Cefâyı Safâya Çeviren İksir: AŞK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

“Cenâb-ı Hak, insanoğluna ihsan ettiği sonsuz nimetlerine ilâveten;

«Rûhumdan (kudretimden bir sır) üfledim.» (el-Hicr, 29) buyurarak, kendi katından bir cevheri ikram etmekle, ona kıymetlerin en yücesini lutfetmiştir. Buna mukabil olarak da onun, Zât-ı Ulûhiyyet’ine muhabbet sûretiyle kullukta bulunmasını, neticesinde de mârifetten nasip alarak, vuslata ermesini murâd etmiştir.”1 Bu yüce teveccühün idraki ile Hak dostlarının bütün gayreti de «vâsıl-ı ilâllah» olup, «Likaullâh»a mazhariyet ufkunda yoğunlaşmıştır. Tefekkür ve fiilinde, «her an O’nunla» olan bu mâneviyat şâhikaları, dünyanın med-cezirlerinden müteessir olmadan, her şeyde safâ bulmaya muvaffak olmuşlardır.

Kalp, «nazargâh-ı ilâhî» olması hasebiyle, havsalanın alamayacağı kıratta bir değere sahiptir. Mevlânâ Hazretleri -kuddise sirruh-;

“Kâbe, Âzeroğlu Halil İbrahim tarafından yapılmıştır. Gönül ise, yüce ve büyük Allâh’ın nazargâhıdır.” buyurarak dikkat çekiyor; insanın mazhar olduğu bu şerefe. Anadolumuzun gönül sultanlarından Yûnus Emre de, bu hususu;

Çalab gönüle baktı,

Gönül Çalab’ın tahtı.

İki cihan bedbahtı;

Kim gönül yıkar ise.

diye ifade ediyor; sıcacık, arı-duru terennümüyle. Onun için bu emsalsiz sarayın, hâiz olduğu değerle mütenâsip olarak, her türlü süfliyattan ârî olması gerekir.

“Nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye edip de kalb-i selîmin zirvelerine ulaşanlar, mâsivâ muhabbetinden âzâde olmuşlardır… Aksi hâlde kalp ilâhî lütuflara kapanır.”2

Mevlânâ Hazretleri -kuddise sirruh-, bu hakikati şöyle tebârüz ettirir:

“Eğer senin gönlün varsa, gönül Kâbe’sini tavaf et. Topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin mânâsı gönüldür. Cenâb-ı Hak görünen, bilinen sûret Kâbe’sini tavaf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş, arınmış bir gönül Kâbe’si elde edesin diye sana farz kılmıştır.”

Son devir gönül ehlinden Yaman Dede de şunu söylüyor; gönül âleminin kutsiyeti sadedinde: “Allâh’ın kullarından herhangi birinin gönül rızâsından bir an için uzaklaşmaktansa, diri diri yanıp ölmeyi tercih ederim.”3

Kur’ân-ı Kerim’de, kalbin mazhar kılınan şerefe lâyık hâle gelebilmesi, bu çerçevede irtifâ kazanabilmesinin yolu şöyle beyan buyurulur:

“Kalpler, ancak Allâh’ın zikriyle itmînâna erer.” (er-Ra’d, 28)

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bir kudsî hadislerinde şöyle buyuruyorlar:

“Allah Teâlâ buyuruyor ki:

«Ben kuluma, Ben’im hakkımdaki zannına göre muamele ederim. O Ben’i zikrettiğinde Ben onunla beraberim. O Ben’i kendi içinde zikrederse, Ben de onu zikrederim. O Ben’i bir topluluk içinde zikrederse, Ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde anarım.» (Buhârî, Tevhîd, 15)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün ashâb-ı kirâma hitâben;

“–Amellerinizin Allah katında en temizini (…) haber vereyim mi?” diye sordu.

