KARDEŞLİK ENERJİSİ…

Ahmet ZİYLAN

İnsanlar bir araya geliyor; aileler, köyler, kasabalar, şehirler, toplumlar ve ülkeleri oluşturuyor. Küçük-büyük bütün topluluklar bu şekilde bir araya gelme, yardımlaşma, dayanışma ile inşa edilebiliyor. İnsanın fıtratı böyle… Cenâb-ı Allâh’ın takdiri, arzusu da bu yönde.

İnsan birlikte olduğu, aynı çatı altında bulunduğu kişilerle kaynaşıyor. Birlik-beraberlik içinde benlikten çıkıp «biz» oluyor. Fakat bunun yanında kendi grubunda olmayan, kendisinden farklı olanlara karşı da biraz yabancılaşıyor. Din kardeşi olmayan elbette yabancı olsun. Fakat bir Müslüman, din kardeşine hiçbir şekilde yabancı düşmemeli. İsterse biri dünyanın bir ucunda diğeri diğer ucunda olsun.

Ben buna askerlikten misal vermek isterim.

Çünkü askerlik, bunun hem güzel hem de kötü örneklerinin yaşandığı bir ortam.

Askerlik yıllarımda yaşadığım ibretli bir örnek şöyle:

Umumiyetle asker arkadaşlar kendi bölükleri içinde en güzel şekilde kardeşliği, dayanışmayı gösterirken, başka bölüklere karşı yabancı muâmelesi yaparlardı. Aç kalsa başka bölüğe ekmek vermez, başka bölüğün atına yem bile vermezlerdi.

Adapazarı Beşköprü’de askerlik yapıyorduk. Bir gün İzmit’ten gemilerle yola çıkacağız. Çanakkale Ezine’ye gideceğiz.

Bütün erzak ve atların ihtiyaçları ilk gemiye yüklendi fakat bu gemiye bölüğün ancak iki takımı sığdı. Biz üçüncü takım olarak diğer gemiye bineceğiz. Ben biliyorum, gittiğimiz gemideki bölük bize karşı cimri davranacak, yiyecek vermeyecek. Atlarımıza yem de vermeyecek. Verseler de güzellikle, kolaylıkla vermeyecekler.

Fakat benim de sorumluluğum var. Üstelik yolculuğun ne kadar süreceğini de bilmiyoruz. Yavaş yavaş gideceğiz. Belki bir gün, belki iki gün sürecek. Düşündüm; «Bu zaman zarfında ne yiyeceğiz?»

Gemiye biner binmez atı birine verdim.

Sonra gemi ayrılmadan malzememizi de getirmeye karar verdim. Bindiğimiz, araba vapuru. Hayli yüksek. Arada bir metre mesafe var. Gemiden, öbür gemiye atladım.

Gemide erzak konulan yeri görmüştüm. Hemen aşağı indim, bir sandık domates aldım. Üstüne bir çuval da ekmek koydum. Acele acele çıkardım hemen güvertenin kenarına geldim, oradan karşı gemiye bizim askerlere verdim. Zaten domates-ekmek yesek bile karnımız doyar, mesele yok.

Gemi düdüğünü çaldı, yavaş yavaş hareket edecek.

Arkadaşların ihtiyaçlarını tedarik etmiştim, ama hayvancağızların dili yok, onların da ihtiyaçlarının giderilmesi lâzım.

Hemen alelacele atların ihtiyaçlarına yöneldim. Önce atların suyunu gemiye verdim. Atların yemi meydandaydı. Hemen oradan bir çuval arpa aldım. Kaldırdım, karşı tarafa, bizim gemiye verdim, iki çuval daha verdim. İki çuval da saman verdim. Zaten gemi ayrılıyor, sıçradım, son anda geminin içine atladım.

Yolculuk başladı, geçtik oturduk.

Sakin kafayla yaptıklarımı düşününce hayretler içinde kaldım. Çünkü o yem çuvallarını daha evvel Adapazarı’nda Beşköprü’de kaldırmayı denemiş, iki kişi yardım ettiği hâlde sırtımda götürememiştim.

