DİLİMİZ KÖKLERİNDEN KOPMASIN!

Asım UÇAROK

Kelimelerle düşünürüz.

Kelimelerin kökleri, kuruluşları, dilbilgisi özellikleri; fikirlerin geliştirilmesi, irtibatlandırılması ve olgunlaştırılmasında yardımcıdır. Çoğu kez bir meselenin tahlili, meselenin ana kavramlarının lügat ve ıstılah/terim mânâlarının ortaya konmasıyla başlar.

Çoğu defa da ortaya konulan yeni bir görüşün en önemli dayanağı, bulunmuş yeni bir mânâ veya bir kökle kurulmuş farklı bir irtibattır.1

Diller birbirlerini besler. Hele din, siyasî hâkimiyet, kültür aktarımı, teknoloji gibi çeşitli sebeplerle başka dillere çok sayıda kelime ve kavram veren dillerin varlığı, kelimelerin kökleri üzerinde yapılacak araştırmaları zorlaştırır ve derinleştirir.

Peyami SAFA; cumhuriyet döneminde kelimelerin aslî şekillerini gösteren elif-bânın geride kalması, yeni alfabenin en basit dil özelliklerini bile göstermekten acziyeti ve eskiden okulların aslî derslerinden olan Arapça, Farsça derslerinin müfredattan kaldırılmış olması sebebiyle yeni neslin dilini öğrenemediğini söylemiş, bu sebeple liselerde, şark lisanlarını anlamak için Arapça ve garp lisanlarını anlamak için de Lâtince dillerinin, temel seviyede okutulmasını teklif etmişti.

Osmanlı’da meselâ Galatasaray Lisesinin dedesi, Fransız projesi Mekteb-i Sultânî’de bile Arapça okutulmasının sebebi buydu. Bugün Arapçanın sarf adı verilen kelime yapısına dair ilmi; lisanından biraz haberdar olmak isteyen Türklerin de müracaat etmesi gereken bir ilimdir.

Bu temelden mahrum olanlar sağlıklı düşünce üretmekte zorlanırlar. Çünkü pek çok kelimeyi altlarında yatan bağlantılardan habersiz, anlamadan zihin tezgâhına koyacaklar yahut onları rafa kaldırıp, küçük dağarcıklara boşaltılan bir avuç tercüme kavramla düşünmeye çalışacaklardır. Zaman zaman; «Türkçe ilim dili değildir.» gibi çıkışlar yapanlar, rafa kaldırdıkları kelimeleri unuttukları ve sadece budanmış Türkçe üzerine konuştukları için, böyle hükümlere varabilmişlerdir.

Kelimelerin köklerini bilmemek bizleri sık sık hataya da düşürür. Zihinler hatalı bağlantılar kurar, yanlış temel üzerine yamuk binalar dikilir.

Birkaç örnek verelim:

Bir camide Cuma namazı kılıyoruz. Hatip hutbenin sonunda, müftülüğün emriyle «selâhattin cami»lerden yardım toplanacağını söyledi. «Neresini düzelteyim!» fıkrasını bilirsiniz, evvelâ o selâhattin değil selâtîn… Yani sultanlar. Sultanların ve saray hanımlarının yaptırdığı camilere selâtîn camii deniyor. Bulunduğumuz cami böyle bir cami de değildi. Sadece bir merkez camisi idi.

Bir caminin imamı olmak, her hafta yüzlerce kişiye minberden ve kürsüden hitap etmek büyük mes’ûliyet. Bu mes’ûliyetin lisan tarafını da görmek lâzım. Din görevlileri, meselenin ciddiyetini kavramalı ve lisana, diksiyona, hitabete, vurgulara büyük ehemmiyet vermeliler. Fakat maalesef birçoğunun hutbesini dinlerken, minbere çıkmadan önce metni bir kez olsun okumadıklarını hissediyor, üzülüyoruz.

Kelimelerin köklerine dair hataları sadece halktan insanlar yapmıyor. Bir zümre var ki onların hataları kendi durumlarına göre affedilmez oluyor:

Yazarlar… Edebiyatçılar…

Okullu bir edebiyat yazarımız/romancımız; «İhanetin ism-i fâili (…) hâin!» diye yazabiliyor.2 Hâin, hıyânetin ism-i fâilidir. Farklı bir kökten gelen ihânetin ism-i fâili ise, Türkçemizde kullanılmayan, fakat Kur’ân-ı Kerim’de yer alan «mühîn» kelimesi…

Yakın tarihle ilgili güzel araştırmalara imza atan velût bir kalem ise zihninin hatalı sevkiyle bir kelime uydurmuştu:

“«Mâkıl»e, yani söyleyene değil, «makāl»e, yani söylenene bakacağız.”3 Makāl doğru idi, ama «söyleyen» kāil olacaktı. Türkçede de Arapçada da mâkıl diye bir kelime yoktu.

