KARDEŞLİK DEYİNCE…
M. Ali EŞMELİ seyri@yuzaki.com seyri@seyri.com
Mesnevî’de anlatılır:
Erenlerin büyüklerinden Zünnûn-i Mısrî’yi, bir ara öyle bir aşk hâli kapladı ki, görenler onu deli zannetmeye başladı. Ondaki aşk ateşi, âdeta halkın sakalını tutuşturdu. Tuttular, deliler zindanına attılar.
O da hiç sesini çıkarmadı.
Halkın şerrinden dolayı tımarhaneye girdi. Akıllılardan utandı da kendini deli gibi gösterdi.
Sevenleri bu hâle çok üzüldüler. Hemen yanına koştular.
Fakat Zünnûn uzak durdu:
–Siz kimsiniz?
–Biz sizin dostlarınızız!
–Nasıl bir dost?!.
–İçimiz sızlıyor; hâlinizi-hatırınızı sormaya geldik.
Zünnûn, alâka göstermedi, kaşlarını çattı.
Çaresiz bir şekilde dediler ki:
“–Ey içi hünerlerle dolu akıl denizi! Neden kendini deli gösteriyorsun? Külhan dumanı güneşe nasıl ulaşır? Zümrüd-i ankā kuzguna nasıl âlet olur?
Biz seni seven kişileriz. Hâlini bize anlat. Bizi yabancı yerine koyma. Senin bu hâlinden gönüllerimiz yaralıdır. Çünkü biz iki dünyada da sana gönül bağlamışız. Haydi ey mânâ padişahı! Sırrı ortaya koy. Ey ay yüzlü! Yüzünü bulutla örtme.”
Zünnûn, bu ifadeler karşısında da oralı olmadı. Tuttu, bir de kötü sözler söyledi. Deliler gibi saçma sapan lâkırdılar etti.
Sonra da;
Âniden yerinden sıçradı, kalktı. Kendisine sevgi izhar eden ziyaretçilerine taşlar yağdırmaya, sopalar fırlatmaya başladı. Adamcağızlar da, yaralanırız korkusu ile kaçıştılar.
Onların bu hâline Zünnûn, acı acı güldü. Kederle söylendi:
–Hey gidi hey! Şu dostların dostluklarına bak!
Devam etti:
–Dostlara bak dostlara! Nerede dostluk belirtisi? Dost dediğin kimseye; en okkalı zahmet ve ıstıraplar bile can gibi tatlı gelir. Bir dosta dostun cefâsı nasıl ağır gelir? Cefâ ve ıstırap iç gibidir. Dostluk, onun kabuğuna benzer.
Hey gidi hey!
Dostluğun alâmeti; belâ, âfet ve mihnetlerden hoşlanmak değil midir?
Şu ham adamlar bilmiyorlar ki;
Dost, altın gibidir. Belâ da ateşe benzer. Ve hâlis altın, ancak ateş içinde saf bir hâle gelir.
Kıssa açık.
Hisse mânidar.
Zünnûn-i Mısrî, kardeşlik ve dostluk bahsinde çok hassas bir mihenk kullanıyor. Çünkü mihenklerindeki yegâne hedef, en ince ve en makbul ölçülerle dostlar dostu olan Cenâb-ı Hakk’a gerçek bir dost olabilmek.
Bu sebeple onlar;
Kardeşlik ve dostluk deyince, sıradan bakmıyorlar.
Makbuliyet mîyârına ve kardeşliğin hakikatine dikkat ediyorlar.
O mîyar ve hakikat, meselenin hem özü hem de hikmeti.
Onda;
Kardeşlik ve dostluğun lüzumuna paralel özellik:
Altın gibilik.
Ama;
Toz ve topraktan arındırılmış hâlis bir altın. Problemler, çileler ve imtihanların yakıcı ateşlerinde eriye eriye tamamen saf ve katıksız hâle gelmişlik kıvâmı.
Bu kıvam olmadan kardeşlik; tam anlamıyla güzelliğini tecellî ettiremez, kendini gösteremez. Güzel güzel geçinip giderken araya bir kemik düşse, bin bir hır-gür başlar. Yandan bir keçi zıplasa, kan beyne sıçrar. Aradan bir kedi geçse, öfkeler kabarır. Köşeden bir fare fırlasa, ortalık karışır.