Çünkü ben 57-60 kilo civarındaydım. Çuvalın bir tanesi ise 75 kilo çekiyordu. Herkese vazife gereği; «Tutun kaldırın, çabuk olun!» diye sesleniyordum. Sonra; «Şu çuvalı sırtıma bir verin de ağırlığını ben de hissedeyim.» dedim. İki kişi sırtıma koydular, ama daha tutuyorlar. O hâlde iken ben ellerimi bırakmasam yere yıkılacaktım. O kadar ağır. Taşıması güç.

Peki;

Daha sonra nasıl olmuştu da o üç çuvalı kaldırmış hem de yandaki gemiden bir metre yüksekteki vapura uzatabilmiştim? Bu düşünce içerisinde; «Az önce yaptıysam şimdi de yaparım!» dedim. Kalktım getirdiğim çuvalları kaldırmaya çalıştım; «Yoksa benim gücüm arttı da benim mi haberim yok!» diye de düşünüyordum.

Fakat hayret!

Hayret, çuvalları yerinden bile oynatamadım.

Anladım ki;

Çanakkale harplerinde anlatılan Seyit Onbaşı’nın yaşadığına benzer bir kuvvetle, sorumluluğun, kendini ekibinden, arkadaşlarından, kardeşlerinden mes’ul hissetmenin ateşlemesiyle, motivasyonuyla o kuvveti Cenâb-ı Hak bana bahşetmişti.

Demek ki;

Kardeşlik işte böyle bir enerji veriyor.

Kardeşlik enerjisi…

Ben bunu bizzat yaşadım.

Yine anladım ki;

Cenâb-ı Allah her yerde yardım ediyor. Fakat önemli olan o yardımlara lâyık olmaya çalışmamız.

Yani;

Allah yardım edecek, vaadi var. Fakat biz hep hatalarımızdan dolayı o yardımı kaybediyoruz. Her yerde hatalarımız var. Hatalarımızı yok etmemiz gerekiyor.

Bilhassa;

Müslümansak birbirimize düşmememiz gerekiyor.

Birbirimizin aleyhinde olmamamız gerekiyor.

Filân şöyle yaptı, filân hoca şöyle söyledi, filân ortak şöyle yaptı, şöyle etti. Kardeşim şöyle yaptı, ben de şöyle ettim. Bunlardan uzak durmamız lâzım.

Herkes birbirinin iyiliğini isterse, Cenâb-ı Allah yardım ediyor.

İnsanların birbiriyle dayanışmasından Allah da memnun olur, hakşinas insanlar da. Yine askerde bunun tatlı bir hâtırasını daha yaşadım.

Günlerden Pazar. Normalde tatil ama bir iş için çağırmışlardı, vazife mahallindeydim. Bir çavuş geldi;

“–Ahmet Çavuş, seni nöbetçi subay istiyor.” Çavuşu da tanıyorum.

“–Ne yapacak?” dedim.

“–Bilmiyorum.” dedi.

“–Yahu Pazar günü tatil zamanı, şimdi bizi meşgul edecek, bir iş söyleyecek, tatilimizi haram edecek. İdare et, «görmedim» de!” dedim.

O da;

“–Tamam ben görmedim.” dedi.

Biz orada istirahat ediyorduk. Aradan yarım saat geçti geçmedi; bir başka çavuş geldi:

“–Seni nöbetçi subay istiyor.”

“–Peki, sen git, ben gelirim.”

“–Olmaz; «Almadan gelme!» dedi.”

Baktık ki iş mühim, çavuşun yanına düştük. Tam nöbetçi subayın yanına yaklaştığımda baktım ki, bana yarım saat evvel haber getiren çavuşu da bir başka çavuş getiriyor. Anlaşılan; «Niye vazifeni yapmadın?» diye nöbetçi subay çağırttı. Tam nöbetçi subayın önünde birleştik.

