Mahşer Yerine Kul Hakkıyla Varmak GERÇEK İFLÂS…

Ahmet ZİYLAN

Peygamber Efendimiz’in ashâbı bizler için gökteki yıldızlar gibi… Her birinde ayrı bir rehberlik, ayrı bir ibret, ayrı bir hikmet var. Onlar cihad için, Peygamber Efendimiz’den aldıkları güzellikleri herkese ulaştırmak için dünyanın dört bir yanına sefer etmişler. Onlardan kimisi gelip bu ellerde şehid olmuş. Bu topraklar onlarla mübârek hâle gelmiş.

İşte İstanbul’da başta Ebû Eyyûb el-Ensârî olmak üzere nice sahâbî efendilerimizin kabirleri mevcut.

Memleketimiz Antep’e 50 kilometre mesafede de Ukkâşe -radıyallâhu anh- Hazretleri’nin kabri var. Bu sebeple Maraş ve Antep’te bu mübârek sahâbînin isminin, bizim dilimize çevrilmiş hâli olan Ökkeş adının konulması çok yaygındır.

Nasıl Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’ni hatırlayınca; onun Efendimiz’e mihmandarlık edişini yani evinde misafir edişini ve seksen, doksan yaşında Efendimiz’in müjdesine nâil olmak için cihâda koşmasını hatırlıyorsak, Ukkâşe Hazretleri denilince de onunla Fahr-i Kâinat Efendimiz arasında geçen şu meşhur kıssayı hatırlarız:

Efendimiz, 23 senelik çilelerle dolu peygamberlik ömrünün son yıllarındadır. Vazifesini tamamlamış, ashâbını yetiştirmiş, sancağı emin ellere teslim etmiş Rabbinin, Yüce Dostunun huzuruna dönmeye hazırlanmakta… Her şeyiyle ümmetine en güzel örnek olduğu için, âhirete hazırlığın da en güzel şeklini gösteriyor Efendimiz; ilân ediyor:

“–Kimin malından almışsam, işte malım; gelsin alsın!”

“–Kimi haksız yere incitmişsem, haksız yere bir kırbaç vurmuşsam, işte sırtım, gelsin hakkını alsın!”

Müthiş bir ders.

Peygamberimiz ilâhî muhafaza altında. Fetih Sûresi’nde okuyoruz;

«Geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladım.» buyuruyor Cenâb-ı Hak. Efendimiz çocukluğunda bile günahların olduğu ortamlardan Allâh’ın muhafazasıyla korunmuş. Peygamber olduktan sonra ise, zaten ilâhî emirlerle hareket ediyor. İlâhî irade en ufak bir zelleye, sürçmeye bile müsaade etmiyor, hemen ikaz ediyor.

Böyle olduğu hâlde Efendimiz;

«–İşte sırtım!» diyor. Bedevîsi var, münafığı var demiyor. Efendimiz’in vermek istediği mesaj:

Kul hakkı çok mühim!

Peygamber de olsa bu hususta muâf olmadığını göstererek, ümmete müthiş bir ders veriyor.

İşte bu sırada Ukkâşe Hazretleri çıkıyor ortaya.

“–Yâ Rasûlâllah!” diyor. “Sen benim sırtıma vurmuştun! Kısas istiyorum.”

Gerçekten de Efendimiz aynı zamanda ordu kumandanı olduğu için, Bedir Harbi’nde safları düzeltirken, yayıyla sırtına dokunarak, Ukkâşe’yi safa sokmuştur. Fakat bu bir kul hakkı, bir vebal değildir. Safları düzeltmek elbette kumandanın vazifesi, bu hususta onun disiplin yetkisi var.

Ama emânet ve sadâkette de zirve olan Efendimiz elbette sözünden dönmüyor ve;

«–Gel, hakkını al, işte sırtım!» diyor.

Sahâbe olan-biten karşısında şaşkına dönüyor. Sahâbî arkadaşları nasıl böyle yapar!

“–Ne yapıyorsun sen Ukkâşe?!” diyorlar.

“–Sen ne yaptığının farkında mısın?!” diyorlar. Müdahale etmek istiyorlar. Mâni olmak istiyorlar. Fakat Peygamber Efendimiz:

“–Bırakın!” diyor. Hakkı olan hakkını alacak. Öbür cihana kul hakkıyla gitmemenin önemini gösteriyor.

