KRİZ DÖNEMİNE HÂTIRA KALSIN

Ali HÜSREVOĞLU

husrevoglu@yuzaki.com

İslâm’ın anlatılıp öğretilmeye başladığı dönemlerde toplumun şirk tarafında dünya nimetlerinin ve refahın yüksek seviyesi, toplumun tevhid tarafında ise işkence ve dışlamanın en katı örnekleri yaşanıyordu. Her ne şekilde ve seviyede olursa olsun Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bir şekilde irtibatı olan dışlanıyor, varlık içinde yokluğa itiliyordu. Allâh’ın salâtı ve selâmı O’na ve beraberindekilere olsun.

Bu katı muâmele ve çetin şartlar, kalplerine îman yazılmış olan bu mazlum insanları mutsuz kılmayı başaramadı. Bu insanların; o günün şartları içinde yaşadıkları ezici, yıldırıcı ve kahredici hayat şartları onlara daha engin bir boyut, yüksek şahsiyetler ve dağlar gibi dayanma gücü kazandırdı.

Bu insanlar da bizim gibi etten, kandan, kemikten yaratılmışlardı; aynı ihtiyaçları hissediyorlar; yakın ve uzak çevreleri içinde yaşıyorlardı. Öncelikleri o gün gelen bir Kur’ân âyeti veya Rasûlullâh’ın dilinden dökülen bir değerin anlaşılıp ezberlenmesi; o günün nasıl geçirileceği, ne gibi ibâdetler ve hizmetler yapılacağı; Habeşistan’a hicret varsa orada karşılaşılması beklenen veya beklenmedik durumlar; Medine’ye hicret varsa Mekke’nin unutulması; evin, barkın, yakın akrabanın, kurulu iş düzeninin, ticaretin, bağlantıların, iş seyahatlerinin bir kenara itilip on beş günlük mesafedeki bir şehirde her şeyi yeniden ve sıfırdan kurup, kalmak üzere hesaplar…

İşte bu mecrâya akış, bu insanları zirvelere yükseltti. Bugün bu duygulardan mahrum gibiyiz. Önceliklerimiz değişti. Bazen hâl-hatır sorduğunuz insan size -büyük ölçüde tembellik, sorumsuzluk, gayesizlik sebebiyle- geçirdiği ve geçirmekte olduğu rahatsızlıkları bin bir gece hikâyeleri uzunluğunda hiç duraklamadan, yanılmadan; kullandığı bir ilâcı özellikleriyle ve yan etkileriyle eksik bırakmadan anlatmaya başladığı zaman ne kadar boş, ne kadar bencil bir kimseyle karşı karşıya kaldığınızı hissediyorsunuz; fakat bir güzelliği paylaşmaya, bir edebi öğretmeye gücünüz yetmeyebiliyor.

Memleketimizin cennet gibi yerleri vardır. Ancak vatanın bu köşelerinden birinde yaz mevsiminin rahatlığı, meyve-sebzelerinin bolluğu, mükemmel yapılmış villâların muhteşem manzarası içine gömülmüşlüğünün verdiği rehâvet içinde yüzen ve; «Sinirlerimin bozulmaması için haber bile dinlemem, gazete bile okumam!» diyen kaybettiğimiz insanımıza;

“Müslümanların derdiyle ilgilenmeyen bizden değildir.” hadîsini hatırlattığım zamanki yüz ifadesi vurdumduymazlığın bir örneğiydi. O anda bir Müslümanla değil, insan kalıbı taşıyan bir ölü ile karşı karşıyaydım. Ancak çevremde bunu paylaşacak kimse de bulunmuyordu. Bu durum, aynı zamanda hâlâ bir yerlere varamayışımızın açık izahı idi.

Şimdi Tevbe Sûresi’nin yirmi dördüncü âyetini açıp okumaya çalışalım:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, yakın çevreniz, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşunuza giden evleriniz size Allah’tan ve Rasûlü’nden ve O’nun yolunda çalışmaktan daha sevgili ise; Allah, emrini getirinceye kadar tedirgin bekleyiniz. Allah kendine itaatten çıkan bir topluluğu doğru yola iletmez.”

