HAYAT, HER ZAMAN BİR TEKEVVÜNDÜR

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Belli bir yaşa geldikten sonra çocukluk yıllarımızı bir şiir gibi, bir masal gibi güzelliklerin içinde hatırlarız. Çevremizdeki insanların hepsi iyi yürekli, güler yüzlü masal kahramanları gibidir. Yüzlerindeki sert ifadeyi sevgisiz bakışları unutmuşsunuzdur. Onların hepsi yılların içinde değişmiş, gülümseyerek sevgiyle dolu hayatınızın kahramanları olmuşlardır. Yaşadığınız evler, bahçeniz, sokağınız da öyledir. Hepsi sizin için cennetten bir parça gibidir. Okulunuz ve öğretmenleriniz dünyanın sevgi dolu en iyi insanlarıdır. Olumsuzlukları, yanlışları hatırlamak istemezsiniz; yaşadığınız üzüntülü anları hatırlamak istemezsiniz. O anları yaşayarak olgunluğa geçmemiz sağlanmıştır. Sonra lise ve üniversite yılları, çocukluğunuzdaki cennet devam etsin istersiniz. Heyhat! Fark etmeden uçup giden günleri yakalamak mümkün değildir…

Yetişkin olduğunuzda hayatın zor olduğunu anlamaya ve başa çıkmaya çalışırsınız, inancınız imdadınıza yetişir. Karşılaştığınız ve karşılaşacağınız zorluklar bir imtihandır. İmtihandaki başarınız; sabrınız, tevekkülünüz, ibâdetiniz, hayatınızın her saniyesini bir ibâdet rûhuyla değerlendirmeniz, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatını bir rehber olarak almanızdır. Cennete ulaşmak hayaliyle yaşamanızdır.

Çocukluk günlerimizin cennetinin içinde; dedeler, nineler, onların okşayışı, gülümseyerek size uzattığı bir şeker, bahçeden kopararak verdiği meyveler vardır. Verilenlerin tadı damağınızda, nasihatleri hâfızalarınızdadır. «Çocukluğumda benim dedem veya ninem hayatta değildi.» diye yakınanlardan değilim. Ben onlarla beraber olmadım, sokağımızın bütün büyükleri bizim dedemiz veya ninemizdi, onlar bütün komşu çocuklarını torunları gibi severlerdi. Bir amca tanımıştım, emekli olunca küçük bir bakkal dükkânı açmış, oyalanmak istemişti. Maksadı kazanmak değildi. Kazancını gelen çocukları sevindirmekte harcardı. Sanatkâr ruhluydu, dükkânın bir yanına koyduğu masada uçurtmalar yapar, çocuklara dağıtırdı. Bahçemizdeki renk renk çiçeklerin içinden koşarak çıktığımız tertemiz bir havada biraz da rüzgâr varsa arkadaşlarla uçurtmalarımızı alır ve rüzgârı yakalamaya ve masmavi gökyüzüne ulaşmaya çalışırdık…

Akşam olunca çocuklar bahçelerine dönüp dedelerinin, ninelerinin anlatacağı hikâyeleri, masalları dinlemeye hazırdırlar. Anlatılanlarda bir mesaj vardır. Çocuk, mesajın farkında olmadan etki altında kalır. Kötülerin cezalandırılması konusunda sorular sorarlar. Bir başka gün bilmeden söyledikleri bir yalandan sonra hikâye kahramanını hatırlayacaklardır.

Masalsız, hikâyesiz, şiirsiz; bilgisayar ve televizyonun karşısında büyüyen çocuklarımızı düşünelim. Onların çoğu bahçeli evlerde büyüme şansına sahip değil. Bahçeli bir evin yanından geçerken; açmamış bir çiçeğin tomurcuğunu hoyratça koparışına, olmamış bir eriği almak için dalı hunharca koparışına bakarken, onların tabiattan öç aldığını sanırsınız.

“–Bahçe sahibinin kopardığınız meyveden haberi var mı? İzinsiz alınan her şeyin hırsızlık olduğunu biliyor musunuz?!.” dediğinizde yüzünüze hayretle bakıyorlar, söylediklerinize karşı bazıları;

“–Ne olmuş yani?” diyebiliyorlar. Kızmadan, onları okşayacak şekilde söylemişseniz, içinizden onların bu hatanın içinde olmaması için duâ ederek söze başlamışsanız dinliyorlar. Bizim bahçeden kopardıkları eriği alan ilkokul talebesine, aşağı kattaki evde oturan teyze;

“Keşke izin alsaydın, şimdi izinsiz kopardığın meyve sana haram olacak!” dediğinde duvarın üstüne elindeki meyveyi bırakıp koşarak ayrılan çocuğun gözlerindeki üzüntülü bakışı unutmam mümkün değil.

