın mı?”

“–Aldım, aldım da sen; «Bakkal, adamı kandırır.» diyordun. Ne kandırması, adam ayakta uyuyor, bir şeyden haberi yok. Ben üç-beş kilo fazla aldım, rûhu bile duymadı.”

Çiftçi, adamın yüzüne acıyarak bakmış;

“–Ben seni uyarmadım mı dikkat et, diye. Bak seni de kandırmış.” demiş.

Kandıran kim, kanan kim?

İyi düşünmek lâzım.

Dünyada üç kuruş eden o yem, âhirette onu haksız şekilde alana çok pahalıya mal olmayacak mı? O hakkı ödemek için, belki büyük emeklerle yaptığı sâlih amellerini verecek yahut adamın günahını yüklenecek…

Bir daha düşünelim:

Kim kimi kandırmış? Adam mı? Bakkal mı?

Kur’ân-ı Kerim’de; «Teg?bün» diye bir sûre var. Allah kıyâmet gününe, teg?bün, yani aldanma günü diyor. Aldandığının farkına varma günü. Asıl aldanan kimmiş, onu görme günü. Neyi neyle değiştirdiğini görüp, pişmanlıklar içinde yanma günü…

Âhiret inancı, îman zayıf olunca, hep aldattım, sanıyorlar. Hâlbuki aldanıyorlar. Haberleri yok. Kimi aldatıyorsun? «Kimse beni görmez!» deme! Biri seni görüyor. Melekler yazıyor. Uzuvların şahitlik için kayda alıyor. Onun için kimseyi aldatmaya kalkmamalı.

İnsanın bir insanı, müşterisini, mal sahibini aldatmak şöyle dursun; aldatmayı aklından, gönlünden bile geçirmemesi lâzım. İnsan ne yaparsa kendine…

Âhiret yurdu karşısında bu dünya ne ki?

Âhiret nimetleri karşısında bu dünyada elde edilecek, geçici bir menfaatin hükmü ne ki?

Âhiretteki ceza karşısında dünyada çekilebilecek en büyük mihnet, en büyük dert ne ki?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi’nin sık sık sohbetlerinde hatırlattığı gibi, dünya ile âhiret arasında tercih yapmak icap ettiğinde dünyayı tercih etmek; deryayı bırakıp damlaya talip olmak kadar büyük bir hamâkattir, yani ahmaklıktır. İnsan bu dünyada değilse öbür tarafta bu ahmaklığının farkına varır. Aldanışından uyanır. Fakat bu uyanma çok geç olmuş olur, faydasız olur.

Allah gerçek aldanıştan muhafaza buyursun.

Sadece âhiret değil, dünya hayatında muvaffakiyet için de dürüstlük şarttır. Kandırmak, dolandırmak insana dünya kazancını da getirmez. Bunun için tekrar söyleyelim:

Aldatan çok da iflâh olan yok!..

İnsanları aldatanlar; akrep, yılan, çıyan gibi zehirli mahlûkata benzerler. Dikkat edilirse onlar başkalarına zarar verirler ama kendileri de sürekli yerlerde sürünür. Asla ayağa kalkamazlar.

Âhiret yurdu karşısında bu dünya ne ki? Âhiret nimetleri karşısında bu dünyada elde edilecek, geçici bir menfaatin hükmü ne ki? Âhiretteki ceza karşısında dünyada çekilebilecek en büyük mihnet, en büyük dert ne ki?