Sahâbe efendilerimiz hazmedemiyor, dayanamıyorlar. Varlığın uğrunda yaratıldığı, İki Cihan Serveri’nin sırtına bir adam, tutup kırbaçla vuracak öyle mi?!. Buna nasıl izin verebilirler! Onlar ki Efendimiz’e bir gölgenin dokunmasına bile dayanamazlar. O’nun için, değil canlarını, ana babalarını dahî fedâ ederler.

Ama O; «Bırakın!» diyor!

Acziyetin ızdırâbı…

Tablo bu kadar müthiş…

İş bununla da bitmiyor.

Ukkâşe;

“–Yâ Rasûlâllah, o esnada benim sırtım çıplaktı, kısasta eşitliğin sağlanması için Sizin de ridânızı çıkarmanız gerek.” diyor.

Efendimiz buna da itiraz etmiyor. Sahâbe şaşkın, yer-gök sessiz… Ukkâşe Hazretleri gözyaşları içerisinde Efendimiz’in sırtındaki nübüvvet mührünü öpüyor ve;

“–Affet yâ Rasûlâllah! Mübârek sırtınızdaki nübüvvet mührünü öpmek için böyle yaptım…” diyor.

Cenâb-ı Hak, bizlere Efendimiz’in mübârek ellerini öpmeyi nasip eylesin. Mübârek ellerinden Kevser içmeyi nasip eylesin.

Efendimiz’e kavuşmanın yolu, O’nun sevdiği şeyleri yapmak. Sevmediği şeylerden kaçınmak… Her hâlimizle O’na benzemeye çalışmak.

Bunun ilk şartlarından biri de kul haklarına riâyet…

Babamın başından bir hâdise geçmiş. Kul hakkı ile ilgili…

Babamın mesleği boya ticareti idi. İzmir’den boya getirir Antep’te satardı. Yine mal almak üzere İzmir’e gidiyor. O devirde mal, peşin para ile alınıyormuş. Alacağı çeşitlerin bir kısmını alıyor, parası bitiyor. Dükkân sahibi gayrimüslim üç ortak. Onlara diyor ki:

“–Benim şu çeşitlere de ihtiyacım var ama, param bitti. Veresiye verirseniz, biraz onlardan da alacağım.”

Adamlar;

“–Bize iyi bir kefil gösterirsen, veririz.” diyorlar.

Şimdi telefon var hemen verirsin numarayı; «Sor!» dersin. Ama o zaman o imkânlar yok. Babamın İzmir’den kefil göstereceği bir tanıdığı da yok. Diyor ki:

“–Benim İzmir’de tanıdığım yok. Almam gerekenlerin bir kısmını peşin para ile aldım. Ancak param bitti; alacaklarım bitmedi. Bana güvenir, veresiye verirseniz alırım. Yalnız şunu bilin: Müslüman, kul hakkına inanır. Kul hakkına inanan kişi de hiç kimsenin hakkını yemez. Hele hele gayri müslimlerinkini hiç yemez. Çünkü öbür tarafta hakkını yediği gayrimüslim;

«Bana sâlih amel fayda etmiyor, ben kul hakkım yerine bu mü’minin îmânını isterim!» diye ısrar eder de, hak yerine gelsin diye îmânımı kaybedersem, diye korkar. Bir mü’min, gayrimüslimin hakkını bu sebeple hiç yemez.”

Üç gayri müslim ortak, dinliyor, düşünüyor;

“Bu adama veresiye mal verilir, bu hak yemez!” diyorlar. Babama istediği malları veriyorlar. O da dönünce parasını gönderiyor.

Bugün bütün mü’minler babamın dediği şekilde mi?

Maalesef!

İnsan; «Elhamdülillâh müslümanım!» diyecek; «Îmânlıyım!» diyecek, fakat kul hakkına tecavüz edecek!

Ne büyük bir tehlike!

İnsan, îmanını kurtarmak için çaba sarf edecek, sürekli;

“Yâ Rabbi son nefeste îmânımı eksik eyleme, dilimiz kelime-i şahâdet getirerek canımızı al!” diye duâ edecek, ama kul hakkıyla öbür tarafa gidecek.

Olacak iş değil!

Kul hakkı çok titizlik isteyen bir husus. Öyle illâ bir kişiyle alâkalı olmak zorunda da değil… Umûma şâmil kul hakkı da var.