O bakıştan hareket ederek; “Geleceğimizi inşa etmek için çıktığımız yola, çocuktan başlamalıyız. Çocuktan başlamak için de önce anneleri eğitmeliyiz.” diyorum. Dedelerin ve ninelerin yerini iletişim araçları aldığına göre, iletişim araçlarına hâkim olmanın yollarını aramalıyız. İletişim organlarına hâkim olmak sivil toplum hareketiyle olacaktır.

Fakirlere yardım etmek için, siyaseti düzenlemek için, tabiatta var olan hayvanları korumak için, velhâsıl birçok konuda kurulmuş vakıf ve dernek var. İletişim araçlarının bizim duygularımıza tercüman olması için, reklâm veren zenginlerin şuurlanması için kurulan acaba kaç sivil toplum kuruluşu var?

Finans kaynağı zenginlere tesir ederek, televizyon yapımcılarına tesir ederek; belki de rûhî açlığı doyurma fırsatını yakalayabiliriz. Bu fırsat hepimizin elinde.

“Bak! Habersiz aldığında hırsızlık yapmış olursun, kopardığın meyve haram olur!” dendiğinde, meyveyi duvarın üzerine bırakıp kaçan ve gözlerime hüzünle bakan çocuğun bakışları silinmedi. Onun için; «Yapacak çok işimiz var!» diyorum.

Eğitime okumak ve okutmakla başlamalıyız. Okurken kendimiz, okuturken de çevremiz eğitilecektir. İslâmiyet’in bütün emirlerini annelere ve çocuklara anlatmanın bir yolu da; örnek eserleri, hediye ederek veya almalarını isteyerek işe başlamaktır.

Robin Sharma’nın eserleri Türkiye’de çok okunuyor! Zaman zaman da günlük gazetelerin bazıları o gün gazeteyle beraber basit bir kâğıda basılmış kitapları bir-iki liraya veriyorlar. Gaye, inançlarının yaygınlaşması ve herkes tarafından okunması.

«Ermiş Sörfçü ve Patron» kitabından bir bölüm okurken hayale dalmıştım. Peder Mike’nin hediye ettiği defterdeki notların maddeleri, bizim meşhur tasavvuf erbabının söylediklerinin en basitiydi ve ülkemin insanlarıyla, gençleri bu kitapları okuyorlardı.

«Sır ve Hikmet» kitabını okurken, Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi’nin satırları imdadıma yetişmişti:

“Toplumlar, kütüphanelerin tozlu raflarında kalmış kara kaplı felsefe kitaplarının üzerine abanmış bilgiçlerin rûhuyla selâmete kavuşamaz. İnsanlığı hakikî saâdet ve selâmete çıkaracak olan; Kur’ân ve Sünnet kültürüyle yoğrulup, tasavvufî hikmetlerle kemâle ermiş olan dervişlerin rûhudur.”

Kitap bana hediye edilmeseydi, ben bu eseri okumayacaktım. Biz de gençlerimizi, çevremizi, tanıştığımız veya tanışacağımız; sunucu, yapımcı, yazar, işadamı, öğretmen… herkesi tasavvufî eserlerle tanıştırma fırsatını arayalım.

Çok sevilen bir sunucu hanım;

“–Reikiyim.” demişti.

“–Ne yaparsınız?” diye sorduğumda;

“–El aldım, şimdi reiki duâsıyla hastaya iyileşmesi için duâ ediyorum.” diye cevap verdi.

“–Siz tasavvufla ilgilendiniz mi, Mevlânâ’yı okudunuz mu?” diyerek elimdeki kitabı verdim. Uzun bir süre sonunda;

“–Bizim de Mevlânâ’mız var, ben çok etkilendim.” diyordu.

Çare; devletin kitap üzerinde düşünmesi ve mâliyetin indirilerek halka ulaşmasının yollarının araştırılmasıdır. Ben bir eğitimci olarak düşünüyorum. «Kaç kişiye kaç kitap hediye edebildim?» Oysa ben düşünen insanım, proje hazırlayıp zenginlerime sunmalıyım. Sponsor oldukları seçilmiş eserleri biz de misyonerler gibi çok ucuz veya ücretsiz olarak çok okunan gazetelerle dağıtabiliriz. Yapımcılara, sunuculara, genç yazar ve gazetecilere, sanat câmiasına, yönetmenlere, senaristlere yollayabiliriz.

Verdiğim bir kitabın bir sunucuya nasıl tesir ettiğini ve çok okunan «Sır» isimli yabancı bir kitap sorulduğunda;

“Bizim Mevlânâ’mız ve Mesnevî’miz var.” dediğini unutamıyorum. İslâmî tebliğin en güzel yolu, insanların tasavvufî eserlerle buluşmasını sağlamaktır.

