BİR ŞEHİDİN ARDINDAN

İrfan ÖZTÜRK

Birinci Dünya Savaşı…

Osmanlı’nın Almanlarla kader birliği yaparak İngiliz, Fransız, İtalyan ve Ruslardan oluşan itilâf devletlerine karşı onlarca cephede sürdürdüğü kanlı ve hazin savaş…

Çanakkale, Galiçya, Makedonya, Yemen, Hicaz, Filistin, Kafkas…

Kiminde destanlar, kiminde ağıtlar…

Bu harp, Almanlar ile Türklerin aynı saflarda olması münasebetiyle de fevkalâde bazı hâdiselerin meydana gelmesine sebep oldu. 1968 yılında Mahmut İSLÂMOĞLU hocamızdan -Allah kendisinden râzı olsun- dinlediğimiz bir hikâye de böyle başlıyor. İşittiğim gibi aktarıyorum:

Hangi cephesidir bilinmez, Birinci Cihan Harbi’nin kanlı muhârebelerinden birinde Balıkesirli bir er, ağır bir şekilde yaralanmış, kanlar içerisinde yere serilmiştir. Civarında da kimseler yoktur;

“Allah, Allah!” diyerek ıstırabını hafifletmeye çalışırken, şehâdet şerbetini içmek üzere olduğunu düşünüp sevinmektedir. Tek üzüntüsü; bir erkek evlâdı ile bir başına bırakacağı gözü yaşlı hatunudur.

Vasiyet etmenin dînimizdeki önemini bilen bu kahraman askerin gözleri, hanımına son sözlerini ulaştıracak birini arar. O esnada üniformalı bir Alman subayı belirir. Yaralı askeri görünce yanına yaklaşır ve elinden tutarak kimliğini sorar. Son nefeslerini almakta olan er, kimliğini verir ve şunları ekler:

“Verdiğim adreste eşim Fatma ve oğlum var. Eşime söyle, ben şehid oluyorum. Milletim ve vatanım uğruna verdiğim canımı milletime helâl ettim. Yurdumda ezanlar susmasın; medreseler kapanmasın; camilere kilit vurulmasın; Kur’ânlar her evde ve her mekânda ihlâsla okunsun; dînime, ırz ve namusumuza zarar gelmesin, diye çarpıştım.

Hatunum Fatma’ya söyle; ben okuyup âlim olamadım. Oğlumu okutsun. Varını-yoğunu satsın, bütün zorluklara rağmen evlâdımı okutsun. En büyük fakirlik, ilim ve irfandan mahrum olmaktır, bunu hiçbir zaman unutmasın…

Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Rasûlühû…”

Askerin metanetle söylediği son sözlerini kalbine nakşeden Alman subay, kollarında can veren şehidden çok etkilenmiştir. Uzun müddet şehidin yanında kalır ve kendi kendine;

“İşte din dediğin böyle olur…” sözleriyle hakka tercüman olur.

Harpten sonra bir fırsat bulur ve şehidin verdiği adrese gider. Şehidin hatununu bulur, acı haberi kendisine bildirerek teselli eder ve eşinin vasiyetini tek tek Fatma Hanım’a aktardıktan sonra;

“–Şimdi sizden rica ediyorum, durumunuz müsait değilse çocuğu bana ver, Almanya’ya götüreyim. Ben okutup, babasının vasiyetini yerine getireyim. Çünkü eşinizin sözleri ve tavırları beni çok etkiledi. Doğrusu eşin gibi dînine bağlı bir insan olmayı çok arzu ederdim. Ama şu an durumum buna müsait değil.” der.

Fatma Hanım, bir müslümana yaraşır şekilde teşekkür ettikten sonra şunları söyler:

“–Kumandan, şu anda çocuğuma bakacak, çocuğumu okutacak kadar maddî imkânım var. İmkânı olanların, imkânlarını kullanmadan başkalarına yük olmaları İslâm’a göre caiz değildir. Şimdilik buna; «Evet!» diyemem.”

Alman subayı bu sözler karşısında bir şok daha yaşar ve;

“–O hâlde bir gün imkânların elvermez, çocuğun da tahsili bitmezse sonuna kadar okutmak üzere ben onu Almanya’ya almaya hazırım.” diyerek adresini verir ve oradan ayrılır.

Fatma Hanım; kocasının acısını yüreğine gömer, vasiyetini hayata geçirmeye ahdeder ve hayatın çilelerini Allâh’ın lutfu ile aşar. Çocuk liseyi bitirmiş bir delikanlı olur. Fakat ailenin maddî imkânları iyice tükenmiştir ve daha ilerisini okuma imkânı kalmamıştır.

Bir gün ana-oğul dertleşirlerken evlâdı sorar:

“–Anneciğim, babam hangi tarihte şehid olmuştu?”

“–Babanın Kur’ân’ının iç kapağına yazmıştım evlâdım, getir de bakalım.”

Delikanlı hürmetle babasının mushafını açtığında bir yazı dikkatini çeker:

“–Anneciğim, burada Almanya’dan bir adres var. Bu nedir?”

Annesi Alman zâbitin adresini kaybolmasın diye Kur’ân’ın arasına koymuştur. Bugüne kadar olanlardan oğlunu haberdar etmemiştir. Oturup oğluna uzun uzun olanları gözyaşlarıyla anlatır. Çocuk;

“–Anne nasılsa adres var, bir mektup yazalım, adamın niyeti devam ediyorsa hâlen de o adresteyse bir cevap verir.” der ve durumu anlattıkları mektubu postaya verirler.