Meselâ zekâtını vermeyen, eksik veren kul hakkı yemiş olur. Bütün fakirlerin hakkı…

Millete ait bir mala zarar veren, bütün halka karşı suç işlemiş olur. Nasıl helâllik alacak?

Allah Teâlâ;

“Bana kul hakkıyla gelmeyin!” buyuruyor. Cenâb-ı Hakk’ın engin merhametine bile itimad edip de kul hakkına giremezsin.

Antep’te Ezher mezunu, güzel Kur’ân okuyan, hitâbeti güçlü bir Galip Hocamız vardı. Hutbede çok celâllenir, halkı şiddetli şekilde ikaz ederdi. En çok üzerinde durduğu hususlardan biri de kul hakkıydı.

“Hacdan da gelsen, umreden de gelsen, ne yaparsan yap; kul hakkını ödemiş olmazsın. Dikkat edin, dikkat edin!” derdi. Galip Hoca Antep’te üç, dört sene evvel vefat etti. Allah rahmet eylesin.

Dedim ya çok celâlliydi. Bir gün vaazda; günaha dadanmış ehl-i dünya için «hayvanlar» demiş. Gelip kendisine demişler ki:

“Hocam, çok sert konuşuyorsun, azıcık yumuşak ol.”

O da bir gün sonra çıkmış yine vaaza, bu sefer şöyle demiş:

“Dün vaazımda dinsizler için hayvanlar dedim, arkadaşlar geldiler, hocam azıcık yumuşak ol dediler, ben de hak verdim, keşke hayvan olsalar, hayvandan da kötüler. Ben söylemiyorum, biz de şu hayvanlar gibi olsak, toprak olsak diyecekler de ellerine geçmeyecek! Ağır mı konuşmuşum ki! Ben daha hafif konuşmuşum.”

Evet hayvanlar birbirlerine karşı işledikleri haklardan dolayı âhirette haşredilecek, sonra onlara mükâfat veya azap olmadığından tekrar toprak olacaklar.

Hakka riâyet, hakkı çiğnememek o kadar lüzumlu ve hak sahibinin hakkını müdafaa etmek Cenâb-ı Hak katında o kadar önemli ki, toprak olup gidecek hayvanat için dahî adaleti zâyî etmiyor.

Ya biz insanlar?

Kul hakkından o kadar gafil kalabiliyoruz ki, hayır işlediğimizi sanırken bile kul hakkına tecavüz edebiliyoruz. Meselâ adam; hacda, umrede Hacerü’l-Esved’i öpmek uğruna milleti çiğniyor, dirsek atıyor. Sonra da gelip; «Şu kadar öptüm!» diye övünüyor.

Böyle ibâdetten ne fayda!

Elde kalan ne büyük zarar!

Kul hakkına riâyet; incelik, hassasiyet ister. İncitmemek için özel bir gayret ister. Her sözün, her davranışın hassas terazilerde ölçülmesi gerekir.

Yine hacda bir müftüden dinlemiştik. Hacılar; otobüsün şoförü Türkçe bilmiyor, söylenenleri anlamıyor diye sayıp döküyorlar. Duysa râzı gelmeyeceği sözler söylüyorlar. Peki bu kul hakkı değil mi? Komşunu, akrabanı bulup helâllik isteme imkânın belki olur, ya bu adamcağızı bir daha nerede bulup da helâllik isteyeceksin?

Kul hakkını iyi tanımak lâzım.

Sadece para alış verişi değil.

Ticaret hayatında, ben kazanacağım diye birini zarara sokayım, anlayışında olursan, kazandığın helâl olmaz.

Malının kıymetini bilmeyen bir kişiyle pazarlık edip de malı, değerinin altında almak helâl olmaz.

Sadece fiilen incitmek, zarar vermek değil…

Bugün beşerî hukukta bile mânevî tazminatlar var.

Cenâb-ı Hakk’ın mîzânında neler çıkacak karşımıza kim bilir?!.

O sebeple kul hakkına titizlenmek lâzım.

Efendimiz’in kendi şahsında biz ümmetine verdiği o tâlimâtı her an üzerimizde hissetmemiz lâzım.

Aksi hâlde;

Mahşer yerine sâlih amellerle vardığı hâlde, işlediği kul haklarına karşılık hepsini kaybeden, hadîs-i şerifte; «asıl müflis» olarak tarif edilen perişan kimselerden oluruz.

Cenâb-ı Hak, bizleri bu mânevî iflâstan korusun…