NASIL BİR GELECEK?

M. Ali EŞMELİ

Herhangi bir zamanda, herhangi bir yol üzerinde:
–Beyim, nereden gelir nereye gidersin?
–Çekil kenara!
–Kızma beyim, merak ettim!
–Bunca işimin arasında sana hesap mı vereceğim? Yıkıl karşımdan!
–Hesap filân sormadım beyim, sadece nereden gelir nereye gidersin, dedim. O kadar!
–Seni ne ilgilendirir ey dilenci? Nereye gittiğimden sana ne? Her şey bitti de bunun sorgu-sualiyle mi uğraşacağım? Çekil bakalım yolumdan!
–Çok tafralısın beyim! Fazla cakalısın! Gurur ve kibrinden de geçilmiyor! Ne diye o kadar tepeden tepeden bakıyorsun?
–Bre densiz dilenci! Çekil dedim yolumdan, yoksa şimdi kırbacı yersin!
–Ensen kalın, atın güçlü, kesen dolu. Karşında da canını sıkan eski elbiseli bir fakir yaya. Dilenci gördüğün bir garip. O hakaret yüklü sözlerinin ve hor bakışının sebebi bu mu?
–Hâlâ konuşuyorsun? Ne lâf anlamaz adamsın sen! Görmüyor musun işim acele!
–Ne kadar acele?
–Hey gidi münasebetsiz! Sabrım iyice taşıyor; yıkıl kenara!
–Efendi efendi! Sen beni hiç duymadın mı?
–Senin neyini duyayım?
–Ben kimim biliyor musun?
–Kimsen kimsin, be herif! Yetti artık!
–Dur hele kibirli adam; nefsine aldanıp da kendine o kadar güvenme! Birazdan bütün tafraların başına yıkılacak!
–Sen hâlâ…
–Ey fânî! Çok ileri gittin. Nereden bileceksin ki, ben Azrâil’im!
–Azrâil mi? Olamaz! O böyle mi gelir? Kılıksız bir dilenci gibi mi?
–Her türlü gelir. Orası Allâh’ın bileceği…
–Eyvah!
–Betin benzin çabuk attı.
–Eyvah! Aman!
–Faydası yok!
–Elini-ayağını öpeyim ey Azrâil, azıcık mühlet!
–Ne diye?
–Ailemle helâlleşmek, ahbaplarla vedalaşmak için…
–Duymadın mı? Ecel ne bir saat ileri ne de bir saat geri…
–Duydum ama kerem et!
–Ey arsız fânî! Artık buna ne vakit ne de imkân var. Üstelik benim işlerim de hem çok, hem de acele! Daha nice canlar alacağım…
–?!…
Az evvel;
Mükemmel bir at sırtında caka satan, mağrur edâlarla davranan ve elindeki fânî imkânlara sırt dayayarak muhatabını hor-hakir gören bir ahmak adam…
Az sonra;
Cansız bir vaziyette yere yuvarlandı.
Toprağa düşerken yerdeki bir taş, onun kafasına öyle bir vurdu ki, perişan rûhu, azap içinde kıvrandı:
–Keşke daha önce kafama dank etseydi!
Artık ne onca işi vardı gözünde, ne acelesi, ne atı, ne plânları. Gölge bir âlemden gerçek bir âleme hazırlıksız ve bedbaht bir şekilde geçişin perişanlığı ve pişmanlığı, âhı ve eyvâhı vardı sadece…
***
Bir başka herhangi bir zamanda ve herhangi bir yol üzerinde:
–Efendi, nereden gelir nereye gidersin?
–Allah’tan yine Allâh’a…
–Rabbe mi yolculuk?
–Başka mümkün mü? Başka bir geliş-gidiş var mı?
–Beni tanıyor musun?
–Hayır.
–Ben, can alıcı meleğim, Azrâil’im…
–Elhamdülillâh! Demek vuslat vaktim geldi. Zaten bütün ömrümü bu âna göre yaşamaya gayret etmiştim.
–Acele etme kardeş, hele yakınlarınla bir helâlleş!
–O vazifem tamam. Sabah hepsiyle helâlleşip evden çıktım.
–Peki, abdestli misin?
–Hamd olsun!
–Öyleyse buyur secdeye! En yakınlık makamında seni Hakk’a kavuşturayım…
O sâlih kulun yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi. Dünyada iken daha önce tatmadığı bir güzelliğin hazzı ve huzuru içinde ebedî âleme; «Bismillâh» dedi.
İşte;
Dün, bugün ve yarından ibaret olan hayat gerçeğinde geçmiş ile gelecek arasında yaşanan iki farklı gerçek!
