GÖZÜMÜZÜN NÛRU NESİLLER EVDEN YETİŞİR

Aynur TUTKUN

aytutkun@gmail.com

Bu devirde evlât yetiştirmek çok zor, değil mi sevgili anne-babalar? Okuldaki arkadaş çevresi, sokaktaki arkadaşları, televizyondaki programlar, bilgisayardaki oyunlar evlât yetiştirmeyi sürekli zorlaştırıyor. Hızlı müzikler, küfürlü sözler, lâubâlî konuşmalar, incir çekirdeğini doldurmayan ama nedense hep cazip olan magazin programları, mâlâyânî diziler, şiddet muhtevalı filmler ve oyunlar… daha neler neler. Annelerin işi başını aşmış, babaların iş görüşmeleri, çeki, senedi, alacağı, vereceği, rızık(!) kazanma derdi. Evlât yetiştirmek çok zor; anne-babalar, bu devirde evlât yetiştirmek gerçekten çok zor, değil mi?

«Onlar bizim canımız, ciğerimiz, geleceğimiz, her şeyimiz» diyoruz, «onların yetişmesi için her türlü fedâkârlıkta bulunuyoruz» diyoruz fakat nedense istediğimiz sonucu alamıyoruz.

Bunlarla düpedüz kendimizi aldatıyoruz sevgili anne babalar! Çünkü biz onların insan olması için elimizden geleni yapmıyoruz.

İşimizde çok başarılı olmakla, çok para kazanmakla, statü sahibi insanlarla oturup kalkmakla, iyi yemek yapıp pırıl pırıl bir ev hazırlamakla, beyazları bembeyaz, renklileri soldurmadan yıkamakla, her kıyafetini ütüleyerek giydirmekle iyi anne-baba olmuyoruz. Grubumuza, cemaatimize, partimize, vatanımıza, milletimize iyi ve faydalı olayım derken en yakınımızdakileri ihmal etmekle iyi insan, iyi Müslüman olmuyoruz. Bizim ilk ve öncelikli görevimiz evlâtlarımızı yetiştirmek olmalıdır.

“Çocuklarınız sizin değildir, onları Yaratıcı’dan emanet aldınız.” der bir Kızılderili atasözü. Evlâtlarımızı yetiştirmek, onlara sahip çıkmak tek olmasa da ilk amaç olmalıdır. Bugünün yaşadığımız son gün olduğunu bilseydik önce evlâtlarımız gelirdi aklımıza, değil mi? Peki, bu son günde onlara bir çırpıda neleri öğretmek, hangi alışkanlıkları kazandırmak isterdik? Eğitim evde başlar anne-babalar! Okul, sokak, arkadaş, televizyon ve bilgisayarın etkisi hep evden başlar!

Allâh’a kulluğumuz biz yetişkinlerin hayatında ne kadar belirginse onların hayatında da o kadar belirginleşecektir.

Namaz kılarken, oruç tutarken, yemek yerken, yatma-kalkma saatlerimizi plânlarken, televizyon izlerken, müzik dinlerken, bilgisayarla haşır neşir olurken Allâh’a kulluğumuzu hep hatırımızda tutuyor muyuz?

Müslümanlar mâlî yönden de güçlü olmalılar düşüncesiyle, çok para kazanayım, derken helâle, harama, kul hakkına riâyet gösteriyor muyuz?

İsrafa, gösterişe ve lükse kaçmadığımızdan emin miyiz? Attığımız her adımın hesabını iki türlü vereceğiz; biri şahsımız adına ikincisi kendilerine örnek olduğumuz evlâtlarımız adına.

Onlar her şeyi bizden öğreniyorlar! Arkadaşlarından, okuldan, sokaktan, televizyondan değil. Biz kendi sosyal çevremizin etkilerine karşı ne ölçüde dik ve sağlam duruyorsak onlar da kendi çevrelerinin etkilerine karşı o kadar sağlam duruyorlar. «Çocuklarımız ne hâldeler?» diye merak ediyorsak önce kendi hâlimize bakalım. Onlar bizim yansımamızdır.

Ders çalışmıyorlar, kitap okumuyorlar. Namazı kılıyorlarsa da bizim zorumuzla kılıyorlar, doyumsuzlar, mutsuzlar, saygısızlar, benciller… öyle mi?

Ellerinden tutup bir fakiri ziyaret ettik mi hiç? Aile ve arkadaş çevremizden farklı olarak bir garibanı soframıza misafir ettik mi? Kim veya kimlerden olursa olsun kaç büyüğe sırf onların rızâlarını kazanmak için hürmeten ziyarette bulunduk?

İşimizden ve mecburiyetlerimizden başka neler yaptık? Sahip olduklarımızdan ne kadarını kimlerle paylaştık?

Namaza nasıl kalktık; bir borcu ödeme edâsıyla mı, Yaratıcı’yla buluşma heyecanıyla mı?

Namazımız ve orucumuz bizi kötülüklerden men etti mi?

Sabır, hoşgörü, güler yüz, anlayış, sevecenlik, tatlı dilin ne kadarı bizde tezâhür etti?

Dilimize ne kadar sahip çıkabildik?

Yeni tanıştığım bir üniversite öğrencisinden dinledim, dedi ki:

“Biz dört kardeşiz, hepimiz de namazımızı kılarız ve hepimiz kitap okumaya bayılırız.”

“Annenler bunu nasıl başardılar?” diye sordum. Dedi ki:

“Onlar bizi hiç namaza çağırmadılar ama birbirlerini hep çağırdılar. Kitap okumamızı da bize hiç söylemediler. Nasıl olduysa biz hepimiz kitap okumaya alışmışız. Fakat onlar her akşam; ne kadar işleri olursa olsun ya da ne kadar yorgun olurlarsa olsunlar bir-iki sayfa da olsa okudular.”

Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- şöyle buyurur:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e on yıl hizmet ettim. Yaptığım işler, her seferinde Rasûlullâh’ın istediği şekilde gerçekleşmedi; buna rağmen bana bir kerecik olsun ne vurdu, ne kötü söyledi, ne azarladı, ne surat astı, ne de ayıpladı. Bir kere olsun; «Öf be!» demedi.”

Anladığımız o ki; Enes çocukluğunu yaptı, Rasûlullah da sadece (!) örnek bir hayat yaşadı.

Onlarla tatlı bir diyalog kurmadan, onlarla konuşmadan, onların ne düşündüklerini bilmeden, nasıl büyüdüklerinden, günlerini nasıl geçirdiklerinden haberdar olmadan, tüm bunları yaparken de bir diktatör edâsıyla değil de yerine göre bir arkadaş yerine göre de müşfik bir anne-baba olmadan iyi evlâtlar yetiştiremeyiz.

Anne-babalıktan başka yönlerimizle başarılı olmamız bize ebedî mutluluk getirmeyecektir.

Her birimiz cami, yol, köprü cinsinden bir sadaka bırakamayabiliriz. Her birimiz âlim olup arkamızdan bir kitap da bırakamayabiliriz. Fakat her birimiz (eğer Allah verdiyse) arkamızdan sadaka-i câriye olacak hayırlı evlâtlar bırakabiliriz, Allâh’ın izniyle ve şuurlu gayretlerimizle.

“(Ve o kullar): «Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!» derler.” (el-Furkân, 74)