“–Niye haber saldığım hâlde gelmedin?” Ben daha cevap vermeden o çavuş atıldı;

“–Komutanım ben gittim, bulamadım. Sonra tekrar bakacaktım, unutmuşum, dalmışım onun için…” dedi. Ben ona; «İdare et!» dediğim için, beni kurtarmaya çalışıyor. Ama benim yüzümden cezalandırılacak. Benim yüzümden niye cezalandırılsın? Ben dedim ki:

“–Komutanım, doğrusunu isterseniz mesele onun dediği gibi değil…”

“–Ya nasıl?”

“–Bana geldi, sizin çağırdığınızı söyledi. Biz de tatil diye istirahat ediyorduk. «Git, beni görmediğini söyle.» dedim. O benim söylediğimi söylüyor şimdi. Beni ele vermemek için.”

O da dedi ki:

“–Yok onun dediği gibi değil, benim dediğim gibi. Ben bulamadım, o beni müdafaa etmek için böyle söylüyor.”

Ben de:

“–Yok, o beni müdafaa etmek için böyle söylüyor…”

İkimiz de suçu üzerimize alıyoruz. Böyle olunca subay dedi ki:

“–Yahu, ben sizin gibi adam görmedim. Herkes; «Suç bende değil, ötekinde!» der. Siz ise suçu üzerinize alıyorsunuz. Ben sizi nasıl cezalandırırım. Sizi mükâfatlandırmak lâzım. Gelin bakalım.”

Bizi aldı, bizi götürmeye gelen çavuşları da aldı;

“Haydi gidip çay içelim.” dedi. Orada çardak vardı, gittik çay içtik. Giderken bisküvi filân aldırdı, bize ziyafet çekti.

Evet, arkadaşını kendine tercih etmenin dünyadaki mükâfatı böyle, ya âhirette?…

Bir insan bile arkadaşının suçunu üzerine alanı affeder de böyle hoşnut olursa Cenâb-ı Allah arkadaşına suç atmak yerine onun suçunu alandan râzı olmaz mı? Böyle fedâkâr bir kişiyi affetmemesi mümkün mü?

Fakat insanoğlu maalesef şeytana ve nefse uyunca, bencilce davranıyor, başkasının suçunu üstlenmek bir tarafa, kendi suçunu başkasına atmaya çabalıyor.

Bir trafik kazası olsa, taraflar hemen; «Suç sende!» demeye başlıyorlar.

İnsanın suçu bir türlü kabul etmemesi meselesinde geçenlerde bir espri yaptım. Bir tanıdık arabayı bariyerlere çarpmış;

“–Yahu arabayı çarptık.” diyor.

“–Nasıl çarptınız?”

“–Âniden frene basacağım diye gaza bastım, gittim bariyerlere çarptım.” dedi. Ben;

“–Yanlış söylüyorsun.” dedim.

“–Ya nasıl söylemeliydim?” dedi.

“–Bariyerler geldi, bana çarptı, dersin.”

Bugün de insanlar kabahati hiç nefsinde aramıyor, hep başkasında arıyor. «Hata ettik, karaya oturduk.» demiyorlar da; «Deniz bitti!» diyorlar. Nefislerine karşı hep hoşgörülü, başkasına karşı acımasız oluyorlar.

Esasında insan, suçu üzerine alsa nice güzelliklerin oluştuğuna şahit olacak. Hem insan suçu üzerine alsa, muhatabı da yumuşar. O da tepkiye girmez. Arada muhabbet doğar.

Bir misal daha…

Normalde gelinler ile kayınvâlidelerin arası pek iyi olmaz. Ama bizim hanım ile kayınvâlidesinin, yani annemin arası çok iyi idi. Hâlâ da sever, kendi annesi gibi her gün Fâtiha okur, yollar.

Neydi bizim hanıma kayınvalidesini sevdiren şey? Merak ettim, sordum, öğrendim.

Eskiden evlerde açık yufka ekmek yapılır, kuru vaziyette sepette saklanırdı. Her gün yenilecek kadarı yemekten önce ıslatılırdı. Islatılan yufka ekmek, yumuşardı.