İki farklı gidiş.
İki farklı gelecek.
İki farklı âlem.
İki farklı varış.
İki farklı karşılık…
Biri hüsran, diğeri ebedî kurtuluş…
Biri belâ gecesi, diğeri şeb-i arus/düğün gecesi…
Biri ölüm, diğeri ebedî doğuş…
Her ikisinin de insan hayatında o kadar örnekleri var ki! İkisi de o kadar kez yaşanmış ve yaşanıyor ki!
Ancak mârifet, şairin dediği gibi:
O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrâil’e; «Hoş geldin!» diyebilmekte hüner… (NFK)
Hüner bu ama…
Fânî hayatın telâşları, kaygıları, hevesleri, istekleri, ihtiyaçları vesair gerekçelere mağlûp olan insanoğlu, onları geleceğinin önüne bin boyalı maske gibi koyuyor, ya da kalın kalın perdeler hâlinde çekiyor. Öyle ki bir müddet sonra, «gelecek»i değil, gelecek adına sadece o maskelerin ve perdelerin üzerinde kendi oluşturduğu gölge ve hayalleri «istikbal» olarak görüyor, onlara odaklanıyor. Hem de canhıraş bir şekilde. Kavga-gürültüler ederek. Perdenin arkasını gösterecek aynaları parçalayarak. Îkaz ve işaretlere sağır kesilerek.
Günü değerlendirirken içinde daima;
Varsa yoksa o maskedekiler, o kalın perde üzerinde kendi oluşturduğu hayaller, vehimler, endişeler. Hepsinde de;
«–Geleceğimi karartamam!» bahanesi…
Ne zaman;
Maskenin ve perdenin ötesine göre günü en güzel şekilde doğru değerlendirmek meselesi gündeme gelse, hemen o maskelere parmak dikerek ve o perdelerdeki gölgelerin oynayışını göstererek;
«–Bak şu yarınlara! O günler gelince perişan mı olayım?» mazereti ve tepkisi…
Ya da;
«–Yarını garantiye almazsam, günü kurtarmanın bir anlamı yok!» lâkırdıları…
Çoğu da bazen oldukça hayırlı ve sâfiyâne yaklaşımlarla dolu.
Fakat;
Yarınlar gelip de maskeler düşünce ve perdeler de kalkınca;
“–Evyahlar olsun! Nereden bilirdim böyle olacağını? Zannetmiştim ki…” şeklinde esefler…
Ya da en kısa ifadesiyle;
“–Nasıl da yanılmışım! Âh vaktinde anlayabilseydim!..” tarzında pişmanlıklar…
Âciz insan işte;
Gelecek sanılanlar gelmemiş, gelmeyecek sanılanlar gelmiş olunca, başka ne diyebilir?
Vaktinde idrâk etmeli.
Öyle canlı idrâk etmeli ki, hayat rotamızı yanıltan fânî gelecek maskeleri ve perdeleri baktığımız an yanıp kül olsun.
Aksi hâlde;
Küçük de olsak, büyük de olsak, hep bu sıkıntının ortasında boğulup gideriz. Yanlıştan yanlışa düşeriz. Kâh eğitim adına, kâh iş adına, kâh arkadaşlık adına, kâh ortam adına, kâh makam-mevki adına, kâh para-pul adına, kâh şu veya bu adına hatalı bir gelecek anlayışı içerisinde kendimize de yazık ederiz, başkalarına da, vatana ve memlekete de, bugünlere de, yarınlara da.
Bu meyanda;
Hepsinden arzu edilen cevabı alamasak da;
Bir çocuğun, bir gencin, bir yaşlının ve bir de ölmüşün «gelecek fikri»ni inceleyelim. Göreceğiz ki:
Dünyaya kendisini kaptıran insanlar, hakikî geleceğe, ecelin kapısında bile;
«Nasılsa gelmeyecek!» gözüyle bakıyor.
Böyle olunca da ne deseniz nafile!
Çünkü onlarda;
«Gelecek nedir?» meselesi, bulanık.
Bu mefhum, yarınları olumlu etkileyecek diğer mühim mefhumlar gibi nefsâniyetin keyfi nasıl isterse öyle anlaşılma gibi oynak bir yaklaşımın zebunu olmuş.
