Dünya İdeali ve Cennet Nimeti HÂLİSÂNE KARDEŞLİK

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

“Kur’ân-ı Kerim’de cennet nimetlerini bildiren âyetlerden en etkileyici olan hangisidir?”

Size bu soru sorulsa ne dersiniz bilmiyorum. Ama Allâh’ın rızâsına ve cemâline kavuşmayı hariç tutmak şartıyla; zannederim cennet nimetlerinin en büyüğü şu âyette haber verilen kardeşlik nimetidir:

“Biz onların gönüllerinden kini-buğzu çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak sevinç içinde karşılıklı koltuklara otururlar.” (el-Hicr, 47)

Gerçekten de gönülde hiçbir düşmanlık hissinin olmaması ve samimî kardeşlik hissi, cenneti cennet yapan en büyük nimet olsa gerektir. Eğer insanın gönlünde nefret, haset ve düşmanlık olsa, cennet bile cehenneme dönüşür. Nefsin bulanık hisleri gönül aynasını buğulandırır durursa, cennet nimetlerinin tadını almak nasıl mümkün olabilir?

Oysa kalpler sevgiyle birleşmişse bir kısım zahmetler bile kolayca aşılır. Sadece öz kardeşler ve akrabalar bile gerçekten kardeş olsa, hayatın külfetlerini omuzlamakta birbirine destek verse; dünya hayatı cennete döner.

İnsanların çoğu şu hakikatten gafildir:

Aslında dertleşmeye, dayanışmaya ve yardımlaşmaya vesile olarak insanları birbirine yakınlaştıran sıkıntılar; kibir, haset ve düşmanlığa yol açarak onları birbirinden uzaklaştıran nimetlerden daha tercihe şâyandır. Çünkü insan, huzuru da endişeyi de kalbiyle duyar. Kalbi düşmanlık ve kinle dolduran hiçbir nimet hakikî bir nimet olamaz.

Öte yandan insanların birbirine yakınlaşması için ille de musibetlere uğramak gerekmez. Aksine kalpte muhabbet olduktan sonra başarılar, sevinçler ve müjdeli haberler de hasetsiz-garezsiz paylaşılır. Çünkü samimî kardeşlik hissinin kaynağı musibete uğramak değil; kalplerin merhamet ve muhabbetle dolu olmasıdır.

Kalpte gerçek muhabbet olursa başarılar kibirle değil, tevâzu ve şükürle karşılanır. Nimetler; bencilliğe, hodgâmlığa ve birbirine sırt çevirmeye değil, ikram ve ihsana vesile olur. Bu durumda da kardeşler arasında ne haset olur, ne nefret. İşte asıl nimet de budur.

Eğer kıymeti bilinse asıl nimet, kalplere verilen kardeşlik hissidir. Hattâ denilebilir ki kalplerin muhabbetle kaynaşıp birleşmesiyle kardeş olmak; hiç şüphesiz gökten inmiş bir cennet sofrası gibidir.

Gerçekten de kardeşleri hakikî kardeş yapan; hattâ aynı ana-babadan doğmayanları da kardeşçe birbirine kaynaştıran îman bağından başka nedir? Hattâ Kur’ân-ı Kerim’de de asıl kardeşliğin îman kardeşliği olduğu bildirilmektedir.

Çünkü aslında bütün insanlar, Hazret-i Âdem babamızdan ve Havva annemizden dolayı zaten kardeştir. İnsanlar arasındaki kardeşlik bağını kesip koparan, çeşitli ideolojiler veya onların da kökeninde cahiliye hamâsetini, ırk kibrini kamçılayan sapkın mitolojilerdir.

Milletlerin birbirine üstünlük taslayıp, birbirlerine zulmetmelerinin, sömürgeleştirmelerinin ve aşağılamalarının temelinde yatan asıl sâik; dünyalığa tamahları ve bu doğrultuda olan iktidar hırslarıdır. Bu hırsı maskeleyen tüm ideolojik, mitolojik veya güya dînî gerekçeler; sadece birer bahanedir. Hattâ evrim teorisi bile; bazı milletlerin, kendilerini daha erken evrimleşip üstünleşmiş bir ırk saymak için ürettiği ilmî görünüşlü bir mitolojidir.*

İnsanları bölüp parçalayan, aralarındaki kardeşlik bağını koparan, ırkçı ideolojilerin yanında; aynı milletin kadınını erkeğine, yoksulunu zenginine, bir yöresini diğer yöresine düşman eden bâtıl dünya görüşlerinin hepsi de yanlı ve eksik düşünen insan aklının ürünü olan felsefelerdir.

