NEFİS*
Dr. Naif ÖZKUL
“Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459)
Nefs, lügat mânâsıyla bir şeyin «kendisi» demektir. «İnsan yalnız nefsini düşünmemeli.» örneğinde olduğu gibi… Bizim asıl bahsedeceğimiz «nefis»; nefs-i emmâre, yani aşırı şekilde kötülüğü emreden nefistir. Batı dilinde «nefis» karşılığında bir kelime yoktur. Ego, şuuraltı, içgüdü gibi kelimelerle ifade edilmeye çalışılsa da bunların hiçbiri «nefs»in yerini tutmaz ve nefis kelimesi karşısında çok yetersiz ve cılız kalır.
Bunun yanında batı dillerinde ruh kelimesinin karşılığı vardır, onun varlığına inanılır.
Bir de «nur» kelimesinin karşılığı yoktur batı dilinde. Işık (lâmba) hiçbir zaman «nur» yerini tutmaz. «Yak şu nûru!» demeyiz; «Yak şu lâmbayı!» deriz. Bazen bembeyaz sakallı, yüzü «nur» saçan yaşlı zevâta rastlarız. Yüzündeki o nûru izah edemeyiz. Sadece hayranlıkla, saygıyla seyrederiz. Kur’ân’da:
“Allah -celle celâlühû- göklerin ve yerin Nûr’udur.” (en-Nûr, 35) diye bir âyet vardır. İşte nur ne büyük sırr-ı ilâhî…
Beyin ve beş duyu organlarımızın anatomik izahları yanında, aslında Allâh’ın -celle celâlühû- rûhundan nefh ettiği o «nur»la görüyor, o «nur»la işitiyor, o «nur»la anlıyor ve düşünüyoruz.
Tekrar «rûh»a dönersek, ruh «nefs»in antitezidir, zıddıdır. Bu iki varlık «akıl» gibi fizik olarak elle tutulur, çıplak gözle görülür varlıklar değildir, ancak kuvvetle hissedilir. Bunlar tasavvuf dilinde iki letâiften birer varlıktır. İnsanda mevcut «nefs»in özellikleri kibir (büyüklenme), ucub (kendini beğenme), riyâ (iki yüzlülük), haset (kıskançlık), gazap (büyük öfke), hubbu’r-riyâse (baş, lider olma sevdalısı olma) ilh. gibi olumsuz, hoş olmayan özellikler…
Onun antitezi, zıddı olan «rûh»un özellikleri ise istikamet (doğruluk), hayâ, ihlâs, vakar… ilh.
Bunlar insanda çatışma hâlindedirler.
Şimdi size «nefs»i ezerek kibri yıkmakla ilgili birkaç menkıbe aktaracağım:
Velîye sorarlar:
“–Ömrünüzde zevk duyduğunuz en büyük hâdise nedir?”
Diyor ki:
“–Gemide gidiyordum. Herkesle eğlenen bir maskara vardı. Bir numara göstermek istedi, etrafına bakındı. Buna lâyık adam bulamayınca beni gözüne kestirdi, beni saçlarımdan yakaladı, yüzüme tükürmekten yerlerde sürüklemeye kadar… her türlü hakareti yaptı. Bundan derin bir haz duydum. Hayatımda bundan başka bir haz hatırlamıyorum…”
Nefsi ezme dâvâsında çok güzel bir izah.
«Nefis» ile ilgili Safiyyüddin Hazretleri’nden bir menkıbe:
Safiyyüddin Hazretleri büyük bir velî. Reşahat adlı eserin yazarı. Eserde «evliyâullâh»ı hayat hikâyelerini anlattıktan sonra onların peşinden giden bir köpek kabul eder kendini… Reşahat’ı Türkçeye adapte eden Necip Fazıl ise hemen onun arkasından şu beyti terennüm eder:
Ey Sâfî! Sen ki bu şanlı kervanın peşinden giden bir köpek kabul ediyorsun kendini. Ben ise:
Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim!
Bastığınız yeri taş taş öpeyim.
Bir kırıntı yeter, kereminizden!
Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben…
O dahî bu şanlı kervanın peşindeki üç ayakla seken bir diğer köpek kabul ediyor kendisini…
İşte tasavvuftaki aşk ve vecd insanı ne hâle getiriyor. Nefis engeli aradan kalkınca insanda fütûhat başlıyor, haz ve zevkle huzura kavuşuyor insan.