Üstelik doğru anlaşılması için her gün nice ihtar alârmları çalarken…
Gün geçmiyor ki haberlerde duymayalım:
–Tam evlendiği gün çiçeği burnunda iki genç trafik kazasında hayatını kaybetti;
–Birincilikle şu şu başarıları elde etti, ödül almaya giderken acı bir kazaya kurban gitti;
–Tam işlerini yoluna koydu, safâsını sürecekken kalp krizi geçirdi, kurtarılamadı;
–Emekliliğin tadını tam çıkaracaktı ki, ömrü vefâ etmedi…
Böyle uzayıp giden daha nice acı gerçekler, hazin müşahedeler… Çoğu da hiç düşünülmeyen, fakat hayatımızı mutlaka kuşatan kader tecellîleri…
İnsanların sürekli kaçtığı hususlar… Hem de «geleceği garanti altına almak» adına kaçtığı hakikatler…
Lâkin;
Geleceği, ondan kaçmak gibi bir yaklaşımla kim garanti altına alabilmiş? Ona sırt dönerek kim kurtulabilmiş? Onu görmezden gelerek kim gözden kaçabilmiş?
Hiç kimse!
Üstelik;
Ona karşı âmâ/kör olanlar hakikî geleceğin pençesine her bakımdan bin beter ve bedbaht bir vaziyette düşmüşler.
Görmemişler;
Kocaman hâdiselerin temelinde bazen küçücük bir sebep yatar.
Hastanelere gidin, inceleyin;
Onca ölümcül fâcianın sebebi, ya bir anlık gaflet, ya azıcık bir ihmal, ya basit bir dikkatsizliktir sadece. Hiçbirinde öyle koca koca sebepler yoktur. Ufacık bir zerre, âdeta incir çekirdeği kadar bir şey yüzündendir çoğu. Meselâ direksiyonda bir saniye dalgınlık hatası yüzünden elli kişi ölmüştür de herkes feryat eder: «Be kardeşim bir saniye dalgınlık yahu! Yoksa hiçbir şey olmayacak. Niye dikkat etmezsin be adam?» Ya da bir anlık dünyayı bir anlık gaflet, çıkar ve rehâvet yüzünden günahla, yalanla, isyanla, rezillikle ziyan eden bir kimsenin ânî ölümünde; «Yazık oldu, aslında iyi olabilecek bir insandı, ama yazık ki yanlışa bir daldı, bir daha çıkamadı. Hâlbuki.. Aaah, ah!» derler.
Bunları her gün ya duyuyoruz, ya görüyoruz. Peki, niye tam ibret alamıyoruz?
Çünkü;
Umumiyetle yarınlara / geleceklere göre değil, dün olacak günlere göre yaşıyoruz. Ailede de, sokaklarda da, eğitim müesseselerinde de, iş hayatında da. Dünyevîliğin baskın olduğu bir yapı ile sokakların tesiri altına giren eğitim ortamları; yarında mı, dünde mi olur? Var mı olur, kayıp mı?
Uyanmalı:
Ey dün olacak günlere tâlip,
Mahşer gelecek her güne gālip!
(Seyrî)
Dünlere talip yaşamak, dünya sirkülasyonunda insanı cezbediyor tabiî.
Çünkü o zaman;
Nefsimiz ve şeytan bize nice gerçeklerden muafmışız hissini üflüyor daima…
Dikkat edin:
Hastalara bakarken biz sağlamsak, hasta olmayacağız zannediyoruz. Düşmemişsek, düşmeyeceğiz zannediyoruz. Gülüyorsak, ağlamayacağız zannediyoruz. Biliyorsak, başımıza gelmeyecek zannediyoruz.
Zannediyoruz ama…
Takdir kalemi, kupkuru zanlara göre işlemiyor.
O zanları, acı acı insanoğlunun yüzüne çarpıyor.
Hele aşırı gidenlere tam bir sille-i gazap olarak tecellî ediyor.
İşte Firavun’un hâli!
Ahmak adam, ömrü boyunca dişi hiç ağrımadı diye nefsindeki tanrı zannına ve iddiasına dört elle sarıldı…
Ya sonra!
Malûm.
Kızıldeniz’de bir-iki yudumluk pençe, boğazını tıkadı ve onu, kızıl suların midesine yem etti… Ne tanrılık kaldı ne de ağrımayan diş! Ne iddia kaldı, ne gurur-kibir!..
Sadece;
Son anda ucundan yakalamaya çalışsa da ilâhî fırsatı kaçırdığı için, îman ipine sarılmaya kirli nefesi yetmeyen rezil bir rûhun perişan bir cesedi kaldı…
Ne umdu, ne elde etti?
Neyi hedefledi, ne buldu?
Nasıl bir gelecek tasarladı, nasıl bir gelecekle karşılaştı?
