İstatistiklerin Gizleyemediği DÜNYADA NÜFUS VE GELECEK

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Eski çağlarda kâhinler birtakım işaretleri inceleyerek gelecekten haber verdiklerini ileri sürerlermiş. Bugün de tamamen ortadan kalkmış olmasa da günümüzde asıl gelecekle ilgili kuvvetli tahminler ileri sürenler daha çok «istatistikçiler».

Elbette gidişata bakarak geleceği tahmin etmek; kehânet değil; aklın ileriyi görme kabiliyetinin sonucudur. Bu kabiliyeti değerlendirenler; bilgi toplayıp matematik kurallarla işlemeyi sistemleştirmişler ve ortaya geleceğin fotoğrafını rakamlarla çekme yöntemini koymuşlar.

Günümüzde pek çok gaye ile çeşitli istatistikler yapılıyor; gelecek tahmin edilmeye çalışılıyor. Elbette ilmin; cehalet ve zanna mutlak üstünlüğü olduğu gibi; çalışmalarını bu araştırmalardan faydalanarak plânlamanın da muhakkak üstünlüğü var. Müslümanların da çeşitli meseleleri tespit etmede ve çözümlemede mutlaka araştırma yöntemlerinden faydalanması gerekiyor.

Ancak istatistik yapanlar umumiyetle varlığın sayılarla ölçülebilen yönünü değerlendirirken; ölçülemeyen ama ölçülebilir değerlere nazaran çok daha önemli olan nitelikleri yeterince değerlendiremiyorlar.

Meselâ bir habere göre Fransa’da geçtiğimiz yıl dünyaya gelen bebek sayısı ilk kez önceki yıldan daha fazla olmuş. Nüfus yaşlanması ve azalması meselesi yaşayan Avrupa ülkelerinden biri olan Fransa, bu haberi sevinçle karşılamış.

Ancak başka bir habere göre bu ülkede evlilik dışı dünyaya gelen çocukların sayısı ilk kez evlilik kurumu dâhilinde doğan çocukların sayısını geçmiş. Daha önceki yıllarda da evlilik dışı dünyaya gelen çocukların nisbeti yüzde 40’ın üzerindeymiş. Almanya ve İngiltere gibi nüfus azalması meselesini göç alarak çözen ülkelerin aksine Fransızlar; ülkelerinde yabancı nüfus istemiyorlar. Bu sebeple olacak ki şöyle veya böyle nüfuslarının artacağına seviniyorlarmış.

Zaten evlilik dışı doğan bebeklerin evli çiftlerin bebeklerine nisbeti AB ortalamasında yüzde 24 civarındaymış. Evli çiftlerin de ortalama yarısının boşandığı göz önüne alınırsa; Avrupa ülkelerinde doğan bebeklerin yarısından çoğunun tek ebeveynle büyümeye mahkûm olduğunu söylemek mümkün. Bunlar sadece istatistiklerin verdiği sonuçlar; bir de aile içi şiddet, istismar ve kötü muamelenin sonuçlarını buna eklersek; bu kıtada geleceğin neslini tahmin etmek zor değil.

Avrupa’da her 100 yetişkinden 19’unun psikiyatr veya psikolog gözetiminde ilâç kullanmak zorunda olduğu söyleniyor. Teşhis edilmemişleri de hesaba katarsak aile içinde büyüyen nesiller için de durumun çok iç açıcı olmadığını söylemek mümkün. Kısacası gerek istatistikler gerekse sayıyla ölçülemeyen ama yokluğu hissedilen değerler yönünden bakıldığında dünyanın en müreffeh kıtasının geleceği ümit vermiyor.

Peki, nüfusun patlama hâlinde arttığı Afrika ve Uzak Doğu Asya ülkelerinde durum nasıl? Bir örnek vermek gerekirse; Filipinler, Tayland başta olmak üzere birçok fakir ve kalabalık ülkede kadın ve çocukların köleleştirilmesi yaygın bir durum olarak görülüyor. Büyük çoğunluğu fuhuş turizmine kurban verilen kız ve erkek çocukları, ya bu ülkede kurulan tatil yöresi görünümlü pazarlarda veya kıtalar arası insan ticaretinde bir eşya gibi kullanılıyor.

Kara kıtada da bilhassa Güney Afrika başta olmak üzere birçok bölgede tecavüzün bir suç ve kötülük olduğu şuuru bulunmuyor. Neredeyse tek toplum organizasyonu biçiminin çeteleşme olduğu bu ülkelerde hırsızlık ve cinayet gibi tecavüz de sıradan bir olay hattâ eğlence olarak görülüyor.

Sol dünya görüşünün, basın-yayın organlarında aktardıkları bu vahim tablodan, daha çok yoksulluk ve sömürü düzenini sorumlu tuttuklarını görüyoruz ki elbette doğrudur. Ancak gerek bu insanların yoksulluğunu gerekse yoksulluktan kurtuluş yolu olarak bunu seçmiş olmalarını sadece maddî sebeplere bağlamak yetersiz bir açıklama olacaktır.

Çünkü dikkat edilirse bu ülkelere nazaran daha gelişmiş ve daha geniş imkânlara sahip doğu Avrupa ülkelerinde de ahlâkî çöküntü had safhadadır. Yine ekonomik fırsatlarla dolu Lâtin Amerika gibi ülkeler de suç, kaçakçılık ve fuhuşla geçimini sağlamaktadır.