Daha beterini popüler tarih üzerine yazılarıyla ve tarihî romanlarıyla meşhur bir yazarımız Vakit gazetesindeki köşesinde yaptı: Muallim kelimesinin, Talim ve Terbiye Kurulu gibi müesseselerde, «Gemilerde talim var!» gibi türkülerde yaşayan «talim» kelimesinden geldiğini hatırlayamayarak, bu ifadenin yüceltmek mânâsında (!) «muallî»den geldiğini yazdı.

İlim, âlim, ulemâ, allâme, malûm, malûmat, talim, talimat, muallim, îlam… Hepsi aynı kökten ve bağlantıları zihinde canlanıyor.

Haydi bu yazarlarımız hızlı yazı trafiğinde bu tür hatalara düştüler. Dilci olmak gibi bir iddiaları da yoktu. Fakat bu tür hataların son bir misaline çok garip bir yerde rastladım. Köşe adında dilci olduğunu yazan bir muallimimiz, üstüne üstlük dilimizdeki Arapça asıllı kelimelere dikkat çekmeye çalıştığı bir yazıda, verdiği yegâne örnek olan cümlede «misal» ile «mesele»yi aynı kökten getirmek gibi derin bir hataya düşmüştü.

Hataları saymışken onlardan korunma yollarını da ifade edelim.

Evvelâ işin ehlinin bildiği üzere; lügatlere, sadece bilmediğimiz kelimeler için değil, belki daha fazla bildiğimizi sandığımız kelimeler için müracaat etmek gerek.

İkincisi Osmanlıca adı verilen İslâm harfleriyle yazılan Osmanlı Türkçesini ihmal etmemek. Zaman zaman Osmanlıca metinler okumak, Osmanlıca not almaya çalışmak kelimelerin zihnimizde iyice oturmasını sağlar. O zaman ihanet ile hâinin, meseleyle misalin alâkasızlığı anlaşılır. Anlayarak okuma, düşünerek yazma melekesi gelişir.

Bugün kullandığımız alfabenin asırlardan süzülüp gelmemiş, bir anda ihdas edilmiş ve o ânîliği kolaylaştırmak için sadece «basitlik» hedef alınarak geliştirilmiş olması, okuyanı anlamadan okumaya itiyor. Dünyada anlamadan okumaya bizimki kadar müsait bir başka alfabe olduğunu sanmıyorum.

Lisan meselelerine alâka duymadığı hâlde yazımızı buraya kadar okumuş kimileri; «Ne gerek var bu kadar da uğraşmaya!» diye düşünebilir. Fakat şunun altını dikkatle çizelim:

Dilimizdeki Arapça asıllı kelime varlığı, memleketimize yapılmış bir Arap işgali veya bir kültür istîlâsı ile girmedi. Aksine biz, İslâm’ı öğrenmek gayesiyle, Kur’ân, hadis ve bilumum İslâmî eserler vesilesiyle, biz, aldık o kelimeleri.

Şu yazıda hatalı yazıldığına dair örnek verdiğimiz kelimelerin veya köklerinin hemen hepsi Kur’ân-ı Kerim’de yer alıyor. Onlara sahip çıktığımızda, düşünce sermayemizin Kur’ân’la alâkasını da korumuş oluyoruz. Onları yozlaşmaya ve kaybolmaya mâruz bırakırsak yerlerini başka kitapların, yabancı kavramları dolduruyor.

Son bir dil-menşe hatasıyla, bitirelim yazımızı:

Geçenlerde bir vesileyle bir gence sordum:

“–Makam ne demektir?”

Tahmin yürüttü;

“–Oturulan yer demektir.” diye cevapladı.

“–Affedersin ama galiba makat ile karıştırdın!” dedim. Mak’ad; kuud, ka’de kökünden «oturulan yer» demektir. Gencin zihnini yanıltan şey; makam kelimesinin devrimizde hep «makam odası», «makam koltuğu», «makam aracı» gibi hep oturmakla ilgili kelimelerle terkip hâlinde kullanılması olmalı.

Hâlbuki makam, oturmak değil tam tersine «kıyam»dan gelir. Yani ayağa kalmak, doğrulmak, işleri de doğrultmak.

Bilhassa eğitim-öğretim ile ilgili, dilimizin selâmeti ve istikbâli ile ilgili makamlardan, oturacak değil hizmeti ayağa kaldıracak kişilerin eksik olmaması arzusuyla…

1 Eğer dayanak olan bu bilgi yanlışsa üzerine söylenen bütün izahlar da boşa çıkar. Geçenlerde internette dolaşan bir yazıda Efendimiz’e sözlü olarak salevat getirmeyi reddetmeye, bunu emreden âyet-i kerîmeye de farklı bir mânâ vermeye çalışan bir yazar, dua kökünden gelen slv ile ateşe girmek mânâsına gelen sly’yi karıştırmış ve bu asılsız bağlantı üzerine bir çuval lüzumsuz lâf sıralamıştı.
2 Cümle Kapısı, s. 214.
3 Yenidünya Dergisi, Kasım 2007 sayısı. –