Allâh’ın gönderdiği vahiy ve elçi ise bütün zamanların insanlarını tekrar kardeşliğe çağırmaktadır:

“Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O’na karşı en çok takvâ sahibi olanınızdır. Arab’ın Arap olmayana -takvâ ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.” (Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Gerçekten de bütün peygamberler gibi Peygamberlerin Sonuncusu Habîb-i Kibriyâ Efendimiz de insanlara aralarındaki kardeşliği hatırlatan bir kardeştir. Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, Rasûlü’nden bahsederken özellikle; «İçinizden bir elçi» (el-Bakara, 151, et-Tevbe, 128) buyurur. Bu «içinizden» vurgusunda; Peygamber’in melek, cin ilh. değil de insan olması, kendi kavmine gönderilmesi kadar; orta hâlli ve herkesle eşit şartlara sahip bir insan olmasına da işaret vardır. Peygamberler umûmiyetle bir hükümdarın veya aristokratın soyundan gelmemiştir. Yahut kumandan, vali olarak insanların tepesine dikilip itaate zorlamamıştır. Aksine daima içinde yetiştiği kavmin orta hâlli fertlerinden seçilen peygamberler; ümmeti içinde onlarla eşit seviyede bir kardeş olarak bulunmuş ve içtenlikle uyacakları bir davette bulunmuştur.

Aynı zamanda «içinizden» tabiri, peygamberlerin öncelikle kendi soyundan gelenlere gönderildiğini ifade eder. Hattâ Kur’ân-ı Kerim’de; Kureyş’e, yıkıntılarından geçip gittikleri kadîm Arap toplumlarının hikâyeleri anlatılırken; bu kavimlere gönderilen Hazret-i Hûd, Sâlih ve Şuayb -aleyhimüsselâm-’dan şöyle bahsedilir:

“Onlara, kardeşleri Hûd’u (Sâlih’ i / Şuayb’ı) göndermiştik…” (el-A’râf, 65, 73, 85)

Bu âyetlerde peygamberlerin kavimlerine kardeşlik bağları ve kardeşçe muâmeleleri özellikle vurgulanarak; Peygamberimiz’in Kureyş’e nisbetine dikkat çekilmektedir.

Aslında peygamber kıssalarından anlıyoruz ki Rabbimiz daima insanlar arasındaki fıtrî kardeşlik duygusunu esas almış ve geliştirmeye teşvik etmiştir. Gönderdiği elçileri öncelikle akrabalarını davet etmeye yönlendirmiş, böylece davetçisinin dilini, kültürünü, soyunu ve geçmişini iyi bilen, onu anlamaya muktedir kişileri ona îman etmekten sorumlu tutmuştur.

Aslında hemen hemen bütün peygamberler, içinden çıktıkları, soy-sop yönünden irtibat hâlinde oldukları kavimlere gönderilmişlerdir. Bununla birlikte peygamberlerin birçoğu kardeşlerinden ve akrabalarından eziyet çekmişlerdir. En meşhuru Hazret-i Yûsuf olmak üzere, kardeş ve akrabalarından eziyet gören birçok peygamber vardır. Hazret-i Zekeriyyâ’nın duâsında da akrabaları hakkında endişelerine dikkat çekilir. Peygamberimiz ise gerek kabilesinden, gerek atası Hazret-i İsmail ile Hazret-i İshak’ın kardeşlikleri sebebiyle amcaoğulları sayılan Yahudilerden eziyet çekmiştir.

Kardeşliğe ihânet; Kābil’in döktüğü kardeş kanından beri süregelen kötü bir gelenektir.

Kardeşlik ve akrabalık hukukuna riâyetten başlayarak, millî ve dînî bağları koruyarak kardeşlik dairesini genişletmek ise peygamberlerin yoludur.

Kardeşlik îman ile pekiştirilir ve genişletilir, çünkü ilâhî davet bir millete değil bütün insanlığadır. Aksi hâlde Cenâb-ı Hak, -Yahudilerin bâtıl kanaatleriyle yanıldıkları gibi- hâşâ ne bir millete ne de insanlığa mecburdur. Kur’ân-ı Kerim’de sıkça tekrarlandığı gibi;

“Rabbin müstağnîdir (herşey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir), geniş merhamet sahibidir. Yoksa dilerse sizi ortadan kaldırır, peşinizden yerinize dilediğini getirir, nasıl ki sizi de başkalarının soyundan getirmiştir…” (el-En’âm, 133; Ayr. Bkz. en-Nisâ, 133; İbrâhîm, 19; Fâtır, 16. Bazı âyetlerde ifade daha umûmî tutularak Allâh’ın, insan türüne de muhtaç olmadığı, insanlığı bir ulvî makam görenlere ve göreceklere ihtar edilmiştir.)

