İSTİKBAL MÂZÎDEDİR!

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@yuzaki.com

Yazımıza ser-levha yaptığımız kazıyyede çok mu büyük tezat var? Ancak onun doğruluğunu ispatlayacak delillerden mahrum değiliz. Bunların en büyük ve en açık olanlarından biri günümüzde albenili oyuncaklarıyla gözümüzü kamaştıran Avrupa medeniyetinin doğuşudur. Şöyle ki;

Bilindiği üzere Avrupa medeniyetinin temellerinde Yunan düşüncesi, Roma geleneği ve Hıristiyanlık vardır. Ancak Ortaçağ Avrupa’sı; bir sacayağı oluşturan bu üç temelin ilk ikisinden büyük ölçüde uzaklaşmış, üçüncüsünü de yozlaştırmış, dolayısıyla tam anlamıyla zifirî bir karanlığa gömülmüş bulunuyordu. Bu arada bir cümle-i mu‘teriza ile belirtelim ki, Avrupa’nın o zamanki vaziyetini aksettiren; «Ortaçağ karanlığı» ifadesi, aslında tamamen o kıta hakkında kullanılması gerekirken sonradan Avrupa kültürünün yaygınlaşması ve dolayısıyla Avrupalıların kendi tarihlerini başkalarına dayatması neticesinde bütün insanlığa teşmil edilir hâle gelmiş, böylece bütün dünyanın Ortaçağ’ının karanlık olduğu anlaşılmaya başlanmıştır.

Hâlbuki İslâm dünyasının Ortaçağ’ı Avrupa’nın aksine oldukça nurluydu ve nûruyla çevresini de aydınlatıyordu. Husûsiyle -coğrafî olarak yakın oluşu sebebiyle- Endülüs ve Sicilya, Avrupalıların İslâm medeniyetinin aydınlığından istifade ettikleri yerlerin başında geliyordu. Papa II. Silvester’in Endülüs’e gidip Müslüman hocalardan ders alarak yetişmesi, bu istifadenin boyutlarını kâfî derecede gösteren bir örnektir.

Hicrî V. asrın sonlarına gelindiğinde müslümanlar nokta-i nazarından müessif olmakla birlikte Avrupalıların çok menfaatine olan bir hâdise vukû buldu. Bu hâdise, Tuleytula’nın (Toledo) hicrî 478 yılında müslümanların hâkimiyetinden çıkıp İspanyolların eline geçişiydi. Hıristiyanlar o tarihten itibaren orada kurdukları enstitüde yahudi, hıristiyan ve müslüman mütercimler vasıtasıyla bilim ve felsefeye dair eserleri Arapçadan Lâtinceye tercüme ettirmeye başladılar.

150 yıl kadar sonra yine müslümanların hâkimiyetinde iken istîlâ ettikleri Kurtuba ve İşbîliyye (Sevilla) gibi şehirlerde de benzer müesseseler oluşturdular. Husûsiyle hicrî III. asırda Süryânîce, Yunanca ve Farsça gibi dillerden Arapçaya aktarılan eserlerle İslâm medeniyetinin inşasına büyük katkı sağlayan tercüme faaliyeti, böylece bir kez daha fonksiyonunu icra ediyor, fakat bu defa günümüzdeki Avrupa medeniyetinin kuruluşuna katkı sağlıyordu. Ancak bu katkıda çok câlib-i dikkat bir husus vardı:

O da, Lâtinceye kazandırılan eserler içinde birkaç asır önce Arapçaya tercüme edilmiş olan Helenistik kültüre ait kitapların da bulunuşuydu. Böylece meşhur Yunan filozofu Aristotales’in (M. Ö. 400’lü yıllar) kitaplarını şerh eden Kurtubalı müslüman mütefekkir İbn-i Rüşd’ün düşünceleri Avrupa’da öyle derin bir tesir bıraktı ki onun fikirlerini savunanlar ve onlara reaksiyon gösteren cereyanlar ortaya çıktı. Kısacası, tarihin garip bir cilvesi olarak, Roma İmparatorluğu’nun vârisi olan Avrupalılar, kültürlerinin temellerinden birini oluşturan Yunan düşüncesini müslümanlar vasıtasıyla yeniden tanıdılar. Rönesans ve daha sonraki fikir ve sanat hareketleri böyle gelişti. Bu gelişmelerde hicrî V. asrın sonlarında başlayan Haçlı Seferleri boyunca Avrupalıların İslâm dünyasını tanımaları da başka bir sâik oldu. Neticede, bu yazının hudutlarını aşan başka birçok içtimâî, siyâsî ve sâir âmillerin de tesiriyle XVIII. ve husûsiyle XIX. asırdan itibaren bugünkü Avrupa medeniyeti doğdu.

