BİZÂTİHÎ DEĞER İFADE ETMEK

Ali HÜSREVOĞLU husrevoglu@yuzaki.com

“Ben, insanı insan yapan değerleri tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta’, Hüsnü’l-huluk, 8)

Kâinat dediğimiz varlık nasıl zerrelerden meydana geliyorsa, büyük oluşumlar, büyük hareketler de küçük parçalardan meydana gelmektedir. Elimize aldığımız erik kadar bir taş parçası milyarlarca atomdan meydana gelmektedir. Eğer bu parçayı meydana getiren elementlerde özelliğini yitiren bir parça varsa oradan bir şekilde ayrılmaktadır.

Bundan sekiz-on sene kadar önce bir seramik fabrikasını ziyaret etmiştim. Bizi gezdiren teknik eleman;

“Toprağı karılıp meselâ lavabo şekli verilen parça, bin altı yüz derecelik fırına konuluyor; eğer çamurun içine bir çiğil tanesi kadar demir tozu karışmışsa bu ateşin içine girince pişmek ve taşlaşmak üzere olan çamurun içinden fırlayıp dışarı çıkıyor. Onun çıktığı yer tamir kabul etmiyor. Koca parçayı çöpe atıyoruz.” demişti.

O günden bugüne düşünürüm: Kur’ân’da öğretilen duâlarda;

“Bizi ateş azabından koru!” duâsı da var. Acaba dokularımıza karışmış olumsuz ve yabancı maddeleri ayrıştırmak için bizi de böyle bir işlemden mi geçirecekler? Kul hakkına verilebilecek en büyük önemi veren, haccın dahî kul haklarını iptal etmeyeceğini ifade eden bir din, bir Süleyman’la bir karıncayı aynı hizada hak alışverişine durduran bir nizam, eğer bu esasları koymasaydı peygamber değerinde binlerce ve binlerce hak dostunu, büyük ilim adamlarını, insanlığı aydınlatan nurdan insanları nasıl yetiştirebilirdi?

Dayandığı prensiplerle «Kâinâtın Efendisi» diye anılmaya hak kazanan Peygamber Efendimiz, yolunu aydınlatan ilâhî yönlendirme ile yakın çevresini; sonra toplumu oluşturan fertleri önce en doğru ve sağlam inanç temeline; sonra en ideal ahlâk ve davranış temeline dayandırmış, bu sayede dünya durdukça örnek alınacak âbide şahsiyetler yetiştirmiştir.

Bazı büyük görünen, gerçekten çok bilen, çok konuşan kimseler vardır. Yapayalnızdırlar. Kendi yerlerini tutacak insan yetiştiremezler. Bu bir nasip işi olmakla beraber insandan kaynaklanan kronik problemlerden biri sayılabilir. Böyle kimselere göre bazı hizmetlerin yerine getirilmesi için tek çare vardır:

“Her yerde, her işte o kişinin yalnızca kendisi olmalıdır. Başkası kesinlikle onun yaptığını yapamaz.” Burada kendini aşamamak vardır. Bu, kendine tapmanın veya putperestliğin bir çeşididir. Yarınların bugünlerden daha ezici olacak ihtiyaçlarını düşünmeden kendi alanında «tek adam» olmayı hedefleyenler kısa zamanda «tek başına» kalırlar ve silinip giderler. Hâlbuki Allah -celle celâlühû- Kur’ân’da Zekeriyya -aleyhisselâm-’ın diliyle; “Rabbim, beni tek bırakma!” gibi bir dua öğretmiştir. (el-Enbiyâ, 89)

Peygamber Efendimiz’in yüksek şahsiyeti hakkında sayısız kitap yazılmış ve yazılmaktadır. Dünya durdukça da yazılmaya devam edecektir. O muazzam şahsiyet, kendisiyle meşgul olan insanları adam etmeye, zirvelere ulaştırmaya devam edecektir. Bu, işin bir yönüdür. Ancak içinde bulunduğumuz zamanı ve şartlarını hesaba kattığımız ve babamızdan gördüğümüz terbiyeyi çocuklarımıza aktaramadığımızı hesapladığımızda durum değişmektedir. Bazı konularda faydasını gördüğümüz teknoloji kanalıyla çocuklarımızın üzerine öğüren sayısız ahlâk çöküşünü beraberinde getiren çirk sellerini; bir iyilik, güzellik ve hizmetle değerlendirilmeyen uzun ömürleri; yılları, ayları, günleri, saat ve dakikaları düşündüğümüz zaman iflâs ettiğimizi; çocuklarımız, yani kendi yarınlarımız için ciddî bir şeyler hazırlamadığımızı görmekteyiz. Bu cümlenin ardından hemen; “Efendim düne göre çok şeyler yapıldı. Meselâ …” diyerek bir dizi hizmeti sayabilirsiniz. Fakat bunları muhaliflerinizin yaptıklarıyla kıyaslarsanız devede kulak nisbetinde bir şeyler yaptığımız ortaya çıkar. Dolayısıyla kendimizi kandırmaya gerek yoktur. Acı gerçeği kabullenmek, tatlı sonuçlara götürür. Ancak üzerimize düşen görevi yapmamız şarttır.