Onlar da;

“–Haber ver ey Allâh’ın Rasûlü!” dediler.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Allâh’ı zikretmektir.” buyurdu. (Tirmizî, Deavât, 6)

«Zikrullâh»ın gönül dünyasını mâverâya kanatlandırmasıyla ilgili olarak; «Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri ile Sultan I. Ahmed Han’ın mânevî semâlarda sır ve makam ortaklığını, onlardan sâdır olan şu şiirler ne güzel aksettirir:

Hüdâyî Hazretleri;

Zâkir safâya irişür;
Envâr-ı zikrullâh ile.
Âşık Hudâ’ya irişür;
İksâr-ı zikrullâh ile…

derken;

I.Ahmed Han da;

Dil hânesi pür-nûr olur
Envâr-ı zikrullâh ile.
İklîm-i dil ma’mûr olur
Mi’mâr-ı zikrullâh ile…

demektedir.”4

Bilhassa herkesin kıymetini bilemediği geceler, Hak âşıkları için bulunmaz vuslat demleridir.

Hazret-i Mevlânâ, gecelerde yaşadığı aşk ve vecdi Dîvân-ı Kebîr’inde şöyle mısralara döker:5

Sâkî! Kadehi, aşk-ı ilâhî ile doldur!
Mestâneye, ekmek sözü etmekten uzak dur!
Sun kevseri, kansın suya hep teşne gönüller,
Deryâda yüzen canlı, sudan başka ne ister.
Doldur o şaraptan, yine doldur, yine bir sun!
Dursun gece, ey dost onu durdur, ne olursun!
Vur uykumu zincirlere vur, geçmesin anlar.
Varmaz gecenin farkına, varmaz uyuyanlar!

“Selîm, münîb ve mutmain vasıflarına sâhip kalbin alâmeti; rikkat (incelik), mahlûkata merhamet, gözyaşı, hâle rızâ, hak ve hayra hizmet, şerden kaçma, nasihat, irşâda koşma ve ilâhî aşkın hazzı ile dolu olmaktır.”6 Bu fazîletler, böyle bir kalbi sînesinde taşıyan Hak âşıklarında tecessüm etmiş, yüksek değerlerdir aynı zamanda. “Cefâ çekmeyen, safânın kıymetini bilmez.” derler. Bu Hak dostları da, dûçâr oldukları bütün mihnetleri, Allah Teâlâ’dan gelmesi hasebiyle, hüsn-i kabul ile karşılarlar. O -celle celâlühû-, nimetleri sonsuz öyle bir «Sultan»dır ki; O’ndan gelen her şey, kendi katından yüce bir ikram olması dolayısıyla müsâvîdir; ister cefâ olsun, ister safâ. Hattâ; «her kişinin değil, er kişinin kârı» olması; sabır, şükür, azim, tevekkül, fedâkârlık… gibi yüksek fazîletleri gerektirmesi dolayısıyla da, ilki tercihe şâyandır.

Kur’ân-ı Kerim’de;

«Peygamberlerin ve Allah dostlarının Allah yolunda yılgınlık göstermedikleri için Allâh’ın da onlara hem dünya nimetini, hem de âhiret sevabının güzelliğini verdiği» beyan buyurulur. (Âl-i İmrân, 146-148) Bu cümleden olarak; Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan itibaren, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e kadar bütün Peygamberân-ı Zîşân Hazerâtı, bahis mevzûu hâlet-i rûhiyeyi ve tavrı, insanlara örnek mesâbesinde, en mükemmel şekilde yaşadılar. Bu nebevî haslet bütün Hak âşıklarının da şiârı oldu.

Mevlevî Şair Esrar Dede, aşkı ferâgatte arar. Bülbül güle âşıktır; ama gülün rengi ve râyihası var. Aşkının karşılığını buluyor. Gerçekten aşk, yalnız pervânede vardır. O yalnız yanmak için âşıktır. Şair bu düsturu ne güzel ifade ediyor:

Dâvâsını terk etsin bülbülde fedâ yoktur;

Bir nükteciği aşkın pervânede kalmıştır.7

Bir aşk fedâisi olan Türkmen mutasavvıfı Fuzûlî’nin, âşığın sahip olması gereken ruh hâlini tasvir bâbındaki terennümü şöyle:

Âşık oldur kim, kılar cânın fedâ cânânına,
Meyl-i cânân etmesin, her kim ki kıymaz cânına.
Cânını cânâna vermektir kemâli âşığın,
Vermeyen cân, îtiraf etmek gerek noksânına.

