BU NE HÂL ZÜBEYR?

Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

İslâm Nûru ile nurlanan insanlar müslüman unvanı ile yepyeni bir hayatın mimarları olmaya çalışırlarken, İslâm ve îmandan nasibi olmayanlar da putlarına körü körüne bağlılıklarıyla şahsiyetlerini zedeliyorlardı. Bir tarafta her geçen gün yükseldikçe yükselenler, diğer tarafta battıkça batanlar vardı.

İslâm güzelliği ile güzelliklerine güzellik katanlar, Mekke ve çevresi başta olmak üzere yaşadıkları ortamı güzelleştirme çabası içine girmişken, bütün hayatları çirkinlik ile geçenler de çirkinliklerin yaygınlaşması için çalışıyorlardı.

Hak ile bâtıl ciddî bir şekilde karşı karşıya gelmişti. Yan yana gelmesi mümkün değildi çünkü. Hak’tan yana olanlar, Hak için çalışıp çaba gösterirken; bâtıldan yana olanlar da battıkça batıyorlardı.

İşte böyle bir dönemde yaşayan ve bütün hayatlarına yansıttıkları İslâm ile şekillenen seçkin şahsiyetlerden biri de Hazret-i Zübeyr bin Avvâm -radıyallâhu anh- idi.

Nevfel amcası başta olmak üzere en yakın akrabaları tarafından korkunç baskılar ve öldüresiye ağır işkenceler altında bile, bir milim dahî gerilemeden aydınlık günlerin gelmesi için geceli-gündüzlü çalışıyordu; çalışıyorlardı…

İslâm ile şereflendiği daha ilk günlerde başlayan sıkıntılar Hazret-i Zübeyr’i yıldırmadığı gibi, daha da çelikleşmiş bir hâle getirmişti.

Günlerce süren hakaretlerin, bağırıp çağırmaların ve her türlü işkencenin ardından, hasıra sarılıp ölümle burun buruna gelen Hazret-i Zübeyr -radıyallâhu anh-, bir yandan sabır destanı yazarken, zor konuştuğu o amansız hâlinde bile tevhîdi haykırması müşrikleri çılgına çevirmişti.

Sıkıntıların biri bitiyor, diğeri başlıyordu. Bütün derdi ve gayesi İslâm’ın yayılıp yaşanması olan Hazret-i Zübeyr -radıyallâhu anh-, en küçük bir yılgınlık göstermediği gibi, onurlu dâvâsından da geri durmuyordu.

Kendisini daha yeni toparlamıştı ki, aldığı bir haberle şimşek gibi yerinden fırladı. Bir dakika değil, bir saniye bile kaybetmeden kılıcını kuşandığı gibi sokağa fırladı. Öyle bir gidişi vardı ki, önünde hiçbir engel duramazdı.

On beş yaşında İslâm ile şereflenen bu yiğit sahâbe, yaşının küçüklüğüne bakmadan, kılıcını kuşanarak oldukça büyük bir işe girişmek için fırlamıştı dışarı.

Bir yandan öfkeyle yol alırken, bir yandan da içten içe duâ ediyordu. Hattâ sesli bir şekilde konuştuğunun farkında bile değildi:

“–İnşâallah doğru değildir! Allâh’a yemin olsun ki, eğer aldığım haber doğruysa bütün müşrikleri kılıçtan geçireceğim. Ya ben de O’nun gibi ölüp giderim, ya da…”

“–Ne o Zübeyr, kendi kendine mi konuşuyorsun yoksa?”

Sokak ortasında söz ile sataşan nasipsizin ablak suratına öyle delici bakışlarla baktı ki, karşısındaki adamın bunca yaşına rağmen korkudan ödü koptu. Zübeyr’in önünden çekilip kendini bir kenara atmasaydı, Zübeyr’in onu ezip geçeceği muhakkaktı.