İki dakikada;
Ne kardeşlik kalır ne dostluk, ne fazîletler kalır ne sabır, ne güzellik kalır ne özellik…
Oysa;
Kardeşlik cılız bir ip olmamalı. En küçük bir asılmada veya yükte kopmamalı. Aksine inceldikçe sağlamlaşmalı. İnceldikçe kuvveti ve kopmazlığı artmalı.
Bunun için yukarıdaki kardeşlik kıvâmı, olmazsa olmaz bir şart!
O şart yerine gelmeyince nice kırk yıllık dostluklar kırk saniyede sıfırlanır. O şart yerine gelince de, kırk saniyelik dostluklar bile kırk yıllık sarsıntılara göğüs gerer.
Yani;
Mühim olan, gerçekten kardeşlik.
Karşılıksız kardeşlik.
Dar ve zor zamanlarda kendini daha bâriz gösteren ve değişen şartlar altında asla değişmeyen bir kardeşlik.
Bünyesinde bilhassa ikiyüzlülüğü hiç barındırmayan bir kardeşlik.
İstismara kapalı, doğruluk ve güzelliğin istifadesine açık bir kardeşlik.
Her hâlükârda nefsânî çıkışları ve tehlikeleri bastırıcı, şeytânî hisleri de yok edici bir kardeşlik.
Mânevî duyguları ise, daima diriltici ve yeşertici bir kardeşlik.
Son nefes tohumu olan bir kardeşlik.
Ebediyet çırasıyla tutuşmuş bir sevginin harmanı olan kardeşlik.
Hazret-i Peygamber’in talim ettiği ve sahâbesinde gerçekleştirdiği şu kardeşlik:
“Canım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki sizler îman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de îman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!” (Müslim, Îmân 93-94; Tirmizî, Et’ime 45; İbn-i Mâce, Edeb 11)
Îman gibi büyük bir hakikat, diğer şartları yanında bir de niye kardeşlik şartına bağlanmış?
Çünkü;
Onun istediği öz, kardeşlik ilâcında. Îmanın insanda yapacağı tedavi ve terbiyenin cevheri, kardeşlik iksirinde. O ilâcı ve iksiri içmeden îman sıhhatine kavuşmak mümkün değil. Çünkü insanlar bir arada yaşamaya mecbur olduklarından dolayı aralarındaki kardeşlik ayarı son derecede mühim. Öyle ki;
Allah, en azılıları bile kaynaştırma ve düzeltme mayası olarak «kardeşlik» vurgusuna dikkat çekmekte:
“Toptan Allâh’ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allâh’ın size olan (şu) nimetini hatırlayın/düşünün: Düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı/gönüllerinizi birbirine kaynaştırdı da O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeş oldunuz. (Kardeş olmadan önce) bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi (birbirinize kardeş yapmak sûretiyle) oradan kurtardı…” (Âl-i İmrân, 103)
Bu kardeşlik;
İnsanın iç dünyasındaki kirleri ve pislikleri temizleyen ve gönülleri arındıran bir su gibi. İlâç gibi. Derman gibi.
Denilebilir ki;
Ortalığı kasıp kavuran nice kavgaların ve gürültülerin çaresi, kördüğüm problemlerin en verimli çözüm noktası da, her şeyden önce kardeşlikten ibaret.
Yani;
Bir ömür hâlledilemeyecek meseleleri de bir dakikada hâlletmek, kardeşlikle mümkün. Bu sebeple Hazret-i Peygamber, ashâbını birbiriyle kardeş yaptı.
Birbiriyle kardeş olan her sahâbî, her şeyini kardeşiyle paylaştı. Önceki düşmanlık ve kinlerin yerini muazzam bir muhabbet ve kardeşlik doldurdu.
Müşrikken yıllardır aralarında çözemedikleri karmaşık ve belâlı problemleri kökünden çözdü. Herkes birbiriyle af yarışı hâlinde oldu.
Onlardaki böylesine muhteşem kardeşlik, daha neleri neleri çözmedi ki! Nice kan dâvâlarını ortadan kaldırdı. Öfke ve hışımları yatıştırdı. Hasımlıkları ve düşmanlıkları giderdi. İnsanlar arasındaki en iflâh kesen uçurumları yok etti. Edebildi.
Sadece kardeşlikle!
Hakikaten;
Kimi zaman öyle fırtınalar eser, öyle kasırgalar kopar ve öyle ihtilâf alevleri tutuşur ki;
İnsanoğlu, hangi mükemmel hasletlere ve özelliklere sahip olursa olsun, bir damlacık husûmet suyunda boğulur gider.
