AÇIK OLANI KAPA, KAPALIYI AÇ!

Handenur YÜKSEL

Meşhur mutasavvıf, zâhid ve muhaddis İbrahim bin Edhem, Horasan’ın Belh şehrinde doğdu. Zengin ve itibarlı bir aileye mensuptu. Malını, mülkünü terk edip zühd yoluna girmeye karar verince, altmış kadar ilim yolcusuyla birlikte Mekke’ye (747) yerleşti. Daha sonra Şam, Irak, Hicaz ve Anadolu’ya seyahatler yapan İbrahim Edhem Hazretleri, muhtelif şehirlerde çalışarak elinin emeğiyle geçindi. Hayatının en az yirmi dört yılını Şam’da geçiren meşhur sûfî, Bizanslılara karşı yapılan pek çok sefere katıldıktan sonra, bir deniz seferi sırasında ismi belirtilmeyen bir adada (778) vefat etti. İbrahim bin Edhem, tâbiîn ve tebe-i tâbiînden pek çok hadis rivâyet etti, kurduğu sohbet meclislerinde dostlarına nasihatlerde bulundu.

***

Bir adam; diliyle hep cömertlikten söz ediyor, fakat eliyle hiçbir cömertlik yapmıyordu. İşte bu cimri adam, bir gün İbrahim bin Edhem’e şöyle ricada bulundu:

“–Herkese nasihat ediyorsun, birkaç cümle de bana nasihat et.”

“–Tutar mısın?”

“–Elbette, birkaç cümlelik nasihat tutulmaz mı?”

İbrahim Edhem, tek cümlelik nasihatini şöyle yaptı:

“–Sen açığı kapa, kapalıyı da aç!”

Adam sordu:

“–Açık nedir ki kapayayım, kapalı nedir ki açayım?”

“–Açık olan hep cömertlikten söz eden ağzındır, onu kapa; kapalı olan da kimseye tek kuruş vermediğin kesendir, onu aç!”

Adam, tebessüm ederek söylendi:

“Vallâhî bir doğru, ancak bu kadar veciz söylenebilir. Bazen cömertlik gibi güzel hasletler bizim de dilimizde dolaşıyor, ama kesemize yaklaşmıyor…”

NEME LÂZIM BE SULTANIM!

İstanbul’un büyük velîlerinden Yahya Efendi, babası Şamlı Ömer Efendi’nin Trabzon’da kadılık yaptığı dönemde Trabzon’da doğdu (1494). Onuncu Osmanlı hükümdarı Kanunî Sultan Süleyman ile aynı haftada doğdu. Annesi, müstakbel padişaha süt verdiğinden kendisinin sütkardeşidir. İlk tahsilini babasından yaptı. Daha sonra İstanbul’a gelen Yahya Efendi, Zembilli Ali Cemâlî Efendi’nin sohbetlerinden istifade etti. Yahya Efendi, çeşitli medreselerde vazife yaptıktan sonra, 1553’te Sahn-ı Semân medreselerinde müderrisliğe başladı. Emekliliğinden sonra inzivâyı tercih eden hazret, Beşiktaş’ta kendi yaptırdığı eve yerleşti. Yahya Efendi, 1569 (h. 977) yılının Zilhicce ayında, bir kurban bayramı gecesi vefat ederek, Beşiktaş’taki kendi yaptırdığı kabrine defnolundu. Yahya Efendi Hazretleri’nin «Müderris» mahlâsıyla yazdığı tasavvufî şiirleri ile bir de dîvânı vardır.

Kanunî Sultan Süleyman bir gün, devletin âkıbetini hayal ederek;

“Acaba günün birinde Osmanlı Devleti tedennî eder, inkıraz bulur mu? (Geriler ve çöker mi?)” diyerek, derin bir düşünceye daldı. Sultan bu gibi soruları çoğu zaman, keşfine inandığı sütkardeşi Yahya Efendi Hazretleri’ne sorardı. Güzel bir hatla yazdığı mektubu kendisine göndererek;

“Kerem eyle, bizi tenvir buyur. Bir devlet hangi hâlde çöker? Osmanoğulları’nın âkıbeti nice olur?” diye sordu. Yahya Efendi’nin cevabı hem çok kısa, hem de derin bir mânâ taşımaktaydı:

“Neme lâzım be Sultanım!”

Cevabı hayretle okuyan sultan, bu söze bir mânâ veremedi. Yahya Efendi gibi bir zâtın, böylesine önemli bir meseleyi bu derece basit bir cevapla geçiştirmesini anlayamıyordu. Sonunda hazretin Beşiktaş’taki dergâhına geldi ve sorusunu tekrarladı. Yahya Efendi Hazretleri, tebessüm ederek;

“–Sultanım, ben kanaatimi arz etmiştim.” deyince, sultan hayretini gizlemedi.

“–Mektubuma; «Neme lâzım be Sultanım!» diye cevap vermişsiniz. Cevabınızdan; «Sanki beni böyle meselelere karıştırma!» gibi bir mânâ çıkıyor.”