Aşağı gitti, yukarı gitti; sağa gitti, sola gitti… Sokak sokak dolaştı. Mekke’nin üst sokaklarından birine varmıştı. Büyük bir öfkeyle ve soluk soluğa yolu adımlarken, bir yandan da sürekli aynı temennide bulunuyordu:

“–İnşâallah doğru değildir! Allâh’a yemin olsun ki, eğer aldığım haber doğruysa bütün müşrikleri kılıçtan geçireceğim. Ya ben de O’nun gibi…”

“–Bu ne hâl Zübeyr?”

Hazret-i Zübeyr, bir anda karışında Peygamber Efendimiz’i görünce sevincinden kendinden geçerek gayr-i ihtiyârî haykırdı:

“–Allâhu Ekber! Sen yaşıyorsun yâ Rasûlâllah!”

“–Bu hâlin nedir böyle ey Zübeyr?”

“–Sen’in yakalanıp götürüldüğünü ve öldürüldüğünü duydum ben yâ Rasûlâllah!”

“–Ne yapacaktın peki?”

“–Allâh’a yemin olsun ki, bütün müşriklerin karşısına dikilecektim!”

“–Böyle yalınkılıç ve tek başına mı?”

“–Ya Sen’in tattığını tatmak ya da bütün müşriklere hesap sormak için çıktım yola! Allâh’a yemin ederim ki, her şeyden çok seviyorum Sen’i; hattâ canımdan da çok!”

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sevgili halalarından Safiyye Hala’nın oğlu olan bu yiğit sahâbîye; «Zübeyr’in devamlı hayırda olması ve kılıcının sürekli galip gelmesi» başta olmak üzere, özel olarak duâ etti.

Allah yolunda Peygamber aşkıyla ilk çekilen kılıç bu kılıç olurken, ilk kılıç çeken de Hazret-i Zübeyr bin Avvâm -radıyallâhu anh- olmuştu…

Hazret-i Zübeyr’in bu hareketi Allah ve Rasûlü tarafından takdir edildiği gibi, vahiy meleği Hazret-i Cebrâil -aleyhisselâm- gelip, büyükler büyüğü bir müjde verdi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu büyük müjdeyi Hazret-i Cebrâil’in ağzından şöyle ifade buyurdular:

“Allah Sana selâm ediyor ve buyuruyor ki;

«Zübeyr’e Ben’den selâm söyle ve ona müjde ver. Kıyâmete kadar Allah yolunda ne kadar kılıç sallayan mücâhid varsa, onların ecirlerinden bir şey eksiltmeden hepsinin sevabı kadar Zübeyr’e de verilmiştir. Çünkü o, Allah yolunda kılıcını sıyıranların ilkidir!» Seni bu büyük müjde ile müjdelerim ey Zübeyr!”

“–Allâhu Ekber! Hayatım hayatına fedâ olsun yâ Rasûlâllah!”

Aldığı bu büyük müjde ile kendinden geçen Hazret-i Zübeyr -radıyallâhu anh-, hayatını; hayatlarına gerçek hayatı katan Peygamberimiz’e fedâ etmekten şeref duyan zirvelerden biridir.

“Bu ne hâl Zübeyr?” sözü bize başka neleri çağrıştırıyor acaba? O gün O’nu gerçekten sevenler, sevgilerini en üst seviyede göstermişlerdi. Sevmek, sevgiliye itaat ile tecellî eder. Sevmek, sevgilinin yoluna aşk ve muhabbetle yönelmek ile belli olur.

Hazret-i Zübeyr’in hâli ile bizim hâlimizi kıyaslayalım. O neredeydi, biz neredeyiz? O ne kadar duyarlıydı, biz ne kadar duyarlıyız?

Peygamber Efendimiz’in, bizim hâlimize de bakıp;

“Bu ne hâl ümmetim?” diye bizleri sorguladığını düşünerek, hiç zaman kaybetmeden O’nun o kutlu yoluna yönelmemiz gerekmektedir… Sırât-ı Müstakîm, Peygamber Efendimiz’in yoludur çünkü…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-