Öyle anlarda;
Volkanda bile erimeyen iradeler, bir de bakarsınız ki bir kibrit alevinde bile mum gibi eriyip gitmiş.
Bakarsınız;
Kubbeler habbe olmakta, habbeler de kubbe olmakta. Yani incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler, koca dağlar gibi büyük birer belâ sayılmakta, aksine dağ gibi şeyler de toz kadar bile önemsenmemekte.
Bakarsınız;
Kavgalar ve gürültüler, hiçbir çareye eyvallah etmiyor.
Çare yok mu?
Her şeye rağmen var.
Ama;
Kalplerin kapısının açılacağı tek bir çare var.
O da;
Kardeşlik!
Sosyal hayat dikkatle incelendiğinde göze çarpacak en belirgin gerçek bu.
Cemiyetteki müzmin problemler; şu şu prensiplere ve husûsiyetlere göre değil, ancak kardeşlik anlayışına göre çözülebilir. Başka türlü her metot, ne kadar kıymetli ve faydalı da olsa, gönüller arası uçurumları kapatmaya yetmez, aksine bazen o faydalı metotlar bile, bizzat uçurum hâline gelir.
Hâsılı;
İlle kardeşlik, ille kardeşlik…
Bu noktayı yakalamak mühim…
Bu nokta yakalandığı an, yani kardeşlik en güzel şekilde tesis edildiği zaman, şu köhne cihanda ne büyük fazîletler sergilendi…
Fakat;
Kardeşlik bozulunca da dünya ne fecî hüsranlara, zulümlere, vahşetlere ve perişanlıklara sahne oldu…
Gerçekten de;
Kardeşlik tesisi ile muazzam medeniyetler meydana geldi, onun inkırâzı/bozulması ile de akla-hayale gelmez çöküşler ve yıkılışlar yaşandı.
İnsanların arası, hep bu gerçeği unuttuğu zamanlar bozulmaya ve tıkanmaya başladı. Kan dâvâları vesaire, hep kardeşliğe halel geldiği zaman ortaya çıktı.
Neye ve nelere gelse de, kesinlikle kardeşliğe halel gelmemeli.
Çünkü;
Halel gelmiş bir kardeşlikten hiçbir bereket doğmaz. İçine virüs damlamış kardeşlikten sıhhatli bir muâmele mümkün değil.
Çünkü;
Onların gözleri güzelliğe karşı şaşı ve âmâ hâle gelmiştir. Bu hakikati Hazret-i Mevlânâ şöyle dile getirir:
“Hazret-i Yûsuf, kardeşlerinin gözüne çirkin bir mahlûk gibi görünüyordu. Kardeşleri Yûsuf’u çekemedikleri ve kötü hayallere kapıldıkları için ona çirkin dediler. Çünkü gönül gözleri âmâydı.
Zâhirî, gözle görülen kurt; Yûsuf’un etrafında dönüp dolaşmadı. Fakat kardeşlerinin hasedi, yaptıkları kötülükler ve vicdansızlıklarla kurtları da geçti. Bu haset kurdu Yûsuf’u parçaladı da; «Biz onu elbiselerimizin yanına bırakmış gitmiştik. Onu kurt kapmış.» diye kardeşleri tatlı sözlerle özür dilediler.
Yüz binlerce kurtta bu düzen ve hile yoktur. Fakat bu haset kurdu, sonunda rüsvâ olacaktır.”
Kardeşlikteki bu haset, ya da ihtiras ve çeşitli sebepler yüzünden oluşan ârızalar ve hazin neticelerini bizzat Kur’ân-ı Kerim, birer ibret örneği olarak aktarmakta ve yüce dînimiz İslâm;
Kardeşliği zedeleyen her şeyi yasaklamaktadır:
Dedikodu, gıybet, alay, yalan, kötü niyet, garezkârlık, sahtekârlık, kandırmaca, aldatmaca, hile, hâince fısıltı vesaire…
Bunlara kalkışanlar, hiçbir zaman gerçek bir kardeş olamamış!
Onlar;
«Hem şeytanı, hem Rahmân’ı memnun edebilir miyiz?» çabasında nefeslerini gafletle tüketenler!
Onlar;
Cebrâil’le iblisin aynı çember içinde yer alamayacağını bilemeyen idraksizler!
