Hissiyâtın en sâdık tercümanı: GÖZYAŞI

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

“Gözyaşı, insanların en sâdık, en ihlâslı ve en samimî tercümanıdır.” diyor, merhum Ali Ulvi KURUCU Hocaefendi; bu rûhî tezâhürün tavsîfi sadedinde. Bu cümleden olarak; gerçekten de, doğumundan ölümüne kadar insan hayatının hiçbir safhası, bu tezâhürden mahrum değildir; fıtratındaki hüzünler, sevinçler, hasretler, istekler, pişmanlıklar, ihtiraslar… gibi duygu derinliği doğuran rûhî keyfiyetler sebebiyle. İbretâmiz bir tenâkuzdur ki; ağlayarak dünyaya gelen insan, gülerek karşılanırken; bir ömrün sonunda hayata veda ederken, gözyaşı ile uğurlanır; en azından yakınları tarafından. Kelâm-ı kibarda bu serencam şöyle tebârüz ettirilerek, bir ders çıkarılır:

Yâdında mı doğduğun zamanlar?
Sen ağlar iken gülerdi âlem.
Bir öyle ömür geçir ki; olsun
Mevtin sana zevk, ellere mâtem.

Günahı bilmeyen bebek ve çocukta; merhamet ve şefkate sığınma vesilesi olan gözyaşı, rûhî derinliğin gelişmesiyle onun tercümanı hâline gelir. Nefsî etkilenmeler de gözyaşları ile aksettirilir. Ancak, bir kul olmanın şuuru ile kendi acziyetini idrak ederek; Rabbini bilip, O’nun korkusuyla ve O’na iştiyaktan ağlamak, şüphesiz irtifâ kazanmış ruhlara ait bir fazîlettir. Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de bu minvalden olarak şöyle buyurulur:

“De ki: İster ona inanın ister inanmayın. Çünkü ondan önce ilim verilenler(den ehl-i kitap mü’minleri), kendilerine o (Kur’ân) okunduğu zaman yüz üstü secdeye kapanırlar. «Rabbimizin şânı yücedir, şüphesiz. Rabbimizin (bildirdiği her) vaadi, mutlaka yerine getirilmiştir.» derler. Ağlayarak yüzleri üstüne kapanırlar ve (Kur’ân dinlemek) onların huşuunu artırır.” (el-İsrâ, 17/107-109)

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kâ’bına varılamaz derecede rikkatli bir kalbe sahip idi.

Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhumâ- Hazret-i Âişe’ye;

“Rasûlullah’ta gördüğün en hayret verici şeyi bana haber verir misin?» deyince Hazret-i Âişe uzun müddet ağlamış ve sonra şöyle demiştir:

(İzin istedikten sonra) Rasûlullah kalktı, odadaki su ibriğinin yanına gitti, abdest aldı, suyu da çok dökmedi, sonra namaz kılmaya başladı. Ağlıyordu, hattâ ağlamaktan sakalı ıslandı. Sonra secde etti ve ağlamaya devam ediyordu. Ağlamasından yer ıslanmıştı. Sonra yan tarafına yattı ve yine ağlıyordu. Sonra Bilâl geldi, kendisini sabah namazına çağırıyordu. Bilâl onun ağlamasını görünce;

«Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah Sen’in geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı hâlde Sen’i ağlatan şey nedir?» diye sordu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber:

«Ey Bilâl! Şükreden bir kul olmayayım mı? Nasıl ağlamayayım? Allah Teâlâ bu gece bana; “Göklerin ve yeri yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (Âl-i İmrân, 3/9) âyetini indirdi.» dedi. Sonra şöyle buyurdu:

«Yazıklar olsun bunu okuyup da bunun hakkını düşünmeyene.»”2

Derin ve ulvî hislerden kaynaklanan ağlamakla ilgili, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in daha birçok mübârek hâtırası ve hadîs-i şerifleri rivâyet edilmektedir.

İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-’ten Kur’ân-ı Kerim dinlerken ağlamaları; bir hutbelerinde;

“Eğer siz benim bildiklerimi bilseniz az güler, çok ağlardınız.” buyurması üzerine, ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhum-’ün içlerinden gelen bir iniltiyle ağlamaları;

“Allah -celle celâlühû- korkusundan ağlayan bir kimsenin cehenneme girmeyeceği”ni,

“Allah katında iki damladan (Allah korkusundan dökülen gözyaşı ve Allah yolunda akıtılan kan) daha sevimli bir şey yoktur.” ve,

“Tenhada Allâh’ı zikredip de iki gözü (dolup) taşan kimsenin, Allâh’ın kendi (Arş’ının) gölgesinde gölgelendireceği yedi kimseden biri olacağını…” beyan buyurmaları;

“Namaz kılarken göğsünün ağlamaktan (ocak üzerinde) kaynayan kazan gibi kalkıp inmesi”… bunlardan birkaçıdır.3

Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i en iyi anlayan, O’ndan sâdır olan her şeyle beraber, kalp rikkatini en iyi temessül edenler de, şüphesiz başta peygamberlerden sonra en yüce makamın sahibi olan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- Efendimiz olmak üzere, ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhum- hazerâtıdır.

“Yâ Rabbi; âhiret gününde benim vücudumu öyle büyüt ki, cehennemi doldursun da, başka kullarına yer kalmasın…” diye ağlayan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- öyle bir merhamet ve rikkat âbidesidir ki; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, son hastalığında O’nun cemaate namaz kıldırmasını emir buyurunca, Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz’in:

“(Yâ Rasûlâllah) Ebûbekir Sen’in makamında (mihrapta) durursa, ağlamaktan (kıraati) nâsa işittiremez.” dediği nakledilir.4

Allah -celle celâlühû- ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- aşkıyla kalpleri galeyâna gelen ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhum- hazerâtının da hâlet-i rûhiyelerinin en ihlâslı ifadesidir gözyaşları…

“Dicle kıyısında bir kuzuyu kurt kapsa benden sorulacak.” diye mes’ûliyet şuuru ve Allah korkusundan gözyaşı döken Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

Yemen’e vali olarak gitmek üzere, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den ayrılırken hasret ateşiyle gözyaşlarına boğulan Hazret-i Muâz -radıyallâhu anh-;

Efendimiz’den sonra, nutku tutulduğu için bir daha ezan okuyamayan ve hicran acısına dayanamayarak Medîne-i Münevvere’yi terk eden Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-… ve diğerlerinde olduğu gibi.

“O’nu -sallâllâhu aleyhi ve sellem- en iyi tanıyanlar, takvâ hayatı içinde olan ve O’nun sünnetini titizlikle yaşayıp muhabbet ve hasretle O rahmet güneşine hilâl olan Hak dostlarıdır. Zira onlar, bir gölgenin sahibine olan mutlak sadâkat ve bağlılığıyla Allah Rasûlü’nün nurlu izinden yürürler.”5 Bu cümleden olarak; aşk ateşiyle yanan bütün gönüllerde ve rikkatli kalplerde de, dalga dalga kabaran hissiyatlar gözyaşlarıyla taşmıştır.

Musa Efendi -kuddise sirruh- Hazretleri de, “Rabbânî âlimler”in, Hak dostlarının örnek vasıflarından olarak şöyle buyuruyorlar:

“(…) Gözleri yaşlıdır. Azamet-i ilâhiyyeyi düşünürler, ağlarlar. Cenâb-ı Hakk’ın settarlığını, gaffarlığını düşünürler ağlarlar. Mahlûkatın, kulların dünyevî ve uhrevî hâllerine bakarlar yine ağlarlar. Açlık ve gözyaşı, onların gıdaları hâline gelmiştir. Bu hengâmede kendileri için ağlamaya fırsat bulamazlar.”6

Gözyaşını mücevher tanesine benzeterek, «âşıkların gözyaşı hürmetine» duâ ettiğini ifade ediyor son devrin Hak dostlarından Yaman Dede. Bu hikmetle olmalı ki, ağlamayı cana minnet bilerek, acılardan şikâyet etmeyeceğini;

Her taraftan derd ü mihnet savlet eyler sîneme,
İştikâ etmem elemden eşkbâr olsam da ben.

diye terennüm eder bir gazelinde. Öyle ya; ağlamanın değerini âşıklar bilir… Ulvî hislerden kaynayan, coşup gelen gözyaşları; basit su damlaları mesâbesinde olur mu hiç?