Görüldüğü üzere, verdiğimiz bu kısa malûmat, başlıktaki iddiamızın bir ispatıdır. Çünkü bugünkü Avrupa, mâzîsine dönerek istikbâlini kurmuştur. Bugünkü batının ilk adımını oluşturan «Rönesans»ın, «yeniden doğuş» mânâsına gelmesi de bunu gösterir.

Başlıktaki iddiamızın çok çarpıcı bir diğer misâli de yahudilerdir. Sözü uzatmamak için milâttan önceki tarihlerde mâruz kaldıkları tehcir ve katliamlar üzerinde hiç durmayalım. Ancak daha sonrasına baktığımızda görürüz ki, Romalılar tarafından dünyanın dört bir yanına sürgün edilen yahudilerin bugün yeniden Filistin’de bir araya gelip yeni bir devlet kurmalarını, yazı ve kültürlerini ihyâ etmelerini sağlayan şey, mâzîlerine ve mâzîlerinde oluşturdukları kültürlerine bağlılıklarından başka bir şey değildir.

Garp milletlerinin daha akılcı, buna mukâbil şarklıların ise gönle ve hissiyâta daha fazla değer verdiklerine dair bir kanaat vardır. Buna bir nebze katılmamak kābil değildir. Çünkü bilinen bütün peygamberler şarktan ve husûsiyle Orta Doğu’dan, filozoflar ise umûmiyetle batıdan çıkmıştır. Bundan dolayıdır ki, eski Mezopotamya medeniyetleri hep vahiy üzerinde yükselmişler veya en azından yer yer vahyin izlerini taşımışlardır. Meselâ Bâbil kralı Hammurabi’nin yaptığı kanunlarda Hazret-i İbrahim’in dîninin bazı tesirleri olduğundan bahsedilir. Zaten doğunun dünyaya en büyük hediyesi dînî sahada olmuş, bütün monoteist dinler bu coğrafyadan çıkmıştır. Dünya tarihine en hızlı, en kalıcı ve en kat’î şekilde yön veren İslâm da bu iklimde neşv ü nemâ bulmuştur. O hâlde, günümüzde kanayan birçok yarası bulunan ve -kabul edelim ki- birçok yönden teessüf edilecek bir durumda olan bu coğrafyanın kurtuluşu yine gönül ve vahiy yoluyla, yani kendi mâzîsine, o mâzîde oluşmuş olan değerlerine dönerek olacaktır.

Ancak hemen belirtelim ki «istikbâlin mâzîde olması», mâzîye körü körüne bağlanmak ve orada yaşamak değildir. Nitekim müslümanlar vasıtasıyla mâzîlerini yeniden tanıyan Avrupalılar, bir taraftan mâzîlerine köprü kurarken bir taraftan da aynı mâzîyi -en mukaddes değerleri olan hıristiyanlık ve Kitâb-ı Mukaddes de dâhil olmak üzere- en insafsız şekilde tenkit ettiler, eskiyen yönlerini tamir ettiler, işe yaramaz yönlerini de bir kenara attılar.

Kaldı ki geçmişi ve geçmişte oluşan gelenekleri hiç elemeye tâbî tutmadan körü körüne taklit etmek Kur’ân’a aykırıdır. Ancak geleneği tamamıyla reddetmek de doğru olmadığı gibi mümkün de değildir. Çünkü hiçbir düşünce adamı ve yenilikçi, kendisini yetiştiği şartlardan tecrit edip yaşadığı çağdaki âmillerin etkisinden kurtaramaz. Beşerî olan her fikir, -hiç değilse- reaksiyon olması bakımından zamanının çocuğudur.

Öyleyse geçmişte edinilen gelenek, sorgulanarak geleceğe aktarılmalıdır. Bu sayede o geleneğe sahip cemiyet de gelecekte varlığını sürdürmeye devam edecektir. Biz, «İstikbal mâzîdedir» derken, istikbaldeki varlığımızı mâzîden getirdiğimiz değerlerle sağlayabileceğimizi, bu değerlerin de körü körüne taklit edilip yozlaşmasını önlemek için daima sorgulanıp yenilenmesi gerektiğini söylemek istiyoruz. Tıpkı Ziya GÖKALP tarafından;

Harâbîsin harâbâtî değilsin
Gözün mâzîdedir âtî değilsin

şeklinde tenkit edilen Yahya Kemal’in cevaben söylediği;

Ne harâbî, ne harâbâtîyim
Kökü mâzîde olan âtîyim

mısralarındaki rûha uygun olarak âtîmizin köklerinin, mâzîmize dayanması gerektiğini belirtiyoruz.