Hak dostu;

“Allah Teâlâ’nın her an kendisiyle beraber olduğu”nun (el-Hadîd, 4);

“O’nun kendisine şah damarından daha yakın bulunduğu”nun (Kāf, 16) idraki ve her an yüce huzurda olmanın heyecanı ile mest hâldedir; başka bir şey umurunda değildir. Her esere nazarında, aklı müessirdedir. Malûm olduğu üzere: Hallâc-ı Mansur Hazretleri, bu sırrını avam arasında mahfuz tutamayıp; «Ene’l Hak!» diyerek fâş ettiği için, bilinen hüzünlü akıbete dûçâr kalmıştır. Hak âşıklarından İbrahim Tennûrî, Allah Teâlâ’dan gelen her şeye râzı oluşunu şu mısralarıyla dile getiriyor:

Hoştur bana Sen’den gelen,
Ya hil’at ü yâhut kefen
Ya taze gül, yâhut diken;
Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

Bu ilâhî aşkın ebedî neşvesini de, onu bizzat tadan Yûnus Emre şöyle dillendirir:

Bu dünyâ ol âhiretten içeri,
Âşıkın yeri var kimseler bilmez.
Yûnus öldü diye salâ verirler,
Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez.

Çok şükür ki; cemiyetimizde yaşayan pek çok istikamet sahibi şahsiyetler, varlıklarıyla yıldızlar gibi parlıyorlar; içtimâî hayatımızı ihya ediyorlar. Hak dostların feyizleriyle kemâle eren, ilâhi aşkın lezzetini tadan bu gönül ehli, teçhiz oldukları fazîletlerle, insanlara örnek oluyorlar; gıpta ile yâd ediliyorlar. Bu tevâzu ehlinin yüksek hasletleri ve aşklarındaki samimiyetleri, mâruz kaldıkları iptilâlar ve mihnetlerde daha bâriz olarak müşahede edilebiliyor.

Samsun’un 2003 yılında vefat eden merhum Hacı Hüseyin SEVİNÇ ağabeyi… Ömrünün son yıllarındaki ağır hastalıklarına rağmen, hayatının «yorulmayan» akışını hiç değiştirmeme gayreti ile ağır sıkıntılarını güzellikle kabullenmesi…

Öyle candan kabûlleniş ki;

“–Geçmiş olsun.” diyen ziyaretçiye;

“–Bir hasta mı var?” diye merakla soracak kadar…

Yine Samsun’da, kendisini çocuklara ve gençlere adayan ve 1995 yılında vefat eden yazar, tarih dersleri öğretim görevlisi merhum Ahmet Yılmaz BOYUNAĞA Hoca… Mâruz kaldığı ağır hastalıktan hiç şikâyet etmeden; hâl-hatır soranlara;

“Hükümdarlar gibiyim.” diyerek, kavuştuğu nimetleri ihsas etmesi…

Amasya’da birkaç yıl önce vefat eden merhum Tevfik KELEŞ Amca… İleri yaşında dûçâr kaldığı hastalıklara ve mihnetlere rağmen;

“–Nasılsın?” diye sorulduğunda, dünyanın en mesut adamıymışçasına, öyle derinden bir;

“–Elhamdülillâh!” çekişi…

Allah Teâlâ’dan gelen her şeyi, rızâ ve teslimiyet içerisinde, onu kendine hususî bir lütuf olarak kabul edebilmek; cefâda safâ bulabilmek; ölümü «şeb-i arûs» müjdesiyle karşılayabilmek ne saâdet…

____________________

1 Osman Nûri TOPBAŞ, Tasavvuf, Erkam Yay., İst. 2002, s. 13.

2 Osman Nûri TOPBAŞ, a.g.e., s. 31.

3 Mustafa ÖZDAMAR, Yaman Dede, Kırkkandil Yay., İst. 2008, s. 143.

4 Osman Nûri TOPBAŞ, Osmanlı, Erkam Yay., İst. 1999, s. 192.

5 Osman Nûri TOPBAŞ, Tasavvuf, s. 190.

6 Osman Nûri TOPBAŞ, a.g.e., s. 157.

7 Mustafa ÖZDAMAR, a.g.e., s. 34.