Dedem rahmetli bu ekmeği ıslatma işinin yemekten en az yarım saat önce yapılmasını, böylece ekmeğin iyice demlenip, her tarafının güzelce yumuşamasını isterdi. Çünkü unutulur da daha geç, yemeğe yakın ıslatılıverirse her tarafı yumuşamaz, bazı yerler kuru kalırdı. Onun da yemesi güç olurdu.

Evde bu vazife bizim hanıma ait. İnsanlık hâli bir gün yarım saat önce ıslatmayı unutuyor, on dakika kala ıslatıyor. Dedem de;

“–Ben size Türkçe konuşuyorum! Şunu en az yarım saat önce, bir saat önce ıslatın. On dakika kala ıslatıyorsunuz! Ne diyeyim size, bağırayım mı, hakaret mi edeyim!” diye öfkeleniyor. Vâlide diyor ki;

“–Hoş gör, unutulmuş, bugün de aklımızdan çıkmış. Bir daha yapmayız.”

Hâlbuki vazife gelinin. Kayınvâlide olarak; «Fırsat bu fırsat!» düşüncesiyle;

“Ben de söylüyorum ama lâftan anlamıyor ki!” diye başlayıp, dedemi daha da öfkelendirebilir. Ama yapmıyor. Aksine suçu paylaşarak, evin büyüğünü sakinleştirmeye çalışıyor. Çünkü durum nazik, gelin azarlanacak.

Hanım da; «Nasılsa arka çıkanım var!» diye suçu sürekli tekrarlamıyor, istismar etmiyor tabiî ki… O da suçunu paylaşan kayınvâlidesini mahcup etmemek için daha bir dikkatli davranıyor.

Böyle kayınvâlide sevilmez mi?

O evde bereket olmaz mı?

Böyle muhabbetli aileleri Allah da sevmez mi?

Allah, suç işletmesin. Gaflete düşürmesin. Ancak beşeriz suç işleriz. Biz affedersek Allah da bizi affeder. Biz kardeşimizin kusurunu gidermeye, örtmeye çalışırsak Cenâb-ı Hak da bizim kusurlarımızı hem bu dünyada hem âhirette örter. Kardeşimize yardım edersek Allah da bize yardım eder.

Yardımlaşan, birbirine sahip çıkan kardeşlerden oluşan bir toplumda da Allah bambaşka bereketler, mûcizevî güzellikler hâsıl eder. Meşhur bir kıssadır. Biz de kısaca nakledelim:

Çiftçilikle meşgul iki kardeş varmış. Harman vakti, mahsûl depoya konmuş, ikiye taksim edilmiş. Fakat gece yarısı ağabeyi depoya gelmiş;

“–Bizim birâder bekârdır, evlenecek, yuva kuracak, çok ihtiyacı var. Ben ise evimi, yuvamı kurdum; kendisine söylesem râzı olmaz, habersizce vereyim.” demiş, kürekle kendi tarafından kardeşinin hissesine bir hayli buğday aktarmış. O gitmiş yatmış, aynı gece bu sefer birâderi kalkmış gelmiş;

“–Ben, bir başına bekâr bir delikanlıyım. Ağabeyimin çoluğu-çocuğu, ona göre bir hayli ihtiyacı var.” demiş. O da kendi tarafından ağabeyinin hissesine çokça aktarmış.

Sabah olmuş, depoya gelmişler, bir bakmışlar, mahsûl Cenâb-ı Hak tarafından öyle bereketlenmiş ki; depo, buğdayları almıyor, taşıyor.

Cenâb-ı Hak öz kardeşlerin de mü’min kardeşlerin de birbirinin derdiyle dertlenmesinden, bencillikten uzak durup, kardeşini tercih etmesinden hoşnut oluyor. Hakikaten enâniyet, hırs, tamah Kārun’da olduğu gibi yerin dibine geçmeye sebep olurken, diğergâmlık, kardeşini, ortağını düşünmek bambaşka bir berekete vesile oluyor.

Biz bu kardeşlerin yaşadığına benzer bir ortaklığı yaşadık. Elhamdülillâh bereketini de gördük. Antep’te Şahabettin NÂBİOĞLU isminde bir ortağım vardı. Şimdi seksen yaşında, yakında felç olduğunu duydum. Allah âcil şifalar versin.