Konu sadece eğitim yetersizliğine de bağlanamaz. Çünkü bu ülkelere fuhuş, uyuşturucu ilh. turizmi için giden ve çocuk yaştaki fuhuş kölelerini kullananların çoğu güya “insan hakları bilinci”ne kavuşmuş Amerika, Almanya gibi gelişmiş ülkelerin vatandaşlarıdır. Hattâ kendi halklarına bu kötülüğü revâ görenler de bizzat bu ülkelerin yöneticileridir.

Kalabalık ve yoksul ülkelerin yöneticileri, yatırımcıları çekmek için ülkelerindeki köle ticaretini görmezden gelmektedir. Bu ülkelerde çocuk ve kadınlar karın tokluğu veya daha alt seviyede çalıştırılmak üzere bizzat kendi aileleri tarafından satılmaktadır.

Yine başta Afrika, Güney Amerika ve Asya olmak üzere dünyanın birçok yerinde çocuk yaşta gençler, terör örgütlerine ve mafyaya satılmakta veya örgütler tarafından kaçırılmaktadır. Bu zulümleri yapanlarla, bunlara göz yumarak menfaat sağlayanların çoğu, sosyo-ekonomik olarak üst seviyeye sahip olanlardır.

Kısacası geleceği kuracak nesillerin sağlık, eğitim ve mâneviyâtı hususunda dünyanın durumu hiç de umut verici değildir. Kitleler hâlinde nesiller felâkete sürüklenmektedir. Bu duruma çare bulsun diye kurulmuş müesseselerin tek yaptığı, istatistik çıkarıp durumun vahâmetini ortaya koymaktan ibarettir. Üstelik bu çalışmalar meselelerin sebebini yeterince doğru teşhis etmekten uzaktır.

Her şeyden önce neslin devamının ve gelecek neslin iyi bir şekilde yetiştirilmesinin ancak; nesil sahibi olmaya verilen mânâ ile mümkün olabileceği unutulmaktadır.

Bugün dünyada büyük bir tezat yaşanmaktadır. Pek çok çocuğa geniş imkânlar sağlayabilecek ülkelerin bol gelir sahibi vatandaşları çocuk istemezken, çocuklara verebilecek imkânı olmayan aileler ise birçok çocuk dünyaya getirip sonunda onları satacak kadar perişan hâle gelmektedir. Çünkü gelişmiş ülkelerin halkları, çocuk sahibi olmanın zahmetine katlanmalarını sağlayacak bir gaye taşımamaktadırlar. Diğer halklar ise âdeta herhangi bir canlı türü gibi sevk-i tabiî ile gayesizce üremektedirler.

İslâm ülkelerine gelince; müslümanların çoğunun bu iki ifratın ortasında, nisbeten daha iyi durumda olduklarını görüyoruz.

Günümüzde nüfus yönünden gençliğini ve canlılığını korurken aynı zamanda aile kurumunun da sağlam kaldığı toplumlar, müslüman toplumlardır. Eğer İslâm’ın emrettiği yardımlaşma faaliyeti yerine getirilecek olsa, yoksul ülkelerin çocuk ve gençlerine daha iyi imkânlar sağlansa durumun çok daha iyi olacağı kesindir.

İslâm ülkelerinin en büyük meselesi, işgal altındaki topraklarda, mülteci durumundaki halkların ve çok yoksul ülkelerin çocuklarının yaşadığı sefalettir. Ancak bu çok kötü şartlarda bile durum yukarıdaki örneklere nazaran daha iyidir.

Durumu daha iyi anlamak için birbirine benzer durumda olan Endonezya ve Filipinler gibi iki ülkeyi mukayese edebiliriz. Dindarlığın yükselişte olduğu Endonezya; yoksulluk sebebiyle fuhşu bir çözüm yolu olarak görmeyip, sanayileşmeye çalışmaktadır. Endonezya halkı da yoksulluk sebebiyle başka ülkelere göçmektedir, ancak daha çok Arap ülkelerinde işçi olmayı seçmektedir.

Bunun benzeri Afrika ülkeleri için de geçerlidir. Hıristiyanlıkla, Afrika-pagan dinleri arasında kalmış, çoğu da dinsiz olan Güney Afrikalılar; açlık sebebiyle değil, ahlâksızlık sebebiyle hayvanlardan daha aşağı bir seviyede yaşamaktadırlar. Bu ülkenin yerlileri çok daha yoksul olan Müslüman-Afrika halklarına nazaran kat kat daha fazla suç işlemektedir. Bu da mâneviyat yoksulluğunun maddî yoksulluktan çok daha önemli olduğunu gözler önüne sermektedir.

Nitekim İslâm hukuk ve ahlâkının aile ve toplumu korumada ve problemleri çözmede ne kadar önemli olduğunun farkına varan Asya ve Afrika halkları İslâm’a yönelmeye başlamıştır.

Bugün bütün dünyada «ilerleme» kelimesinin yerini «sürdürülebilir ilerleme» kavramının aldığını görüyoruz. Çünkü sadece maddî büyümeyi hedeflerken aileyi yıkan, toplum bağlarını çürüten ve ferdi amaçsızlaştıran ilerleme anlayışı; bir noktada tıkanmakta ve büyük bir çöküşü beraberinde getirmektedir. Bu sebeple aileyi ve mâneviyâtı koruyan bir gelişme anlayışının gerekliliği kavranmaktadır. Bu da en iyi şekilde, İslâm’ın aile ve nesli koruyan tedbirleriyle mümkündür.

Eğer İslâm dünyası bu tedbirlerle birlikte dayanışma, yardımlaşma ve birlik anlayışını da geliştirirse; müslümanların geleceğin önemli bir gücü ve diğer halklar için ilham kaynağı olmaları mümkündür.