TEVÂZUYA DAİR

Yılmaz KISA kisayilmaz@hotmail.com

Toplumların tarih boyunca hâfızalarına işlenen birtakım değer yargıları vardır. Her toplum kendi milletinin varlığı ve bekāsı için bu tür kültür değerlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Toplumların ve milletlerin ruhlarını aydınlatan bu tür davranış biçimleri âdeta nass hâline gelmiş dogmatik kurallar gibi kabul görerek bütün dinden ve ırktan insanları bir araya toplamıştır. Dünya var oldukça insanlığın ihtiyaç duyacağı bu değerlerden birisi de tevâzudur.

Kültür tarihimiz bu gözle incelendiğinde atalarımızın hangi hayat felsefesini kendilerine rehber edindiklerini görmemiz mümkündür. Osmanlı toplumu, reâyasından padişahına kadar Fuzûlî’nin;

Ne mülk ü mal bana çerh verse memnûnem
Ne mülk ü malden âzad kılsa mahzûnem

beytinde ifadesini bulan tevâzu mayasıyla yoğrulmuştur.

Tevâzu demek biraz da toprak olmak demektir. Çünkü insan topraktan yaratılmıştır. Topraktan yaratılan insanın tevâzudan uzak olması asliyetini inkâr olmaz mı? Toprak ki herkes tarafından çiğnenir; üzerine her türlü pislik, çer-çöp atılır; fakat insan için faydalı bütün gıdalar orada yetişir. Bağdatlı Rûhî’nin ifadesiyle toprak;

Hâk ol ki Hudâ mertebeni eyleye âlî
Tâc-ı ser-i âlemdür o kim hâk-i kademdür

“Sen de toprak gibi tevâzu sahibi ol. Seni beylerin beyi yapayım. Su yukarıdan aşağı akar, sonra aşağılarda iken yükselir. Buğday yukarıdan yerin altına girer, sonra bir başak olarak yükselir. Her meyvenin tohumu önce toprak olur, sonra göklere baş çeker. Her nimetin aslı göktendir, toprağa inip alçalıp can için gıda olurlar. Alçakgönüllülükle gökten yere inince insanın cüz’ü oldular. Böylece o cansızlar insan sıfatına bürünüp Arş’a kadar yükselerek şâd oldular.” diyen Mevlânâ da aynı gerçekleri haykırmaktadır.

İnsanın en üstünü, yüksek mevkide iken tevâzu gösterendir. Nitekim 1517’de Ridaniye Savaşı’nı kazandığında Cuma hutbesinde kendisi için «Hâkimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn: Mekke ve Medine’nin hâkimi» ifadesini uygun bulmayarak; «Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn: Mekke ve Medine’nin hizmetçisi» şeklinde değiştiren Yavuz Sultan Selim;

Süleymaniye Camii’nin temeli atılırken yanında bulunan Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’ye; “Üstâdım, bu işe benden daha lâyıksınız. Lütfen caminin temel taşını siz koyunuz.” diye rica eden, bir şâheser hâlinde tamamladıktan sonra da Mimar Sinan’a; “Mimarbaşı bu camiyi sen yaptın, hizmete açmak da senin hakkındır.” diye iltifatta bulunan Kanunî Sultan Süleyman;

Makamlarına bakmadan;

“Ne kadar yükselirsen yüksel, ne kadar itibarda olursan ol yine de alçakgönüllü olmaktan ayrılma.” düsturuna uymaktan geri kalmamışlardır.

Çünkü onlar Tâif’in ayaktakımı tarafından taşlandığında helâk olmaları iki dudağının arasından çıkacak sözde iken;

“Allâh’ım! Kavmimi ıslah et, çünkü onlar bilmiyorlar.” diyen Âlemlerin Efendisi Hazret-i Muhammed’in yüce ahlâkıyla ahlâklanmışlardı.

Şimdilerde ne bu tür yöneticilerden ne de ahlâk kurallarından eser kalmadı.

Sâdî; “Yücelik istiyorsan tevâzuyu seç. Çünkü yücelik damına çıkmak için tevâzudan başka merdiven yoktur.” diyor.

Ortalıkta onca gurur heykelinin dolaştığı bir devirde ne tutunacak bir dal ne de çıkacak bir merdiven var? Unutmayalım ki tevâzu sahibi insanların yaşı ve bilgisi ilerledikçe meyvelerinin olgunluğu ile eğilen ağacın dalları gibi başları öndedir. Ve onlar kerâmeti kendilerinde görmeyen gönül erleridir.