Bunun daha açık-seçik ifadesi şu âyet-i kerîmede yer almış ve Mevlâ Teâlâ bu âyette îman kardeşliğinin prensiplerini de belirtmiştir:

“Ey îman edenler! Sizden kim dîninden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allâh’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücâhede eder ve dil uzatan hiçbir kimsenin ayıplamasından korkmazlar.” (el-Mâide, 54)

Peygamber Efendimiz’in ihya ettiği kardeşlik yolu; başta birbirleriyle akraba olan Ortadoğulu milletler olmak üzere; halka halka genişleyen cihanşümul bir kardeşlik kültürü meydana getirmiştir. İslam kardeşliğinde birleşmek üzere uzak diyarlardan, dağlar, çöller ve denizler ötesinden nice Türkler, Hintliler, Afrikalılar, Endonezyalılar, Arnavutlar, Boşnaklar… O Rahmet Peygamberi’nin kardeşlik çağrısına koşmuşlardır.

Birbirinden uzak yerlerde yaşayan, birbirinin diline ve kültürüne yabancı, ırk özellikleri, âdet ve alışkanlıkları farklı nice millet; İslâm kültürü sayesinde asırlarca kardeşçe kaynaşıp birlikte yaşamışlar; görgü ve bilgilerini birleştirip bir medeniyet havzası meydana getirmişlerdir. Böylece daha sonra başka milletlere de ilham verecek bir medeniyet harsı teşekkül ettirip, dünyanın cennetini kurmuşlardır.

Gerçekten de kardeşlik, dayanışma ve yardımlaşma dünya hayatımızı da cennete çeviren hakikî bir cennet nimetidir ve ne yazık ki bugün insanlık en çok bu nimetten mahrumdur. Üstelik barış, kardeşlik, eşitlik gibi sloganların en fazla dillere pelesenk olduğu bir asırda insanlar bu nimetten mahrum kalmıştır.

Peki, neden?

Madem kardeşliğin gerekliliğinde herkes müttefik; öyleyse neden insanlar bir türlü kardeş olamaz?
Kardeş olmanın nesi zor ki; bırakın insanların kardeş olmasını; aynı soydan gelen kardeşler bile birbirinin kurdu olur?

Hiç şüphesiz bunun cevabı, gerçekten kardeş olduğumuza inanma eksikliği ve kardeşliğin icabı fedâkârlığı yapma isteksizliğidir. İnsanları kardeşliğe îman ettirecek, birbirlerine kardeşçe muâmeleye teşvik ve terğib ettirecek yegâne inanç ise sadece İslâm medeniyetinin inanç sistemidir.

Nasıl olmasın ki vahye îman eden herkes zaten kullukta yoldaş, ümmetlikte kardeş, aynı atadan dolayı soydaş olduğunu kabul etmektedir. Her hac mevsiminde baba evine bayramlaşmaya koşan kardeşler gibi, atamız Âdem’in mescidine, İbrahim milletinin tevhid ve kardeşlik bayramına katılmamız da bunu göstermiyor mu?

Aralarına tefrikalar girene kadar müslümanlar kardeşçe bir arada yaşamışlar, zulmetmek, sömürmek, ezmek şöyle dursun; en küçük bir husumet beslemekten bile kaçınarak şöyle duâ etmişlerdir:

“Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş îmanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, îman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” (el-Haşr, 10)

_____________________
* İlk kez Lucretius tarafından ileri sürülen bu teoride, insanın yaratılışını hayvanlarla aynı sayan bir eski Yunan mitolojisinin tesiri hissedilmektedir. Bazı müslüman filozofların, Yunan menşeli bu fikri eserlerinde ele almalarını, «müslümanlardan da evrimi kabul edenler olmuştur.» şeklinde değerlendirmek doğru değildir. Aslında milletlerinin bir hayvan atadan geldiğini ileri süren birçok ırkçı mitoloji vardır. Sanki evrim teorisi de totemi maymun olan bir mitolojiye benzemektedir.