Beklenenin belki çok üzerinde bir gayret, bir şeyler başarma ve ortaya koyma çabası yaygın olarak görülmektedir. Bu, memnuniyet vericidir. Ancak yolculuk esnasında hiç beklenmedik davranışlar, tutumlar, karakterler kendini göstermekte; zaman zaman bunlara müdahale imkânı bulunmamaktadır. Bunun sebebi, beklenmedik davranışta bulunan ve muhakkak cezalandırılması gereken kişinin bir şekilde dokunulmazlık zırhına çoktan bürünmüş olmasıdır. Bu, Allâh’ın ona hak olarak verdiği bir zırh değil, tamamen uydurma bir zırhtır.

Allâh’ın son ve en büyük peygamberi bu zırhların tümünü istisnâsız herkesin üzerinden kaldırmış, Allah tarafından kendilerine bağışlanan masumiyet sıfatını delecek toz kadar bir hatası olmamasına rağmen Allah O’nu dâima «kendisine vahyedilene uyma» konusunda uyanık tutmuştur. Mahzum kabilesinden Fâtıma adını taşıyan bir kadının hırsızlık yapması üzerine elinin kesilmemesi için araya giren ricacıları çok sevmesine rağmen birdenbire rengi değişmiş ve;

“Eğer hırsızlık yapan kızım Fâtıma da olsa onun da elini keserdim.” (Buhârî, Hudûd, 12) buyurmuştur.

En sıkı terbiye yöntemini kendi ev halkına uygulamış, başkaları için müsamaha ile karşıladığı bazı şeyleri ev halkı için hoş karşılamamıştır.

O’nun uyguladığı eğitim yöntemi başarılı olmuş, o bereketli mevsime yetişenlerden her biri bizzat değer ifade etmiş; sözleri hüccet, hareket ve davranışları örnek alınan seçkin insanlar olmuşlardır. Bu insanlar yüce Peygamberlerinin vefatını takip eden ilk asır içerisinde bir ucu Çin’de, bir ucu İspanya’da bulunan ülkelerin semâlarında ezân-ı Muhammedî’yi yükseltmişlerdir.

Musa bin Nusayr İspanya fetihlerini tamamladıktan sonra İtalya’yı, sonra İstanbul’u fethedip dönmeyi kuruyordu. Plânına göre Anadolu da bir şekilde hâllolurdu. Halîfenin onu İspanya’dan Şam’a acele çağırması, fetihleri İspanya ile sınırlı bıraktı. Bu muazzam kartal, içi kan ağlayarak ve emre itaat ederek Şam’a döndü, oradan izin alıp Medîne-i Münevvere’ye ulaştı ve orada Hakk’a yürüdü.

Bu fetihler o günlerin şartları içinde acaba nasıl organize edildi? Bu muazzam coğrafyada nasıl ezanlar yükseltildi? Eğer bu emeğin boyutları hakkında bir fikir edinmek istiyorsanız bulunduğunuz yerden yalnızca seksen kilometrelik bir mesafeye yüz kişilik bir piknik programlayın ve bunu şu anda sahip olduğunuz konforlu ve mükemmel araçlarla değil; meselâ, atla, deveyle, merkeple gerçekleştirmeyi deneyin. Termos almayın yanınıza, testi alın, ahşaptan yapılmış fıçı alın. Yol güvenliğinizi düşünün, ateşli silâhları unutun. Kılıç, sopa, ok-yay alın. Bunları tonlarca yükü tüy gibi taşıyan kamyonlara, kargo araçlarına yükleyemezsiniz, yanınıza alacaksınız. Bu yüz kişiden her birinin görevlerini yazın, bir başkan seçin. O, görevleri onaylasın ve uygulasın.

Ben şuna inanıyorum ki, biz o günlerin çetin şartlarını hayal bile edemeyiz. Yüz kişilik bir pikniğin yönetiminde dökülür kalırız. Meselâ kırk bin kişilik bir ordunun İstanbul’dan kalkıp, üç bin kilometrelik yolu gidip, savaşıp İstanbul’a dönmesinin ne anlama geldiğini bir tarihçiden dinlemek ve hayalimi zorlamak isterim. Siz de bana katılır mısınız?

Şunu demek istiyorum ki, eğer Allah bugün bize bir ayda yapılacak bir işi bir saatte yapma imkânı vermişse, arta kalan zamana daha fazla hizmetler sığdırma mecburiyetini içimizde hissetmemiz lâzımdır. Eğer atalarımızın at sırtında gittikleri yerlere biz elektronik imkânlarla gidemiyorsak bunu bir klinik vaka kabul edip üzerinde derinlemesine düşünmemiz lâzımdır.