Onlar;
Kardeşlik hakkını; kötülük ve zulüm, istismar ve ifsat yönünde kullanmaya kalkışan zavallılar!
Oysa ki;
Kötülükle kardeşlik olmaz. Zulümle kardeşlik olmaz. İstismarla kardeşlik olmaz. İfsatla kardeşlik, hiç olmaz. Hatalara göz yummak, günah ve yanlışlara gaz vermek ile de kardeşlik olmaz.
Çünkü zulüm, yıkımdır. Kötülük, virüstür. İfsat, mikroptur.
Kardeşlik ise bunları üretmek değil, aksine temizlemek ve bertaraf etmekle kāim. Müsbet mânâda. Şöyle: Mikrobu kabul etmeyeceğiz. Ama muhatabı da o mikrobun ağzında lokma yapmayacağız. Bir tabip mahâreti ile. Kardeşlik bunu gerektirir.
Doktorluk yapacak kimseler; «Aradığım ve beklediğim fırsat bu!» deyip de önüne gelen hastayı mikrobuyla baş başa bırakırsa, kardeşlik lâftadır.
Yarayı sarmayandan kardeş olmaz!
Günahtan engellemeyenden kardeş olmaz!
Doğruyu söylemeyenden kardeş olmaz!
Açı doyurmayandan kardeş olmaz!
«Acıyın!» feryatlarını duymayandan kardeş olmaz!
Düşeni kaldırmayandan kardeş olmaz!
Affetmeyenden kardeş olmaz!
Kardeşinin iyiliğini istemeyenden kardeş olmaz!
Yetim malı yiyenden kardeş olmaz!
Kul hakkını hiçe sayandan kardeş olmaz!
Öfkesini yutamayandan kardeş olmaz!
Tebessüm edemeyen sırıtkandan kardeş olmaz!
Can evinden, içten, samimî olmayandan kardeş olmaz!
Sevmeyenden kardeş olmaz!
Ancak bu olmazları anlayıp da;
Yaraları sarabilenlere ne mutlu!
Sevapla yoğurabilenlere ne mutlu!
Sözü ve özü doğrulara ne mutlu!
Açları doyurabilenlere, acı feryatları duyabilenlere, düşenleri kaldırabilenlere, affedebilenlere, öfkesini yutabilenlere, pür-tebessüm olabilenlere, samimî ve içten gönüllere ne mutlu!
Kul hakkına riâyet edebilenlere, kardeşi hakkında daima hayır ve iyilikten yana olabilenlere ne mutlu!
Sevebilenlere ne mutlu!
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Hiç şüphesiz Allah Teâlâ kıyâmet günü; «Nerede benim rızâm için birbirlerini sevenler? Gölgemden başka gölgenin bulunmadığı bugün onları, kendi Arş’ımın gölgesinde gölgelendireceğim.» diyecektir.” (Müslim, Birr, 37; Tirmizî, Zühd, 53)
Hak sevgisinden tecellî bir kardeşlik sevgisinin müjdesi ve mükâfatı, işte bu!
Eğer bu sevgi zedelenirse, unutmamalı ki, gönüldeki Hak sevgisi zedelenmiştir.
Kardeşliği en belirli hatlarıyla böyle anlamalı.
Başka anlayışların tamamı bir hiç, hepsi nafile, tümü hüsran!
Kardeş kavgalarının açtığı yaralar, tarihin nice seçkin sayfalarını bile kana bulamadı mı? İlk Peygamber Hazret-i Âdem’in oğlu Kābil, öz kardeşi Hâbil’e nasıl kıydı? Kardeşleri, hiçbir günahı ve suçu olmayan Yûsuf’a neler yaptı?
Kardeş nedir?
Aynı kubbede, aynı harmanda, aynı mükâlemede, aynı iklimde, aynı soğukta ve sıcakta beraber ve bir yaşayan; ruhları aynı, inançları aynı, genel müşterekleri aynı olan gönüllerin cennet bağıdır.
O bağın gönülleri;
Bir garip kardeş görünce, içleri titrer. Mazlum görünce, ağlar. Masum görünce, kol-kanat olur. Mücrim görünce, duâ duâ elleri karıncalanır.
Kardeşlik bu!
Maalesef hayatın onca ibretli kötü hâdiselerine rağmen kardeşliği herkes farklı bir şekilde anlıyor.