İnsan, helâlinden kazanmaya elinden gelen gayreti göstermeli; bununla da hem geçici, hem kalıcı hayatı kazanmaya çalışmalıdır. Ancak geçici hayatın içindeki maksat, ebedî hayatı kazanmak olmalıdır. İnsanların hevâ ve hevese daldığı zamanlarda Allâh’ı anmak, dünyadan başka her şeyin unutulduğu bir zamanda Allâh’ı unutmamak ve unutanlara hatırlatmak gerçek erdemdir. Ümmetin yaraları kanarken, kendi baş ağrısını öne çıkaran, dünyanın en önemli konusu gibi sunanların en zavallı insanlar olduğunu düşünüp onları uyandırmaya çalışmak da bir görevdir.

İslâm, kulun;

• Yaratıcı’sı ile

• Bütün insanlar ile ve

• Bütün çevresi ile barışık olduğu sistemin adıdır.

Bu çok boyutlu barışı benimsemeyen insana bütün dünyayı bağışlasanız tatmin edemezsiniz. Kendi yaşamasını ve ayakta kalmasını başka insanların kanını emebilmesine bağlı gören sistemler, zaman içinde ne kadar cazip görünürlerse görünsünler böyle büyük boyutlu krizleri sık sık yaşamaları kaçınılmazdır. Kur’ân, mesajına inananları böyle geçici câzibelere aldanmamaları konusunda uyarmıştır. (Tâ-hâ, 131)

Hayırlı olan, sıkıntı vermeden kalıcı olandır. Gidişiyle acı ve pişmanlık uyandıran nimet, aslında nıkmettir/cezadır.

Sistemler, bırakalım kendilerini alternatifleriyle tartsınlar, yarışsınlar, kapışsınlar. Konumuzla ilgili olarak işi temelden tutup, acaba Son Peygamber nurdan meş’alesiyle karanlık gönülleri nasıl aydınlatıyor, anlamaya çalışalım:

Buhârî, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve İbn-i Mâce’nin rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerifte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Sizden kim;

1. Yaşadığı çevrede güven içinde sabaha çıkıyorsa,

2. Herhangi bir rahatsızlığı bulunmayıp bedeni âfiyet içinde ise,

3. Bir günlük azığı da yanında ise bu kimseye içindeki en değerli şeyleriyle beraber bütün dünya tahsis edilmiş gibidir.”

Bir benzeri bulunmayan, bir benzerinin bir başka insan tarafından söylenemediği ve söylenemeyeceği bu muazzam mutluluk ışığı üzerinde derinlemesine düşünelim. Biz gerçekten aç mı geziyoruz, yoksa başkasının cebindeki geçici birkaç kuruş bizim huzurumuzu mu kaçırıyor? Yoksa kendimizi başkasının malından sorumlu mu zannediyoruz?

Bu açıdan bakıldığında Peygamber Efendimiz, bütün insanlık tarihinin en huzurlu ve en mutlu insanıdır. Hayatı boyunca üç gün üst üste arpa ekmeğiyle doymadığı bütün kaynaklarda kayıtlı olan bu eşsiz insan; bütün hayatında kendisiyle, çevresiyle, Allâh’ın yarattığı bütün mahlûkat ile ve Kâinâtın Sahibi ve Yaratıcı’sı ile barışıktır. Örneğini bizzat yaşayarak ortaya koyduğu dînin adı da İslâm’dır.

Gerçekten krizde olan, işçisini çıkarıp işyerini kapatanların Allah yardımcısı olsun. Bu gibi durumları hiçbir zaman küçümsemiyoruz ve zorda olanlara kolaylıklar vermesi için Cenâb-ı Hakk’a duâ ediyoruz. Ancak unutulmamalıdır ki büyükler beterin de beteri olduğunu söylerler. Biz herkesin olumsuz şeylere odaklandığı zamanlarda muhakkak bir güzel tarafın bulunduğunu arayan ve mutlaka onu bulan bir Peygamber’in ümmetiyiz. Hudeybiye’de herkese göre her şey tersine gidiyor ve en küçük de olsa olumlu bir şey görünmüyordu. Herkes gergin, morali çökük ve kavgaya hazırdı. Kureyş tarafından gönderilen temsilcinin adının «Süheyl» olduğu, bu «her şeyi iyiye yorma tabiatına sahip Peygamber»e bildirilince;

“Müjdeler olsun işiniz kolaylaştı!” buyurdu.

