ALLÂH’IN İPİNE SARILIN!

Prof. Dr. Ömer ÇELİK omercelik08@hotmail.com

İslâm tevhid dînidir. Yani Allâh’ın birliği esasına dayanır. Bu sebeple İslâm dairesine adım atmanın ilk şartı;

“Allah’tan başka ilâh yoktur, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- O’nun Rasûlü’dür.” sözünü dille söylemek, kalp ile tasdik etmektir. Kalp, ancak tevhid nûruyla dağınıklıktan toparlanıp kendine gelme ve Rabbine bağlanma imkânı bulur. Tevhid akîdesine sahip olamayan kalpler darmadağınık olur; “gökten düşüp parçalanarak kuşların kapıştığı, rüzgârın uzak diyarlara savurduğu zerreler hâline” gelir. Buna göre hem fert hem de toplum ancak sağlam bir tevhid inancıyla birlik ve beraberlik içinde olmanın yoluna girer. Cenâb-ı Hak, bütün mü’minleri birlik olmaya çağırarak şöyle buyuruyor:

“Hepiniz birlikte Allâh’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin. Allâh’ın size olan şu nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmandınız; kalplerinizin arasını te’lif etti de O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Hem ateşten bir çukurun tam kenarında (küfür içinde) bulunuyordunuz da sizi oradan kurtardı. İşte böylece Allah, size âyetlerini açıklamaktadır ki hidâyete erebilesiniz.” (Âl-i İmran, 3/103)

«Allâh’ın ipi»nden maksat, «Allâh’a yaklaşmaya ve mü’minleri Allah rızâsı etrafında birleştirmeye vesile olabilecek her türlü vasıta»dır. Bunun da başında şüphesiz; «Kur’ân ve İslâm» gelmektedir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Kur’ân, Allâh’ın gökyüzünden yeryüzüne sarkıtılmış ipidir.” (Tirmizî, Menâkıb 31; Müsned, III, 14, 17)

“(Fitnelerden) çıkış yolu Allâh’ın Kitâbı’dır. Onda sizden öncekilerin kıssası, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü vardır… O, Allâh’ın sağlam ipidir.” (Tirmizî, Fezâilu’l-Kur’ân 14) açıklamalarıyla bunu beyan etmektedir.

Bu açıdan bakıldığında âyet; hep birlikte Allâh’ın, beşeriyetin hidâyet ve kurtuluşu için göndermiş olduğu Kur’ân-ı Kerîm’e ve onun üzerine binâ edilen İslâm dinine bütün gücümüzle sımsıkı sarılmamızı; itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtla alâkalı tüm emir ve nehiylerini dikkate alarak yaşamamızı; onun etrafında birbiriyle kenetlenmiş sağlam bir İslâm toplumu oluşturarak asla tefrikaya düşmememizi emretmektedir.

İslâm; inanç bakımından herkesi Allâh’ın birliği akîdesi etrafında birleştirmeyi hedeflediği gibi, cemaatle namaz, Cuma ve bayram namazları ve hac gibi ibâdetlerle amel yönünden de birlik ve beraberliği gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Zira fiillerdeki birlik, kalplerin birliğine sebep olmaktadır. Allah’tan hakkıyla korkmak, İslâm’a uygun yaşamak ve müslüman olarak ölebilmek için böyle bir İslâm toplumuna ihtiyaç vardır. Ayrıca dünya hayatında fert ve toplum olarak ayakta durabilmek, düşmanların maddî ve mânevî baskılarına dayanabilmek ve İslâm toplumu olarak bizden beklenen sorumluluğu yerine getirebilmek için de böyle bir beraberlik zarurîdir. Çünkü birlik ve beraberlikleri zâyî olmuş toplumların, kısa zamanda dağıldıkları ve her şeylerini kaybettikleri tarihî bir vâkıadır.

Allâh’ın insanlara olan nimetleri hem dünyevî hem de uhrevîdir. Daha önce birbirine düşman olan kişi, kabile ve toplumların; İslâm nimeti ve îmânın birleştirici vasfı sayesinde kalplerinin birbirine ısınarak kardeş olmaları dünyevî bir nimettir. Nitekim Medine’de bulunan ve aynı soydan gelen Evs ve Hazrec kabileleri, İslâm gelmeden önce aralarına sokulan düşmanlık sebebiyle birbiriyle savaş hâlinde idiler. Hattâ bu savaş bir asırdan fazla sürmüştür. Fakat İslâm’ın gelmesiyle düşmanlıklar son bulup, birbirine merhamet eden ve birbiri hakkında iyi düşünen kardeşler hâline gelmişlerdir. Bunun örnekleri, tarih boyunca çokça yaşanmıştır.

«Ateşten bir çukurun kenarından kurtulmak» ise «cehenneme düşmeye sebep olan küfürden kurtulmak» mânâsında olduğu için uhrevî bir nimettir. Burada cehennem, içinde ateşin bulunduğu çukura, küfürleri sebebiyle insanların cehenneme müstehak olmaları da, ateş çukurunun kenarına gelmelerine benzetilmiştir. Eğer onlar, küfür üzere ölselerdi mutlaka cehenneme düşeceklerdi. Fakat tam o çukura düşmek üzereyken İslâm sayesinde Allah onları hidâyete erdirmiş ve cehennemden kurtarmıştır. Bunlar, hidâyete ermek isteyen fert ve toplumlar için birer örnek ve ibrettir.