Aslında bu anlayışlar, anlayanların durduğu noktaların farklılığını gösteren bir ayna. O aynada neler yok, neler!
Kardeş deyince…
Batılı ne anlıyor, doğulu ne anlıyor?
Kâfir ne anlıyor, mü’min ne anlıyor?
Zengin ne anlıyor, fakir ne anlıyor?
Güçlü ne anlıyor, zayıf ne anlıyor?
Patron ne anlıyor, işçi ne anlıyor?
Yöneten ne anlıyor, yönetilen ne anlıyor?
Ne anlamalı?
Anlamalı ki,
Kardeşlik, mevcut olduğu alâka bağına göre bir kuvvete sahiptir.
Îman/din kardeşliği,
Kan/biyoloji kardeşliği,
Dâvâ kardeşliği,
Takım kardeşliği,
Heves/nefsâniyet kardeşliği…
Kartvizit kardeşliği…
Hangisi efdal?
Mâlûm.
Ama görmek ve idrak etmek gerek.
Kardeşliğin yönünü ve özünü iyi bilmek ve ayarlamak gerek. Çünkü;
İnsan, hangi yönde kardeş olmaya karar verirse o yönde yığınla özelliğe karar vermiş oluyor. Hele doğru bir kardeşliğe yöneliş, otomatik olarak insana ne yüce ve mükemmel sıfatlar kazandırıyor. Nice menfî/kötü sıfatlardan da muhafaza ediyor. Onun için Hazret-i Peygamber’in talimatı;
“Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz!” şeklinde.
Çünkü;
Kardeşlik şuurunda olmayan kimse, kendinden gafildir. O gafletle sadece başkalarını kusurlu görür. Kendi kusurlarına karşı âmâdır.
Oysa;
Kardeşlik nûru, kusurları yıkayan bir ışık. O ışıkla kusurlar yıkandığı an, insan tertemiz olur. Bu tertemizlik de, muhabbeti yüz kat daha artırır.
Kardeşlerini ayıplamayan Yûsuf’un nûru bambaşka idi. Kardeşleri o nur ile muammer oldular. Fakat daha önce o kardeşlik duygusu içinde olamadıklarından dolayı karanlıkta kalmışlardı.
Mevlânâ der ki:
“Sokaktan geçerken, Yûsuf’un yüzünün nûru; o civarda bulunan köşklerin, evlerin pencerelerinden, kafeslerinden içeriye vururdu, düşerdi.
Köşklerde bulunanlar; «Belli ki Yûsuf gezmeye çıktı; şimdi buradan geçiyor!» derlerdi.”
İşte kardeşlik nûru böyle olmalı.
Olabilenler…
Gerçek kardeşler;
Aynı özelliklerle yoğrulur,
İyilik ve takvâda yardımlaşır,
Hakkı ve hayrı tavsiye eder,
Günahtan alıkoyar,
Sözünde durur,
Ahde vefâ gösterir,
Emânete riâyet eder,
Ayıpları giderir,
Zulmetmez,
İnsan eti yemez,
İhânet etmez, arkadan vurmaz,
İhtiyaç ânında koşar,
Zor zamanda yanında olur,
Arabozucu değil, arabulucudur,
Geçim ehlidir,
Mütebessimdir,
Allah için sever…
Kardeşlik gıdası; ancak bu özellikleriyle iki dünyada da şifâ, safâ, vefâ ve kurtuluş. Bir ebediyet dermanı. Fakat insan, hayırsızlık ve isyan yolunu seçmişse, ona kardeşlik gıdası kâr etmez. Zaten onun beslendiği mânevî gıda da kendi hâline benzer. Hazret-i Mevlânâ mânidar bir şekilde buyuruyor:
“Söyle bakalım: Öküze ve eşeğe şekerden ne fayda var? Her canlı olanın başka gıdası vardır.
Birisi hastalık yüzünden toprak yemeyi sevse, o kişi toprağı kendisine gıda sanır. O asıl gıdasını unutmuştur da, hastalık yüzünden gıda sandığını yemeye başlamıştır. Şerbeti bırakmıştır da zehir içmektedir. Hasta olduğu için zehir ona tatlı gelmektedir.”
Böylelerine doğru kardeşlikler, sıkıntı; kötü kardeşlikler ise ferahlık gibi görünür.
