AİLE VE MAHALLE

Sadettin KAPLAN sadettinkaplan@gmail.com

Aile…

Gürûhu «millet» yapan o mübârek birliğin en küçük topluluğuna verilen ad…

Mahalle ise, «aileler»in bir arada ve güvenle yaşadıkları ortamın adı…

Elimde Cemal KUTAY’ın; «Bilinmeyen Tarihimiz» adlı, okurken düşüncemizin elinden tutup bir yerlere, oradan da daha ötelere götüren kıymetli bir kitap var. 1974 yılında basılmış…

Bir asrı zorlayan uzun ömrünü, özellikle şahidi olduğu yakın tarihimizi incelemekle geçiren ve bu bilgileri çok önemli tesbitlerle birlikte, yüzün üzerindeki bir sayıya ulaşan kitaplarıyla topluma armağan eden merhum Cemal KUTAY’ı rahmetle anarken; bir zamanların mahalle, aile ve geleneklerimizi anlatan uzunca bir bölümden kısa-kısa ve atlamalı alıntılar yapmak istiyorum…

Aslında buradan edindiğim ve ufkumu açan bilgilerden de yararlanarak aile ve mahalle konusunda tatminkâr bir yazı çıkarabilirdim. Ancak, gönül istedi ki; engin bir tecrübenin, uzun bir inceleme sürecinin ve dopdolu geçen bir tarihî araştırmanın tatlı yorgunluğuyla otuz küsur yıl önce kaleme alınmış yazıyı, demlenmiş hâliyle sizlere sunayım…

Bu yolu seçerken, otuz beş yıl öncesiyle günümüzün mukayesesini yapmak, nelerin değiştiğini ve nelerin hâlâ yerinde saydığını görüp duyumsamanızı da istedim…

Şimdi, rahmetli Kutay’ın sözünü ettiğim eserindeki o bölümden, yazının dizilişini bozmamaya çalışarak kısa alıntılarla sizleri baş başa bırakmak istiyorum:

***

“1974 Türkiyesi, dünyada kırk yedi ülke arasında boşanmalarda on ikinci sırayı alıyor. Yıkılan yuvaların temel derdi nedir? (…)

Bugün, mesela on altı dairelik bir apartmanda yıllarca oturup da birbirlerinin kahvesini içmemiş aileler yok mudur? «Mülk değil, komşu al.» güzelim şuuru; keder ve sevinçleri paylaşacak ruh yakınlığının ifadesi idi. Değil bir mahalleden, o koca apartmanların bir dairesinden gelin gidiyor, damat geliyor, cenaze çıkıyor da, aynı çatı altındakinin haberi olmuyor. (…) Aynı mahalle ve aynı sokakta ömürlerini tamamlayanlar bile birbirinin yabancısı… Başka dünyaların insanı imişçesine yabancısı… KAT MÜLKİYETİ kanununun üzerinde de Katolik damgası var!..

Göreceksiniz: Bir gün gelecek, şehirlerde de köylerdeki toprak dâvâları gibi, kat mülkiyeti anlaşmazlıkları mahkemelerin önüne çığ gibi yığılacaktır. (Otuz yıl sonra yığılmadı mı? S. K.)

Neden? Çünkü eski mahalle anlayışı ve varlığı yıkılmıştır. (…)

Mahalle, israfın karşısındaydı. Çöp tenekelerinde ekmek parçası, dökülmüş yemek yadırganırdı. Anneler-babalar evlatlarına;

“Bir pirinç tanesinin kıymetini bil!.. Sanatkâr elinde o küçücük bedene besmele yazılır.” derlerdi. Sokakta, yerde görülen ekmek parçası alınır, öpülüp başa konur, kuşların ve sokak hayvanlarının erişeceği yere bırakılırdı… Yetişenlere şu şuur, tasarrufun temel prensibi olarak aşılanırdı: Çevrede düşkünler de vardır. Onlar varlıklıların şefkatine emânettir. Yiyeceklerin, giyeceklerin atılması ne demektir? İhtiyacınızdan fazla olanları, onlara muhtaçların kapınıza gelmesini beklemeden kendiniz iletiniz. Bu güzel ödevi yerine getirirken, onurlarına saygılı olunuz, hattâ yüzünüzü bile göstermeyiniz. (…)