Evet, «Ruh»tan söz açılmışken, Medine’de Yahudiler bir araya gelmişler. “Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e «Ruh nedir?» diye soralım, bilirse nebîdir.” derler…
“Ruh nedir?” diye sorarlar.
Allâh’ın Rasûlü;
“Size en yakın zamanda bildireceğim o anlatılmazı.” der. Vahiy gelir:
“Sana Ruh’tan sorarlar. De ki: Ruh Allâh’ın bir emridir. Size onun hakkında az bir ilim verilmiştir.” (el-İsrâ, 85)
Onun nebî olduğunu anlıyorlar, bir türlü; «Nebîsin.» diyemiyorlar. İnsan bin sene de beklese rûhun hakikatini çözemeyecektir. Batıda materyalist filozoflar dışında Fransız şair Rimbaud (Rembo), Nietzsche, Pascal, Bergson gibi «Rûh»u esas alan filozoflar bile, «Rûh»un hakikatini çözemedikleri gibi bu yolda aklını yitirenler bile olmuş, bazıları ise manastıra inzivaya çekilmişlerdir.
Onlardan Pascal Fransızların büyük keşifler yapan bir dâhîsi, aynı zamanda büyük bir filozof… Mücerred (soyut) akılla vardığı son nokta şudur:
“Bana Allah gerek, filozofların anladığı mânâda değil, haberini peygamberlerin getirdiği Allah…”
Başlıyor saymaya: “Hazret-i İbrahim, Hazret-i Musa, Hazret-i İsa’nın haber getirdiği…”
Tam iskeleye yanaşmışken tek adım atamamak, Kâinâtın Mümessili’ni -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tanıyamamaktan vapuru kaçırıyor.
Onun bir güzel sözü daha var. Diyor ki:
“Nous mourrons seul: Yapayalnız ölürüz!..”
Bir tanesi de 19. asırda Fransızların meşhur şairi Rimbaud… Mücerred (soyut) fikri o hâle getirmişti ki, ilâhî azameti her noktada görür olmuştu:
“En küçük bir teşbih yapsam çıldıracağım; o hâle geldim.” diye bir notu var.
Bırakıyor edebiyatı Afrika’ya geçiyor. Bir tek kelime mecaz, teşbih, istiâre yani edebiyat yapmadan basit cümleler kurarak raporlar veriyor:
“Güneş battı, yağmur yağdı, şu oldu, bu oldu…” gibi. 38 yaşlarında bir hastalıktan ölüyor. Ölürken son sözü:
“Allah Kerim.” oluyor. Zira Afrika’da Araplarla teması olmuş.
Onun şu sözü ayarında bir söze az rastladım diyor Necip Fazıl:
“La vraise vie est apsante: Hakikî hayat nâ-mevcuttur.”
«Apsante (absente)» mânâ itibarıyla «olup da olmayan» demektir. Meselâ Fransızca eğitim yapılan okullarda yoklama kaçağı öğrenciler için apsante tabiri kullanılır.
Rimbaud’ya göre var olan gerçek hayat burada değil…
İslâm dünyasının engin bir âlimi olan İmam Gazâlî Hazretleri de derin bir fikrî buhran geçirdiğini el-Munkızu mine’d-dalâl (Dalâletten Kurtuluş) isimli eserinin ön sözünde ifade etmektedir. Tasavvufa dâhil olduktan sonra huzur ve saâdete erdiğini yazmakta ve İhyâu Ulûmi’d-Dîn isimli şâheserini bundan sonra yazdığını beyan etmektedir.
Yine «nefs»e geçiyoruz. Nefis hiçbir zaman yok edilmez, öldürülmez, ancak ezilir, hapsedilir, ıslah edilir. Batıda kimi papazlar, bazı Hint fakirleri; evlenmeme, yememe, içmeme şeklinde yollarla nefsi öldürmeye çalışırlar. İmam Rabbânî Hazretleri; «Bunlar «nefs»i ters yönden mükâfatlandırmaktır» diyor.
İslâm’da nefis ezilir, ıslâh edilir, öldürülmez.
Mesnevî’de:
Mevlânâ’ya bir papaz gelir batılı bir reverans ile selâm verir, Mevlânâ da ona mukabele eder. Sorarlar:
“–Neden papaza selâm verdiniz?”