Çünkü;
Nefis ve şeytan ile kardeşlik ve dostluk bağları kurulunca, gönül ve melâike ile aradaki bağlar kopmaya başlar. Bu denge hiç değişmez. Kardeşlik hususunda sürekli gözden geçirilmesi gereken en önemli denge bu.
Unutmamalı ki;
Güzeller birbiriyle kardeş olmazsa, başkalarıyla düşüp kalkmak zorunda kalırlar. Lâkin bir bülbül; fareyle, kargayla, eşekle, katırla dost ve kardeş olmaya kalkarsa, gülden mahrum kalır. Kemirici olur, gagası kırılır. Anırmaya kalkar da sesi bozulur. Hele ayı ile dostluğa kalkışırsa, eyvah! Bir doğan da karşısında onca hâin yılan, akrep ve canavar dururken tutup da kendi hemcinsiyle düşmanlık yaparsa, doğanlığından ne kalır?
Hiçbir şey.
Bunun da, Mesnevî’de anlatılan ibretli bir misali var. Şöyle:
Vefâlı bir kurbağa ile bir fare tanışıp dost oldular. Her gün buluşup dertleşiyorlardı. Gönülleri ferahlıyordu. Birbirlerine hikâyeler anlatıyorlar, üzüntülerinden kurtuluyorlardı.
O civelek fare, kurbağa ile buluşunca neşeleniyor; o küçük, parlak gözleri ışıklar saçıyordu. Her buluştuklarında heyecanlanıyor, kurbağaya beş yıllık hayat maceralarını aktarıyordu.
Aralarında anlatmakla bitmez bir dostluk/kardeşlik oluşmuştu.
Fare bir gün kurbağaya dedi ki:
–Ey herkese akıl ışığı olan dost! Seninle her içim daraldığında buluşmak ve seninle dertleşmek istiyorum. Ama buluşma zamanımızın dışındaki vakitlerde ne zaman gelsem sen suyun dibindesin.
–Benim dünyam orası.
–Fakat sen orada iken ben bin bir ihtiyaçla gelip su kıyısında sana; «Ey dost! Neredesin?» diye seslensem de duymuyorsun. Sen suyun içindeyken bu âşığın feryâdı sana ulaşmıyor.
–Belirlediğimiz zamanlarda görüşüyoruz ya!
–Öyle ama. Ben seninle görüşmeye doyamıyorum. Bir-iki görüşme bana yetmiyor. Bilesin ki, seni görmeden durmak benim için mümkün değil. Çünkü senin o ağırbaşlı hâlin, edan ve davranışların beni büyüledi. Gözümün gündüz güneşi sensin. Bütün kârım da sensin. Neşelenişim, ağlayışım, uyuyup uyanışım, rüyam ve gerçeğim hep senden ibaret oldu.
–Söyle ey dost!
–Ciğerim öyle yanmakta ki susuzluğumu senden başka giderecek yok. Senin bulunduğun suya dalabilmeye de imkânım yok. Çünkü yaratılışım buna uygun değil. Sesimi sana duyuracak, sana ulaşacak bir alâmet lutfet bana!
–Peki ne yapalım?
–Uzun bir iple irtibat sağlayalım. İp çekilince birbirimizden haberdar oluruz.
–Bu nasıl olacak?
–İpin bir ucunu benim ayağıma, diğer ucunu da senin ayağına bağlarız, olur biter. Böylece biz, can bedenle nasıl bütünleşmişse, öylece kaynaşmış oluruz. Ne olur lutfet!
Kurbağa çaresiz kabul etti:
–Eh, öyle yapalım.
Fakat bir yandan da bu teklif, kurbağanın hoşuna gitmemişti. İçinden söylendi:
–Bu pis fare beni bağlayacak!
Farenin ise sevincine diyecek yoktu. Artık kurbağa ile buluşmak için o aşk ipinin ucunu çekmesi kâfiydi. Keyfi yerindeydi. Diyordu ki:
–Nasıl olsa ipin ucu elimde! Çok şükür, fırsat el verdi artık!
Kurbağa düşünceli olarak dereye dalarken fare neşeli neşeli toprak üstünde zıplıyordu.
Tam o anda;
Karnı aç bir alacakarga ok gibi yere indi ve gafil fareyi kaptığı gibi havalandı.
Tabiî;
Karga havalanınca, kurbağa da aynı tuzağa yakalanmış oldu. O da havalandı. Ayağı fareye bağlı olduğundan, ipin ucunda sallanıp duruyordu.