Biz İstanbul’a gelip iş kurduğumuzda, Antep’teki dükkânımızda o çalıştı. Dükkân bizim, o emek ortağı. Bizim için de tatlı bir ortaktı. İstanbul’a geleli beş-altı ay olmuş, iyi durumdayız. Şahabettin Antep’ten geldi, Gedikpaşa’da Erzincanlı Fethi Bey’in dükkânında oturduk konuşuyoruz.

Ben dedim ki;

“–Ne dersin ortak? Ben İstanbul’a geldim. İşimi değiştirdim. Bana üç-beş kuruş ver, bu dükkânı sana vereyim. Senin olsun artık.”

Ortak dedi ki:

“–Yok, sen daha geleli beş-altı ay oldu. Beş-altı ayda tam iş oturmuş gibi gözükse de belli olmaz. Sonra tekrar müşkil duruma düşebilirsin, tekrar Antep’e dönmek mecburiyeti hâsıl olur. Şimdi dükkânı bana verirsen, dükkânı tekrar alamazsın. Hoş sen bana bu kadar iyilik ettin. Ben de çok müşkil duruma düşerim o zaman. İyisi mi bir sene daha uzatalım bunu, ne olur, ne olmaz… Buradaki işin iyice otursun, ondan sonra bana verirsin.”

Mantıklı ve anlayışlı bir teklif… Kabul ettik. Aradan bir sene geçti. Yine aynı dükkânda buluştuk, konuşuyoruz. Konu açıldı dedim ki:

“–Ortak, geçen sene ben teklif etmiştim, sen bir sene sonra verirsin, demiştin. Fakat, bu sefer ben vermiyorum.”

“–Niçin?”

“–Sen bir ev aldın. Zar-zor ödeyebileceğin bir taksite girdin. Şimdi satışı yapsak hem onun taksitlerini, hem benim paramı ödemeye çalışacaksın. Benim paramı ödeyemediğin gibi o taksitlerini de aksatma ihtimalin var. Bu hengâmede sermâyen de kalmaz. İyisi mi mademki ev aldın, ortaklık devam etsin, bir veya iki sene geçtikten sonra durumun iyileşirse benim hissemi verirsin.”

Dükkânın sahibi Fethi Bey dedi ki:

“–Yahu geçen sene de ben bu hikâyeyi dinlemiştim. Cenâb-ı Allah size vermesin de kime versin? Şunların hâline bak: İki ortak oturmuşlar karşı karşıya; o onun derdini düşünüyor, o onun hâlini düşünüyor. Cenâb-ı Hak, gönlünüze göre verecek size elbette. Mâşâallah!”

Bir sene daha geçti. Bir sene daha geçti. En ufak bir dedikodu olmadı. Sonuna kadar da olmadı. O Antep’te ekmek yedi, biz İstanbul’da ekmeğimizi yedik. Her görüştüğümüzde ortak diye birbirimize hürmet gösterdik.

Allâh’a şükrediyoruz ve lutfunun, bereketinin bu dostâne, kardeşçe hâlimize bir mükâfat olduğuna inanıyoruz. Bunu da yeni nesillere, gençlere ibret olsun diye anlatıyoruz.

Çünkü, sadece ben kazanayım, başkası kazanmasın şeklindeki hırs ve tamaha Allah bereket vermez. Başkasının kârını düşünene, başkasının kusurunu telâfi etmeye gayret edene ise, Allah yardım eder.

Hâsılı, kardeşliğin bambaşka bir enerjisi var. Kardeşçe geçinmenin meydana getirdiği bambaşka bir muhabbet ortamı var. Kardeşini düşünmenin mükâfatı olarak büyük bir bereket çağlayanı var.

Efendimiz’in mübârek hadîs-i şerifleriyle sözü bitirelim:

“Mü’min kul, din kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da o kulun yardımındadır.” (Müslim, Zikr 38; İbn-i Mâce, Mukaddime 17)