Mahalle; devletin yüzyıllardır ticarî ve iktisadî gücünü yitirmesine rağmen, vatanın hemen hemen tek dayanağı olarak kalan; «aile ekonomisi»nin kalbi idi. Her evde bir dokuma tezgâhı vardı. (…) Kiler an’anesi denilen hazırlık, zengin-orta hâlli-fakir ailelerin müşterek varlığıydı. Bu; her mevsime göre, yiyecek-içecekleri en ucuz, sıhhî, sıkıntısız sağlamanın emin yolu idi.

Giyecek ve ev içinde kullanılacak yiyecek-içecek ihtiyaçlarının sadece bazı ham maddelerinin dışarıdan, sonrasının «ev imalâtı» olarak elde edilmesi; bugün yurdun en büyük felâketi olan gizli işsizlik ve avâreliği önlüyordu: Mahalle; yedisinden yetmişine, boş ve faydasıza karşı idi. Mahalledeki sevme-sayma, aileler arasındaki dengeyi koruyordu. Her yaşlı kadın-erkek, gençler için gönüllü öğretmendi. (…)

Ah!.. Ne demeli? Bugün hakikî, yürekli, ard düşüncesiz, himmet sahipleri çıkıp, şanlı ve şerefli geçmişin çoğu «gayr-ı mektûb», yani yazılmamış, kanunlaşmamış, kitaplaşmamış, amma kâğıtlara değil de şuurlara ve vicdanlara yazılı; maddeleşmemiş amma yaşantıyı terkip etmiş bu düzeni, bugünün her alanda çalışanına «namuslu alın terinin âmentüsü» olarak neden vermezler? (…)

Nitekim mahalle, elindeki takdir, karar, tatbik kudreti elinden alınarak; sadece sokak adlarının sınırladığı coğrafî bölge yapılınca, örfler, an’aneler devletin emânetinde kaldı: Mahalle yıkılmıştı…

Nikâhta kerâmet olduğu inancı, yeni yuvalarda karşılıklı hoşgörürlüğün dayancı idi amma, taraflar arasında denge olmadığı zaman «mahalle büyükleri» kız ve erkek tarafını uyarırlardı. Bir KÜFÜV kelimesi vardı ki, mutluluğun temeli sayılırdı. Taraflar arasında görgü, kültür, yaş, eğitim, ayrı beldelerden olmanın farklılıkları bağdaşmaz ise, yaşlı ve hatırlılar araya girerek -kırıp incitmeden-;

“Sizler birbirinizin küfüvvü (dengi) değilsiniz, yarın hüsrana uğrayabilirsiniz.” diye uyarırlardı. (…)

“Bizi mâzur görünüz, hâlimize daha uygun olanlarda kısmet arayalım.” denmesi bir mânevî ukûbeti omuzlamamış olmanın vicdan korkusuydu. (…)

Asıl hedef de, her milletin temel varlığını teşkil eden o mukaddes yuva idi ve Türk’ün tarihi boyunca karşılaştığı bin-bir tehlikeye karşı tutunduğu tek sağlam daldı aile…

(…) Şimdi sıra AİLE’nindi…”

* * *

Söylenecek ne var bundan öte? Otuz beş yıl önce bir yüreğe düşen ateşin kızıl korlarıdır bu altı çizik cümleler… Başta da belirttiğimiz gibi; gürûhu millet yapan o mübârek birliğin temeli olan ailelerden, o mukaddes yuvalardan her gün yüzlercesinin diplerine yerleştirilen dinamitlerin gümbürtüsüyle çatırdayıp göçtüğünü yüreklerimiz parçalanarak görmüyor muyuz?..

Aile milletin özü, fert ise çekirdeğidir. Çekirdek iki taş arasında ama ne yazık ki dirlik düşüncesi iki baş arasında durmuyor. Birliğin dirlik olduğunu anlamamız için daha kaç otuz beş yılın geçmesi gerek?..