Takdirin işi, mektup Alman subaya ulaşır. Sözünde duran zâbit, mektubu alır almaz Türkiye’ye gelerek annesinin müsaadesiyle çocuğun tahsilini tamamlatmak, yüksek tahsilini yaptırmak üzere Almanya’ya götürür.

Beş, altı yıl sonra delikanlı orman yüksek mühendisi olarak mezun olmuştur. Alman subayı elinde diploması olduğu hâlde delikanlıya gelerek;

“–Oğlum, işte diploman, hayırlı olsun. Şimdi irade yani karar senin. Ben sözümü tuttum, vazifemi yaptım. Sen ister burada vazife al, burada çalış. İstersen gidip memleketinde hizmet et, karar tamamen size aittir. Annenle görüş, kararını bana bildir.” der.

Delikanlı annesiyle mektuplaşır. Annesine, hâmîsi olan Alman subayının iyiliklerini anlatıp, teklifini bildirir ve kararını sorar.

Annesi;

“Oğlum, baban öleli, dünya bana zindan oldu. Sen Almanya’ya gideli bu ıstırabım daha da arttı. Türkiye’ye gel, burada hizmet et. Müslüman olarak memleketine hizmet et ki, babanın rûhu şâd olsun, milletimiz yücelsin.” der.

Bunun üzerine mühendis bey, anne sözüne itibar ederek kendisine âdeta bir baba gibi kucak açan Alman subayından, yaptıklarına ve hizmetlerine teşekkür ederek izin ister ve Türkiye’ye gelerek İstanbul’da işe başlar.

Li-hikmetin genç mühendisimiz; çok halim-selim, ahlâkı mazbut, namuslu bir kişiliğe sahip olup, dînî vecîbelerini de yerine getiren birisidir, bu konuda hiç ihmali olmamıştır. Bir görüşmede annesine;

“Anne, Almanya’nın şu sisli gecelerinde bir defa olsun üzerime güneş doğmamıştır. Allâh’a hamdolsun.” demiş de annesi sevinç gözyaşlarını dökmüştür.

Kiralık olarak tuttuğu ev, çok güzel bir evdir. O güne kadar böyle bir evde oturmamıştır, bekârdır. Artık evlenecek, annesini de yanına alacak, annesine çektiği sıkıntıları unutturacak bir hayat bahşedecektir.

Ev sahibi; mühendisin güzel ahlâkını, dürüstlüğünü, hâl ve hareketlerini çok beğenmiştir.

Bir gün mühendis beyi evine yemeğe çağırır. Yemekten sonra söze şöyle başlar:

“Oğlum, gördüğün şu iki kız, benim kızlarımdır. Bugüne kadar pek çok talipleri çıktıysa da uygun birini bulamadığım için evlendirmedim. Şimdi ise üç aydır evimde kirada olmanız itibarıyla sizi beğendik, hâlinize hayran kaldık. Şu iki kızımdan birini, hangisini beğenir eş olarak kabul ederseniz vermeye hazırım. Gerçi siz müslüman ben ise Ermeni’yim ama; kızımı bir Ermeni’ye vermektense dürüst, olgun, sözünü, işini bilir, hele hele dînine karşı yapılması gerekenleri yapan sizin gibi bir müslümana vermeyi şeref bilirim.”

Mühendis bey gayet vakûr bir edâ ile;

“Teşekkür ederim, annemle bir görüşeyim, sonra Almanya’da bana mânen babalık yapmış bir büyüğüm var, ona da sorayım. Daha sonra cevabımı iletirim.” deyip ayrılır.

Annesine meseleyi açtığında, annesi önce müsbet yaklaşmıştır, fakat kızın bir Ermeni ailesinin kızı olduğunu duyunca, Birinci Dünya Savaşında Ermeni komşularının vefâsız ve gaddar muâmeleleri bir anda gözlerinin önüne gelir ve;

“Ne diyorsun oğlum! Ermeni kızını alıp da babanın kemiklerini mi sızlatacaksın? Asla bu iş olmaz, asla!..” diyerek cevap verir.

“Anne, Almanya’ya da mektup yazdım. Zâbit amcanın üzerimde çok emeği var, onun da görüşünü alalım, öylece karar verelim.” deyip, mektubun gelişini beklerler.

Alman subay, mühendisin mektubunu almış, okumuş, duruma muttalî olmuştur. Kollarında şehid olan Türk askerinin oğlu, bir Ermeni kızı ile evlenmek için kendisinden izin istemektedir. Kalemine sarılır ve cevabı şöyle yazar:

“Kıymetli oğlum! Mektubunu aldım.

Demek bir Ermeni kızı ile evlenmek için izin istiyorsun…

Ey şehid babanın oğlu! Müslüman ve şehid bir babanın oğlu olarak, müslüman kanını Ermeni kanına nasıl karıştıracaksın?!

Asla! Asla! Asla!.. Râzı gelmem. Kendini bil! Çünkü sen müslümansın! Bunu yapamazsın. Evet bunu bir Alman olarak ben söylüyorum. Çünkü ben de müslümanım!

Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Rasûlühû…”

Mektubu alan delikanlı, yıllarca mânen baba bildiği Alman subayının hidâyete erdiğini öğrenince büyük bir sevinçle dolar ve Ermeni ev sahibinin teklifini reddeder.

Yaşanmış bu hâdise ne kadar ibretlidir. Son nefesinde müslüman vakarını, şahsiyetini sergileyen bir mü’min er; bir Alman subayını derinden etkilemiş ve o birkaç dakikalık hâli ile, bir gayri müslimin ebedî geleceğini saâdete eriştirmiştir.

Allah Teâlâ hepimize, dînimizin emirlerine hassâsiyetle uymayı ve dînimizin gereklerini yerine getirmeyi nasip ve mukadder kılsın inşâallah.