Ancak insanların irşadı ve hidâyeti kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. Bu vazifeyi yerine getirecek ehliyetli ve salâhiyetli mürşidlere ihtiyaç vardır. Bu sebeple âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“(Ey mü’minler!) İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan (seçkin) bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” (Âl-i İmrân, 3/104)

Hayra davet, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama bütün müslümanlara farz-ı kifâyedir. Bu vazife yerine getirilmeyince hiçbir müslüman mes’ûliyetten kurtulamaz. Hitap bütün mü’minlere olduğu için onların vazifesi, içlerinden bu sorumluluğu yerine getirecek belli, özel bir topluluk yetiştirmek, onlara yardım ve ittibâ etmek sûretiyle bu görevi yerine getirtmektir. Böyle bir grup teşkil edilip görevlendirildikten sonra tebliğ vazifesi bizzat onlar üzerine farz-ı ayn olur. Fakat bunlar görevlerini yerine getirmezlerse, sorumluluk önce bunlara, ikinci olarak da tekrar müslümanların hepsine aittir.

Ayette geçen «hayır» kelimesi, «dîne ve dünyaya ait her türlü iyi, güzel ve faydalı olan şeyler» mânâsına gelir. Kur’ân-ı Kerim’de umumiyetle bu kelime; Allâh’ın rızâsına uygun düşen; fert, aile ve toplumun faydasına olan; âhirette sevap kazandıran tutum ve davranışlar; fert ve toplum menfaatine olan servet, mülk, müessese ve düzen­lemeler anlamında kullanılmıştır. Bunların zıddı olan şeylerden de «şer» olarak bahsedilmiştir. Burada zikredilen «hayır»dan maksat, öncelikle tevhid ve İslâm’dır. İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak da bunun mühim bir kısmını teşkil eder. Bu bakımdan emredilmesi istenen «mâruf»; İslâm’ın getirdiği, uygun gördüğü ve onayladığı her türlü iyiliktir. «Münker» de İslâm’ın yasakladığı ve onaylamadığı her türlü kötülüktür. Şunu belirtmek gerekir ki iyiliği ve kötülüğü Allâh’ın sapasağlam ipi olan İslâm’dan başka ölçü ile ölçmeye kalkmak, nefse ait arzulara uymaktır ki, bu; bir sonraki âyette yasaklanan tefrika ve ihtilâfı ihdas etmekten başka bir şey değildir.

Hayra davet, iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama hususunda Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in çok önemli ikazları vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:

“Allâh’a yemin ederim ki; ya iyiliği emreder, kötülüğü yasaklarsınız ve zâlimin iki elini tutup onu hakka çevirir, doğruluğa zorlarsınız veya (bunu yapamazsanız) Allah, sizin iyilerinizin kalplerini de kötülerinkine ben­zetir ve daha önce İsrâiloğulları’na olduğu gibi size de lânet eder.” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17)

“Sizden bir kötülük (münker) gören kişi onu eliyle önlesin. Buna gücü yetmeyen diliyle karşı çıksın. Bunu da yapamayan (kötülüğe) kalben buğzetsin. Bu (sonuncu) ise îmânın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îman 78; Tirmizî, Fiten 11)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama işinin toplumun ihyâsı ve devamı açısından ne kadar hayatî olduğunu ise bir misalle şöyle açıklamaktadır:

“Allâh’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kur’a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar:

«–Hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst katımızda oturanlara eziyet vermemiş oluruz.» dediler.

Şayet üstte oturanlar, bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer ellerinden tutarak bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de diğerleri kurtulmuş olur.” (Buhârî, Şirket, 6; Şehâdât, 30. Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 12)

İslâm toplumu adına hayra davet, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama vazifesini îfâ edecek kişilerin belli başlı husûsiyetlere sahip olmaları lâzımdır. Bunları şöylece hülâsa edebiliriz:

Îman, istikamet ve takvâ bakımından yeterli ve üstün bir seviyede olmaları,

İyiyi kötüden, hayrı şerden ayırabilecek derecede ilim, irfan ve tecrübe sahibi olmaları,

Beşerî münasebetleri gü­zel bir şekilde yürütebilecek derecede ahlâk-ı hamîde ve hüsn-i muâşeret sahibi olmaları,

Bu işi yapabilecek dirâyet, güç ve kudret sahibi olmaları gerekir.

İslâm; tam olarak öğrenilip, öğretilip yaşanmadığı takdirde toplumda nizamın yerini terör, birliğin yerini tefrika alır ki şu âyet-i kerîme bu hususta ciddî bir ikazda bulunmaktadır:

“Sakın, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ayrılığa düşüp (aralarında) ihtilâf edenler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmran, 3/105)

Allah Teâlâ, yeryüzünde her türlü hayrın temsilcileri olmalarını murad ettiği ümmet-i Muhammed’i önceki ümmetlerin, özellikle Yahudi ve Hıristiyanların düştüğü kötü bir duruma düşmekten sakındırmaktadır. Onlara, iyilikleri emredip kötülükleri yasaklayarak İslâm’ın hâkim olmasını sağlamada başarılı olabilmeleri için, güçlü olmaları gerektiğini; bunu temin etmek için de İslâm’ın bağlıları arasında son derece kuvvetli bir ülfet ve muhabbetin olması lâzım geldiğini hatırlatmaktadır. Buna şiddetle yönlendirmek için de, bölünüp parçalananlara, bu hâlleri sebebiyle dünya ve âhirette büyük bir azâbın olduğu uyarısını yapmaktadır.