Televizyonun bir kanalında yapılan programda, çocuklar şarkı söyleyerek yarışıyor. Seçtikleri şarkılar yaşlarına uymayan, içkili gazino şarkıları. Kıyâfetleri, makyajları büyükler gibi… Yanlışları saymakla bitiremeyiz. Ayrıca söyleyen çocukların, dinleyen çocukların ruhlarına verecek zararlar anlatılmakla bitmez. Kanalın sahibinin; «Ben muhâfazakârım.» diyen zümreden olması düşündürücü. Şirketimiz, gazetemiz, dergimiz, televizyonumuz olsun, diye özendiğimiz yılları hatırlıyorum. Birbirimizden farkımız olmasın, diye mi yola çıkmıştık? Bu ve buna benzer programların zararını yazacak yazarlarımız da kalmadı. Gazete yazarlığı, siyaset ve gündemi takip etmek hâline geldi. Millî ve mânevî değerlerin zedelenmesi, şiddet olaylarının artması, kimsenin konusu değil.

Ahmet KABAKLI Hoca’nın, İlhan BARDAKÇI’nın değerlerimizle ilgili yazılarını hâlâ saklarım. Onlar, toplumun dertlerini dert edinen yazarlardı. Ahmet KABAKLI Hoca vefat ettiği zaman; içinde oturduğu evi, bir de arabası vardı. İlhan BARDAKÇI vefat ettiği zaman, eşinin kardeşiyle ortak evinden başka bir şeyi yoktu. Mukayese ettiğimiz zaman, konuşmak için bile ücret isteyen yazarları gördüğümüzde; «İşe nereden başlasak?» sorusunun cevabını; «Çocuklarımızdan» diyerek verebiliyoruz. Anneler ve öğretmenler de çok önemli.

Ahmet KABAKLI Hoca, Türkçe öğretmeni Cemile AYTAÇ Hanımefendi’yi unutamamıştı. Milliyetçi olmasının tohumları ortaokulda atılmıştır. Cemile AYTAÇ, Ahmet Hikmet MÜFTÜOĞLU’nun hikâyelerini okutmuştur. «Üzümcü» hikâyesini hocamız ezbere bilirdi. Hepimiz için öyledir. Vatan, bayrak, millî değerlerimiz, şiirlerle, hikâyelerle hayatımıza girmiştir.

İnsanlar, çocukluklarında u-çurtma uçurdukları gökyüzünün maviliğine yükselmenin hayalini kurarlar. Bu hayaller, herkesin mizacına göre değişecektir. Edebiyat öğretmenliği yaptığım yıllarda; okumayı, şiiri seven öğrencilerimin hayata atıldıkları zaman meslekleri ne olursa olsun; edebiyatla, şiirle ilgilenerek mesleklerini devam ettirmelerini isterdim.

Sanatla ilgilenenler, yazı yazmaya devam edenler de toplumla ilgili duyguları yoğun yaşasınlar, bulundukları yerlerde yaptıklarıyla, projeleriyle anılsınlar isterdim. Duâlarım kabul olmuş olmalı ki rüyalarımın gerçekleştiğini görmek nasip oldu.

Yazar olarak da şanslıyım, yazılarımı hemen kitaplaştırmak gibi bir hevesim nedense olmadı. Çoğu, dergi sahifeleri arasında. Okunduğu an, okuyucunun duyguları size ulaşıyor.

Dergiyi «hür tefekkürün kalesi» diye tarif eden Cemil MERİÇ’i Fâtihalarla analım. Bir çocuğun uçurtmasının gökyüzüne yükseldiği an kadar yazınızı yazarken huzurlusunuz. Bittiği an; “Bu yazımı gazetelerde olduğu gibi acaba basarlar mı, gazete patronu alınır mı?» endişesi yok. «Ben böyle düşünüyorum.» diyebiliyor ve okuyucuya ulaşıyorsunuz.

Millî duyguların yoğun yaşanmasını istediğiniz bir an, kendinizi sınıftaki bir öğretmen gibi hissedersiniz. Ahmet Hikmet MÜFTÜOĞLU’nun «Gönül Hanım» romanını tavsiye edersiniz.

«Ömrünüzü boşa geçirmeyin!» diye annelere nasihat ederken, Yûnus’un diliyle konuşur, mısralar söylersiniz:

Bir hastaya vardın ise
Bir yudum su verdin ise
Yarın anda karşı gele
Hak şarâbın içmiş gibi

derken onların gözü nemlenecektir.

Belki bir gün bir öğrencim;

“–Hocam, Millî Eğitim Bakanı oldum. İşe nereden başlayayım?” diye soracak. Ben de;

“–Annelere ve çocuklara beraberce; Yûnus, Mevlânâ ve tasavvufî hikâyeler okutalım.” diyeceğim.

Belki de okuyucularım daha da çabuk davranarak; apartmanlarında, mahallelerinde başlatacaklardır.