Onun gözünü ışıldatan fânî/gel-geç istikbal, kalbini kör ettiğinden ebedî/sonsuz istikbâli görmesine engel olunca başına neler geldi!
Bir daha telâfisi imkânsız, ne berbat bir âkıbete dûçâr oldu!
Sırf; «Dünyam cennet olsun, bu yeter!» düşüncesi, âhiretini cehennem eyledi!
Belli ki o;
«Nasıl bir gelecek?» diye ebedî yarını hakkında hiç düşünmedi.
Tahta geçmeden önce eğitim gördüğü anlarda hiç düşünmedi.
Kral olunca da hiç düşünmedi gerçek geleceğini.
Düşünmeyince de;
Kral oldu ama kul olamadı.
Hükümdar oldu, ama adam olamadı.
Olamadığı için;
Gerçek yarından habersizce sadece fâniye yönelik bir gelecek kaygısı taşıdı ve yaşadığı ânın hakikat ve mânâsına karşı da tam bir gafil olarak yaşadı.
İdrâk edemedi ki;
Gelecek mutlaka gelir, ama ne getirir bu önemli.
Geceler neye gebedir, gündüzler ne doğuracaktır?
Yine idrâk edemedi ki;
Geçen nasıl geçiyorsa gelecek de ona göre olur. Ona göre yansımalar/neticeler getirir.
Yani;
Ekim-dikimsiz geçen günün gecesi bahar da olsa yarını asla meyveli olmaz! Aynı şekilde ekim-dikimle geçen bir günün de gecesi kış bile olsa, yarını meyvelerle dolu bir bahar demektir.
Bu gerçeği görmeli.
Deverânı anlamalı.
«Böyle gelmiş, böyle gider!» şeklinde bir mantıkla değil; «Hep böyle gitmez, gün gelir devran döner! Geldinse mutlaka gidersin! Hiçbir şey aynı kalmaz. Rutinler birden bozulur. Netice: Bir varmış bir yokmuş…» gerçeğiyle idrâki kullanmalı ve ona göre hayatı tanzim etmeli…
Çünkü;
Birden…
Ansızın…
Beklenmedik bir anda…
Belirsiz bir saatte ve mekânda…
Birdenbire…
Neler oluyor, neler olmuyor şu dünyada!
Depremler, kasırgalar… Tsunamiler, hortumlar, yanardağlar… Savaşlar, trafik kazaları vesaire…
Hâsılı;
Küçük kıyâmet daima kopuyor.
Ecel kapısı dolup dolup boşalıyor durmadan…
Ecel…
İnsanın geleceğe gidişinde dünyaya göre son durak, âhirete göre ilk durak…
O hâlde;
«Nasıl bir gelecek?» derdi; «Nasıl bir gidiş?» şeklinde kendini göstermeli önce.
Zira;
Nasıl gidiyorsak, gelecek öyle…
Geleceği umursayan, nasıl gittiğini mutlaka umursar. Umursamayan da, gelecekten bîhaber olarak hüsrana çarpar, çarpılır.
Ebedî hüsrana.
Öyleyse;
Gelecek yolculuğunda gidişimizi oluşturan hangi davranış, ahlâk, inanç, rota, hissiyat ve aşk ile dolu isek, onların uygulamaları birer birer geçip arkada bıraktığımız dünlerde mâzî oluyor görünse de, onlara asla «geçmiş» olarak bakamayız.
Yani;
Hiçbir yaptığımız hakkında;
«Geçen geçti!» diyemeyiz.
Onlar;
Ne kadar geçse de, yarın bir bir karşımıza gelecek…
Dolayısıyla;
«Nasılsa geçmişe gömüyoruz!» zannederek hata ve günahlara, kötülük ve rezaletlere dalmak gibi bir fikre kapılmak, gafletlerin ve ahmaklığın en büyüğü.
Çünkü;
Geçmişe gömdüklerimizin tamamı, o artık mâzî dediğimiz ne varsa, aslında bizim için en ince teferruâtına kadar âşikâr ve mutlak bir gelecek… En müthiş gelecek…
Hem de yaptıklarımız itibarıyla;
«En küçük zerresine kadar» sırrı ile büyük bir gelecek…
Âyette buyurulduğu üzere:
“Her kim; zerre kadar olsun hayırlı bir amel yapmışsa, onun da karşılığını görecektir; zerre kadar olsun şer işlemişse, onun da karşılığını görecektir…” (ez-Zilzâl, 7-8)
Buna göre;
Gelecek ne?