Şöyle cevap verir:
“–Onun küfrü zâhirinde, îman istîdâdı bâtınında. Benim îmânım zâhirimde, (mayası küfürle yoğrulmuş) nefsim bâtınımda ezilmiş, hapsedilmiş. Biz birbirimizin bâtınıyla selâmlaştık.”
Sahâbenin biri hem oruçlu hem de sıcak güneşin altında oturuyor. Efendimiz buyuruyor:
“Orucunu tut ve gölgede otur, nefse zulmetmek yok İslâm’da…”
O Allah dostları ki:
İçine «nefs» sızan ibâdetlerin
Birbiri ardınca kazasındalar
(Necip Fazıl)
Bazı din büyükleri namazı neşe ile kılmayı bile uygun görmemişler. «Nefs»e pay vermemek için…
“–Peki neşe ile kılmayalım da nasıl kılalım?”
“–En büyük vazife olarak kılmak lâzım.”
Namaz nefsin en büyük düşmanı… şöyle bir teklifte bulunulsa;
“İstiklâl Caddesi’ndeki vitrinleri boydan boya seyretmek yerine şu camide iki rekât nâfile namaz kılalım.” dense, nefis hemen itiraz eder, yürümeyi tercih eder. Gelin görün ki nefis namaza ne kadar uzak ve yine biliniz ki, «nefs»in düşmanı olan namaz ne kadar ulvî bir ibâdet. Çünkü nefis ona hemen muhalefet ediyor, karşı çıkıyor.
Mescid-i Haram’da yapılan dualarda:
“Göz açıp kapayıncaya kadar bizi nefsimize terk etme!” diye bu duâ sık sık tekrarlanır.
Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- kötülüğü emreden «nefs»ten Allâh’ın rahmetine sığınmıştı:
“(Bununla beraber) nefsimi temize çıkaramam. Çünkü Rabbimin acıyıp koruduğu hariç «nefs» aşırı şekilde kötülüğü emredicidir. Zira Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Yûsuf, 53)
Nefis terbiyesinde üst üste aç kalan bir velî -ki üst üste aç kalmak mekruhtur, nefse zulmetmek yoktur İslâm’da- nefsinin ağzından bir köpek gibi çıktığını görüyor ve bağırıyor:
“–Oh, benden gittin, bir daha seni ağzıma almayacağım!”
O zaman bir nidâ duyuyor;
“–Onu ağzına al, biz seni onunla seviyoruz.” diye.
Dikkat edilmesi gereken bir nokta var: Melekte «nefis» yoktur, onun için secde etmiştir insana…
Nefis taşıyan her insan birtakım vesveseler ve endişelerin etkisi altındadır. İnsan bunlardan huzursuzluk duyar. Sadece gelecek endişesiyle ilgili bir nükteyi aktaracağım ünlü bir cerrahın kaleminden:
“O gün bir dostum kederli, eli şakağında kara kara düşünüyordu. Yılmaz sordu:
–Hayrola hasta mısın?
–Hayır, çok iyiyim.
–Karınla kavga mı ettin?
–Hayır, çok mutluyuz.
–Çocuğun sınıfta mı kaldı?
–Hayır, birincilikle geçti.
–Arabanı mı çarptın?
–Eskisini sattım yerine çok güzel bir araba aldım.
–Öyleyse iflâs ettin!
–Aksine hayatta hiç bu kadar para kazanmadım.
–Peki neden gemisi batmış kaptan gibi kara kara düşünüyorsun?
Verdiği cevap:
–Ya işler böyle gitmezse…”
Bu sadece bir gelecek tasası, endişesi… Bundan başka daha ne kadar olumsuz endişeler insanı etkisi altında bırakıyor olmalı…
İnsan Allah -celle celâlühû-’ya dayanmadıkça, O’na gerçek bir tevekkül etmedikçe bunların etkisinden kurtulamaz. Şu dünya hayatında her türlü endişeyi ve gelecek tasasını taşıyan «nefis» nasıl mutlu olur?..
Huzur ve saâdet dolu bir hayat ancak Allah -celle celâlühû-’ya şükür ve hamd ile mümkündür.
* 1962 yılında Ramazan’da 3 gece iftardan sonra zevkle dinlediğim Üstad Necip Fazıl’ın verdiği «Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu» adlı konferanstan bazı notlar…