Süheyl «kolaycık» anlamına geliyordu. Gerçekten de öyle oldu. Tamamı Müslümanların aleyhine olarak düşünülen maddeleri Süheyl teklif etti. Peygamber de kabul etti. Çok geçmeden kendileri gelip bu maddelerin iptali için yalvardılar. Yani kriz, akıl almaz bir kâra dönüşmüş, Mekke’nin kapılarının açılmasını çabuklaştırmıştı.

Biz de birçok olumsuzluk içinden bir şeyler arayıp onları güzelliklere çevirebiliriz. Meselâ bir nefese beş şikâyet sığdırmak yerine her şeye rağmen ayakta kalmaya devam edişimizi, her şeye rağmen birçok güzelliğin artarak devam ettiğini görüp hamd ü senâ şiirleri söyleyebiliriz. Bir zamanlar çocukluğumda okuduğum ve çocuk rûhumla etkilendiğim Faruk Nafiz’in güzel bir şiirini sizlerle paylaşmak isterim:

HAMD Ü SENÂ

Ne ki mevcûd ise âlemde, güzel, doğru, iyi;
Arayan fikri, bulan rûhu, seven sevgiliyi
Bize bahşetmiş olan Hazret-i Rahmân’a şükür.

O büyük Rabb’e şükürler ki, ayak bastığımız
Yeri halk etti barınsın diyerek varlığımız;
Ve yer üstünde hayâlin cereyânınca uzun,
Serdi gökkubbeyi seyrânı için rûhumuzun,
O büyük Rab ki, ışıklar yakıyor göklerde,
Lutfunun feyzini, görsün diye insan yerde;
En büyük nîmete hamd, en küçük ihsâna şükür.

O ki dünyâda, ufuklar boyu nîmetlerini,
Hüsn ü an, reng ü füsun, aşk ü cünun mahşerini
Gayr-ı kâfî görerek sevdiği biz kullarına
Şimdiden va‘dediyor başka bir âlem yarına;
Mâ-i Tesnîm’e şükür, Ravza-i Rıdvân’a şükür.

O ki, sevdâsına yandıkça bütün mahlûkat,
Arş-ı Âlâ’da ezel kasrına çıkmış yedi kat,
Çekiyor hüsn-i ilâhîsine atlas perde…
En güzel vuslatı tattırmak için mahşerde
Bize, gündüz-gece, zehrettiği hicrâna şükür.

O büyük Rab ki dalâlet yolu düşkünlerine
«Ben gazûbum!» diye haykırdı derinden derine,
Ve meleklerle kitap indirerek her yandan
Bizi uğraştı halâs etmek için şeytandan.
Sayısız cürme bedel sonsuz inâyetlere hamd,
Ve bu hizmetle celîl ettiği Peygamber’e hamd,
Gökyüzünden yere indirdiği Kur’ân’a şükür.

Osmanlı dönemindeki huzur dersleri gibi Hârun Reşid döneminde de huzur meclisleri olurdu. Bu meclislere dönemin önde gelen edip ve şairleri katılırlar, o gün açılan konu etrafında bütün bilgi ve birikimlerini kullanarak en kalıcı sözleri söylerlerdi. Ancak mecliste bulunmanın şartı, bir öncekinden daha önemli, daha etkili ve seçkin söz bulmak idi. Buna göre en rahat kişi, ilk konuşan; en zor durumdaki de son konuşan olurdu.

Yine böyle bir mecliste günün konusu şükürdü. Birinci kişiden başlayan söz yarışında sıra son kişiye, on beşinci kişiye gelmişti. Şunu söyledi:

“Çölde yaşayan bir yaşlı adam, Allâh’ın ona verdiği nimetler üzerinde uzun uzun düşündükten sonra söyleyecek bir söz bulamayıp aczini şöyle itiraf etmiş:

«Ey yüce Rabbim, ben Sen’in nimetlerine şükretmekten tam anlamıyla âcizim. Benden nasıl bir teşekkür bekliyorsan Sen’i kendime vekil yapıyorum, benim nâmıma o teşekkürü kendine yapıver.»”