Bunun üzerine Yahya Efendi, şu ibret verici değerlendirmeyi yaptı:

“–Sultanım, bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şuyû bulsa, işitenler de; «Neme lâzım!» deyip uzaklaşsa; koyunları kurtlar değil, çobanlar yese, bilenler de bunu söylemeyip susup gizlese; yoksul ve kimsesizlerin feryâdı göklere çıksa ve bunu taşlardan başkası işitmese; işte o zaman devlet inkıraz bulur. Böyle durumlarda halkın devlete itimadı sarsılır, ahalinin hürmet duygusu yok olur, âsâyiş ortadan kalkar, izmihlâl (çöküş) mukadder hâle gelir.”*

* Bahsi geçen mektup hâlen Topkapı Sarayı’nda sergilenmektedir.

KAFA BİZİM OLSUN DA!

18. asır Osmanlı sadrazamlarından Baltacı Mehmed Paşa, Çorum’un Osmancık ilçesinde doğdu. Akrabası Hacı Sefer Ağa vasıtası ile saraya alınarak Enderun’da yüksek eğitim gördü. Burada önce baltacı oldu, sonraki yıllarda yazıcılığa ve 1703’te mîrâhurluğa (saraya ait ahırların sorumlusu) tayin edildi. 1704’te kaptan-ı deryâlığa yine 1704’te de sadrazamlığa getirildi. 1706’da azledilip Sakız Adası’na sürüldü, fakat bilâhare affedilerek önce Erzurum valiliğine, sonra da Sakız muhafızlığına getirildi. 1710’da tekrar sadrazam tayin edilen ve Serdâr-ı Ekrem sıfatıyla Rus seferine çıkan Baltacı, Rusları Prut Savaşı’nda mağlûp etti ve 1711’de taraflar arasında bir anlaşma yapıldı. Ancak, Prut Seferi’nden dönüşünde azledilerek 1711’de Midilli’ye, daha sonra Limni Adası’na sürüldü. 1712 yılında Limni Adası’nda hayata vedâ etti.

Prut zaferinin büyük kahramanı Baltacı Mehmed Paşa, birtakım iftiralara maruz kalarak sürgüne gönderilmişti. Paşa, bu durumdan çok müteessirdi, kılık-kıyafetine bakmaz olmuştu. Saçı-sakalı uzamış bir hâlde iken kendisini ziyarete gelen bir dostu;

“–Canım paşam, berberi çağırıp bir tıraş olsanıza! Nedir bu hâliniz?” diyerek, kendisine çıkıştı.

Baltacı şu cevabı verdi:

“–Kafa bizim olsun da, tıraş olmak kolay!”

ŞEHREMİNİ BİR KÖŞEDE DURSA!

Edebiyat tarihçisi Tâhirü’l-Mevlevî (OLGUN) 1877’de İstanbul’da doğdu. Çeşitli bakanlıklarda memurluk, özel ve resmî okullarda Farsça, Türk edebiyatı ve tarih dersleri verdi. Darüşşafaka Lisesinde 36 yıl öğretmenlik yapan Olgun, son yıllarda İstanbul Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu’nda görev alarak, Türkçe yazma dîvanların kataloglara geçirilmesinde büyük emeği geçti. Dîvan şiiri geleneğine uygun şiirler yazmış, Mahfil isimli bir dergi de çıkarmıştı. Edebiyat tarihi konularında yaptığı araştırmalarıyla tanınır. 20 Haziran 1951’de İstanbul’da vefat etti. Mir’ât-ı Hazret-i Mevlânâ, Dîvançe-yi Tâhir, Cengiz ve Hülâgû Mezâlimi, Edebiyat Lügati, Fuzûlî’ye Dâir, Mesnevî Dersleri önemli eserleri arasındadır.

Tâhirü’l-Mevlevî, hicvi, kötü ve yanlış işlere karşı bir çare olarak görüyordu.

Bir Ramazan gecesi, Çukurçeşme’den Şehzadebaşı’na çıkan sokaktan geçerken topuklarına kadar pis sulara battı. Üstelik bastığı yerde tuvalete akıtılması gereken pis sular da vardı. Büyük bir hiddete kapılan şair derhâl:

Şehzâdebaşı’ndaki ahâli,
Kirletmede câ-be-câ zemîni,
Esvâk bütün temiz kalırdı;
Bir kûşede dursa şehremîni…

beytini yazıverdi.1

Bu beyit elle çoğaltılarak, çevrede bulunan bütün çayhanelerde yüksek sesle okundu. İki gece sonra aynı yerden geçen Tâhirü’l-Mevlevî, yolların temizlendiğini sevinçle gördü. Şiirin gücü kendisini göstermişti.2

1 Câbecâ: Yer yer. Esvak: Çarşılar.
2 M. Nuri YARDIM, Edebiyatımızın Güleryüzü, İstanbul 2003, s. 213.