YAZI YAZMAK
Sadettin KAPLAN sadettinkaplan@gmail.com
Yazı; meramın dil ile ifade etme imkânı bulunmayan uzak mesafelere, ya da söylem sahibinin olmadığı yer ve zamanlara ulaştırılması amacıyla insanoğlunun îcat ettiği en önemli buluştur. Öyle bir buluş ki, «O olmasaydı; acaba ne yapardık?» diye düşünmek bile aklı yoruyor…
Şu anda, sizler şu satırları eğer okuyorsanız, uzun veya kısa bir zaman perdesini açarak, bana; benim bir süre önce sizlere söylemek istediklerime ulaşmış oluyorsunuz. Ben o anda nerede olursam olayım önemi yoktur…
Medeniyet yazının îcâdıyla başlar. Geçmiş zaman dilimlerini bir portakal gibi dilim dilim bize ulaştıran ve adına «tarih» denen bilimin oluşması da yine yazının îcâdıyla başlamaktadır. Yoksa biz, yüzyıllar önce yeryüzünü kasıp kavuran savaşları, tabiî âfetleri, siyasî ve sosyal çalkantıları nereden bilecektik?..
Yazı… Kâğıt üzerine bir şekilde çizilen bu garip şekillerin sihriyle dilimize ya da beynimize yansıyan kelimeler, cümleler ve anlamlar manzûmesi… Sanırım bu konu üzerinde düşünmek bile beynimizi büyük bir hazla yormaktadır… Dilsizin, kalemi dil yerine kullanmasıdır yazı…
Harfler, harflerin yan yana gelmesiyle oluşan kelimeler ve kelimelerin sıralanışıyla bir anlam ifade eden cümleler… Bir düşünün. Bir masada karşılıklı olarak oturan iki kişi, önlerinde birer kâğıt ve ellerinde birer kalem. Hiç konuşmadan, tek kelime bile etmeden önlerindeki kâğıda birtakım şekiller diziveriyorlar, sonra da bunları karşısındakine gösteriyorlar… O şekiller dizisinden, karşısındakinin ne dediğini sanki dil ile söylenmiş gibi anlayıp algılıyor karşısındaki. Şekillerin ifadesine göre ya gülüyor, ya öfkeleniyor, ya da üzülüyor. Sonra da o önündeki kâğıda bir şeyler çiziktiriyor… Bu defa karşısındaki bunlara bakarak bir şekilde etkileniyor… Bu nice bir lisandır ki, dile gelmeden kalemin ucundan kâğıda ve oradan da akla ve belleğe geçebiliyor…
Makamlara verilen «arz-ı hâl», sevgiliye ulaştırılan «nâme», alacaklıya verilen «senet» veya kendisinden sonrakilere bırakılan «vasiyet…» Bunları yazan kimse; o makamda, sevgilinin yanında, alacaklının karşısında ve ailenin huzurunda olmasa da diyeceklerini demiştir…
O eskidendi. Artık bilgisayar çağındayız… İyi de, bilgisayar da bu «yazı» denen lisânı kullanıyor bir şekilde… Birbirinden çok uzakta olan kişilerin, «internet» ortamında, bazı tuşlara dokunarak söylemek istediklerini ânında karşılarındakilere ulaştırma imkânları var bugün. Ancak, bilgisayar denen bu hârika îcâdın da çoğu kez kullandığı, bu «yazı» denen sessiz lisandır…
Her şey gibi yazının da önemi, okur-yazar olanların çok az olduğu yörelerde ve zamanlarda kendini gösterir… Telefon denen îcâdın henüz çok yaygın olmadığı yıllarda özlemler, acılar ve duygular hep birer ak kâğıda yüklenir, kuşun kanadında ulaştırılırdı gideceği yerlere…
Mektup diye bir şey vardı. Kendine mahsus başlangıç ve bitim kuralları olan, yazan ya da yazdırana göre yavan sözden edebiyata kadar ulaşan mektuplar… Üzerine el kalıpları çıkarılan, lâvantalarla koku verilen, ucu yakılan sevda mektupları…
O dönemlerde okumak ile yazmak at başı gitmezdi. Kimileri sadece okur, ama anlaşılır şekilde yazamazlardı. Hem okuyup hem de yazabilene «okur-yazar» denirdi. Önemliydi okur-yazar olmak… Kimi, okuduğu hâlde yazamamanın hüznüyle;
Yazı bilmem, yazı bilmem,
Okurum, yazı bilmem.
Bu kış da buradayım,
Gelecek yazı bilmem
diye duygularını mânileştirirken, bir başkası başka bir mâniyle özlemini dile getirirdi:
Gece çıktım ayaza,
Sarıldım bir beyaza,
Öyle bir yâr sevem ki,
Hem okuya, hem yaza…
Kimisi de, okuyup yazabildiği hâlde mutlu değildir. Özlem ve arzularına çare değildir okur-yazar olması…
Hem okudum hem de yazdım
Yalan dünya senden bezdim
diye çaresizliğinin türküsünü söyler…
Yaz geldi. Tüm güzelliğiyle, umut hevenkli dallarıyla, titrek gölgeli yollarıyla yaz geldi… Yaz ile ilgili bir yazı yazmak istedik. Ruh bedene sığmıyor ki… Gönül coşkulu, beden uyuşuk… Kimilerinin ayaklarına bir halı gibi serilen yaz bahçeleri, bizim için naz bahçeleridir… Şehrin gürültüsünü bırakıp bülbül ezgileri dinlemeyi kim istemez ki?
Ancak…
Gönül ne denli coşkulu olursa olsun, beden şehrinin ufuklarında şiir gibi akşamların, limonata gibi sabahların umut rengi görünmüyorsa; seyredilecek manzara bayatlamış kıştır…
Ve kara kar yağan amansız sevgi kışı gelip, yüreğinizin yaylasına konaklamışsa; hangi baharın tomurcuğu filizlenebilir kaleminizin ucunda?..
Zor iştir o kalemle yazı yazmak, ya da «yaz»ı yazmak…