Fuzûlî; “Aşk imiş her ne vâr âlemde.” diyen, gönül dünyâsı aşkla boyanmış bir Türkmen mutasavvıfıdır. Bu aşk ehli, gönlüne sığmayan hasretini, ümit gözyaşlarıyla dindirmeye çalışıyor; Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ithâf ettiği Su Kasîdesi’nde:

Ârızıň yâdıyla nemnâk olsa müjgânım n’ola,
Zâyi olmaz gül temennâsıyla vermek hâre su.

Kirlenmiş bir ruh dünyası, derin pişmanlıkların akıttığı gözyaşları ile yıkanır temizlenir; «tevbe-i Nasuh» ile ıslah olmuş, tertemiz bir şahsiyet ortaya çıkar. Victor HUGO, «Sefiller» adlı romanında, böyle bir karakterin, rûhundaki kötü dürtülerin esiri olmuş Jan Valjan’ın pişmanlığını şöyle resmeder:

“(İyilik timsâli insanın) hayali bütün rûhunu doldurdu. Öyle ki; bu durum karşısında kadın gibi hisli, çocuk gibi âciz ve ağlıyordu. Gözyaşlarıyla beraber zihninde, bir sabah açılmaya başladı. Garip bir sabah, karanlığa inat bir sabah, ilkbahar gibi tazelik, canlılık… Kaç saat böyle durup ağladı.”7

Alfred AUSTIN de; “Gözyaşı, ruh için, yaz yağmurlarından farksızdır.” diyor; bu mânâda.

Anadolu’muzun gönül sultanlarından, aşk âbidelerinden Mevlânâ -kuddise sirruh- Hazretleri ise;

“Ağlayıp, inlemek sağlam bir sermâyedir. Allâh’ın rahmet-i külliyesi ise, pek kuvvetli bir dâyedir.” der.

İlâhî aşktan, âşıklardan söz edip de, yine Anadolu’muzun gönül sultanlarından Yûnus Emre’yi -kuddise sirruh- yâd etmemek olmaz.

Ağla gözüm ağla, gülmezem gayrı;
Gönül dosta gider, gelmezem gayrı.

Yansın canım yansın, aşkın oduna;
Aksın kanlı yaşım, silmezem gayrı.”

diye inler bu Hak âşığı da; gönlünden kaynayan coşkulu bir pınar gibi, arı-duru Türkçe’siyle.

Osmanlı’nın son zamanlarındaki muhâtaralı ve buhranlı günlerde, istiklâl şairi Mehmed Âkif, ıstırabını ifade edebilmek için gözyaşlarına sığınır:

Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım;
Bu elem bir yüreğin kârı değil paylaşalım.

Gerek ülke, gerekse dünya ölçeğinde düşünüldüğünde, şiddet mefhumunun her kesime hâkim olduğu acı bir gerçektir. Dünyevî (seküler) cereyanların, insanlığı, fıtratının aksi yönde olarak sürükleyip getirdiği bu vahim vasattan çıkarıp kurtarmanın, yani bir «rahmet toplumu»nun teessüsü için; ağlayabilmeye, gözyaşı dökebilmeye ne kadar da ihtiyaç var. Tıpkı Necip Fazıl’ın şu ümitvâr ifadesindeki gibi:

Ağlayın su yükselsin, belki kurtulur gemi,
Anne seccâden gelsin, bize duâ et emi.

____________________

1 M. Ertuğrul DÜZDAĞ: Ali Ulvî KURUCU, c. 3, Kaynak Yay., İst. 2008, s. 392.

2 Dr. Kerim BULADI, Altınoluk, Ocak-2009.

3 Muhyiddîn-i Nevevî: Riyazü’s Sâlihîn, c. 1, Akit Yay., İst. 1995, s. 360 v.d.

4 Muhyiddîn-i Nevevî, a.g.e., c. 1, s. 363.

5 Osman Nûri TOPBAŞ, Altınoluk, Nisan-2009.

6 Dr. Âdem ERGÜL: Hâce Mûsâ TOPBAŞ -k.s.-, Erkam Yay., İst. 2007, s. 162.

7 Victor HUGO, Sefiller, Türdav Yay., İst. 1997, s. 48.