Bu hâli görenler şaşırdılar:
–Ne kurnaz kargalar varmış! Şuna bak; sudaki kurbağayı ne yaptı da avlayabildi? Su kurbağası nasıl oldu da kargaya yem oldu?
Darağacındaki bir mahkûm gibi ipe asılı kurbağanın ise diyecek hiçbir sözü yoktu. Acı acı feryat etti:
–Benim dünyamdan olmayan biriyle arkadaşlık yapmamın cezası bu! Suda yaşamayan biriyle, kirli ve aklı kıt bir hayvanla dostluk kuranın hâli işte böyle olur!
Buradaki hisse gayet âşikâr.
Satır aralarında da görüldüğü üzere;
Her dost, dost olduğunu kendi dünyasına çekmeye çalışır. Dolayısıyla yaşayış açısından aynı dünyanın dostları olmak mühim. Çünkü bu, baştan sona fayda.
Ancak;
Ayrı dünyaların dostlarından mutlaka biri, diğerinin dünyasını yok edecektir.
Hele birbirlerinin ayaklarına ip bağlamışlarsa!
İki taraflı bir çekim, ille de bir tarafı keskin bir tehlikenin timsah kesilmiş ağzına atacaktır.
Ondan sonra;
Yığınla mahrumiyet. Hem de sayısız nimetler içindeyken. Her fırsat eldeyken.
Öyleyse;
Aklı, gönlü ve aşkını, insan; gaflete düşüp de bir farenin ayağına bağlamamalı. Çünkü beyni çürük ve pis bir farenin çekeceği yer, bir karganın pençesi. O ipten ve pençeden kendini koruyanlar; hakikat, basîret ve huzur denizlerinde ne safâlar ve bereketler elde ederler. Pişmanlıkların kahrı ve eyvahı değil, memnuniyetlerin sevinci ve şükrü içinde ömür sürerler.
O hâlde;
Dostluk ve kardeşliklerdeki uygun ve doğru kişilikleri bilmek ve bulmak, gerek. Aynı inanç, fikir, istikamet ve duygu birliği içerisindeki bir dünyanın insanları ile birliği ve beraberliği iyi kavramalı. Aynı din ve milletin insanıyla yekvücut olmayı idrak etmeli. Asla ceylânla domuzun, bülbülle eşeğin, güzelle çirkinin, doğruyla yanlışın ya da sevapla günahın beraberliği ve kardeşliğinden de dem vurmamalı.
Ve bilmeli ki;
Aynı dünyanın insanı olmak, lâfta ve şekilde değil, mânâ ve ruh iledir.
Mânâ ve ruh ile olan kardeşlik duygusu, bir kişiyi birliğin içinde ikiye yükseltir. İkiyi dörde. Dördü de milyon ve milyara. Ne kadar çoğalsa da bütünlüğü bozulmayan bir yapı hâlinde. Millet de budur. Bindir, fakat birdir. Birdir, fakat bindir. Böyle bir oluş, binleri doğurur, bin bir mânâ ifade eder. Aksi hâlde kuru yığınlar, vasıfsız birer sürüden ibarettir. Mevlânâ’nın dediği gibi;
“On çatallı boynuzları olan yüz binlerce yiğit geyik, bir arslanın saldırışına karşı âdeta yok olur gider!”
O geyikler ki görünüşte hep bir arada. Sımsıkı kardeşler gibi. Ama bu beraberlikleri, sadece midelerine ve nefislerine yönelik. Bu bakımdan bir şey ifade etmiyor, aslana karşı bir mukavemet oluşturmuyor. Çünkü kardeşlik; nefis ve mide birliği değil, ruh ve gönül bütünlüğü etrafında şekillendiği an kendini gösterir. O zaman sinek bile olsa, Nemrutları da deviren bir enerjiye sahip olur. Hazret-i Yûnus da, buna vurgu yapmakta:
Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere,
Yalan değil gerçektir, ben de gördüm tozunu!..
Velhâsıl;
Ne olduğumuza, nelere ve nasıl özelliklere sahip olduğumuza bakmaktan çok, nasıl bir kardeş olduğumuza bakmalı.
İşte o zaman insan, ne kadar cılız da olsa devleşir.
Yûsuf olur.
Zaten kardeş deyince de;
Yûsuf gibi olmalı.
Olabilenlere ne mutlu!..