Ekileni biçme zamanı…
Öyleyse;
Geçirdiği yaz; kış vakti gelince, ağustos böceğinin karşısına başka; karıncanın karşısına başka çıkacak…
Öyleyse;
Ey eğitimciler,
Hocalar,
Talebeler,
Anneler-babalar,
Evlâtlar,
Rehberler,
İdareciler,
Ne ekeceğimizi düşünüp tartışırken, dertli dertli kararlar verirken ne biçildiğine; ama gelecekte, gerçek istikbalde ne biçildiğine dikkati ihmal etmemeli!
Sonradan akıl başa gelir, ama kâr etmez!
Çöle girişte yanına bolca su alıp da yola çıkanlar ile almadan çıkanların hâli bir mi? Elbette değil. Çünkü çölle yüzleştikten sonra su tedarik etmeye kalkışanın bütün telâfi imkânı, malûm:
Sadece serap!..
Gelecekte seraplarla harap olmak istemiyorsak;
Tedarik zamanı şimdi!
Tam şimdi!
Bu ay gölgesi üzerimize düşen Ramazân-ı şerif mevsimi de en güzel fırsat!
Unutmamalı ki;
Ömrünü Ramazân-ı şerifteki rahmet, bereket ve af tohumlarını ekmekle geçirenin geleceği, sonsuz bayram meyvelerini cennette toplamak olacaktır.
Ama;
Ağustos böceğinin borazancılığı ile geçirenlerin geleceği de nefretî makamlı âh u eyvah sesleri ile cehennem zakkumu lokmalamak olacaktır…
Her iki gelecek de kapımızda.
Herkes kendisine bir daha sorsun:
«Nasıl bir gelecek?»
Ve;
İstediği geleceği seçsin!..
Seçsin ve unutmasın;
Yanlış seçim yapanlar;
Yüzleşmeden önce geleceğe karşı müdânâsız, ilgisiz, umursamaz, hattâ tepkili, hattâ kavgalı ve saldırgandır. Hattâ kimi zaman da;
Suçlayıcı, reddedici, kötüleyici, öfkeli, tükürüklü ve küfürcüdür.
Fakat yüzleşince…
Eyvah üstüne eyvah!
Son derece ilgili, aşırı bir şekilde umursayıcı, mûnis, barışık, övücü, yalvarıcı ve el öpücüdür… Af dileyicidir. Pişmanlıklar arz eder. Kendine kızar, nefsine tükürür. Yöneldiği fânî geleceğe karşı da tamamen nefretle dolmuştur.
Ama ne çare!
Fakat onun bu hâli ardındakilere anlatır ki:
Seçtiği ve aradığı istikbal, onda tatmin ve memnuniyet değil, nefret ve huzursuzluk meydana getiren bir gelecek çıkmıştır. Kendi çapı da aslında gerçek geleceği seçecek bir kabiliyettedir. Fakat yanıldığı nokta, bâkî olan geleceğin özelliklerini fânî olanda sanmasından ibarettir.
Yani;
Fânî geleceğe yönelenlerin bile aradıkları özelliklere mercek tutarsak, temelinde gerçek geleceğin alâmetleri göze çarpar.
Bu meyanda;
Gelecek hakkında genel beklentilerimizi de dikkate alarak onun vasıfları hakkında şunlar en öne çıkan özellikler:
• Geçmişte yapılan güzelliklerin mükâfatına ulaştırmalı,
• Geçmişteki çileleri huzur ve sürûra dönüştürmeli,
• Tedirginlik değil emniyet içinde yaşatmalı,
• Nimet ve rahmete gark etmeli,
• Sevilenlerle beraberliğe erdirmeli,
• Bayram tattırmalı,
• Devamlı olmalı…
İçinde yaşadığımız dünya ortamında bunları kalıcı bir şekilde bulmak ne mümkün. Ancak hakikî geleceğin bağrında hepsine ulaşabiliriz. Tabiî gidiş şeklimize göre. Bunun için de;
Gidişimizde şu vasıfların gerekliliği ortaya çıkmıyor mu:
• Çirkinlikleri terk, amel-i sâlihlere / güzel davranışlara rağbet,
• Dünya ahvâline sabır, hayat boyu doğruluk ve istikamette sebat,
• Hakk’a tam teslîmiyet ve vefâ,
• İmkânın en üst seviyesinde hayır-hasenat ve hizmet,
• Allâh’a ve Hazret-i Peygamber’e muhabbet ve hicret,
• Ömrün tamamında Ramazân-ı şerif hassâsiyeti,
• Fânîliğe ve fânîlere değil, sonsuzluğa ve sonsuz olana râm oluş…
Şimdi;
Tekrar soralım:
• Nasıl bir gidiş?
• Nasıl bir gelecek?