Nefse Karşı Durma Müessesesi: VAKIF

Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@yuzaki.com

Vakıf; bir maldan elde edilecek faydayı halka tahsis edip malın kendisini herhangi bir kimseye ait olmaktan çıkararak Allâh’ın mülkü kılmaktır. Bu durumdaki mala Arapça «durmak» anlamına gelen «vakıf» adının verilişinde vakfedenin mülkiyetinden çıkıp başka bir kimsenin mülkiyetine girmeyişi, -tabir câizse- ortada kalakalışı gözetilmiş olsa gerektir.

İslâm medeniyeti bir vakıf medeniyetidir. Cami, medrese, han, hamam, kervansaray, hastane, imâret, çeşme gibi insanlığın hizmetine sunulan yapıların çoğu vakıf eseri olup; öldükten sonra insanların faydalanacağı hayır müesseseleri bırakarak amel defterlerine kıyâmete dek sevap (sadaka-i câriye) yazılmasını düşünen kimseler tarafından yaptırılmıştır.

Vakıf kurma mazhariyetine erişen bu kimseler gerçek pehlivanlardır. Çünkü -yukarıda da kaydettiğimiz gibi- vakıf «durmak» demektir. Onlar, vakıf müesseseleri kurmakla; bencilliğe, hırsa, menfaate, şehvete, şöhrete ve kısacası her türlü nefsâniyete karşı durmuşlardır. Bunlara karşı durup diğergâmlığı, kanaati, ferâgati, iffeti, samimiyeti ve nezâheti… prensip edinemeyenler vakıf kuramaz ve kurulan vakıfların devamlılığını sağlayamazlar; maâzallah vakıf mütevellîsi olsalar suiistimale yol açar ve vakfı kendi menfaatlerine âlet ederler. Hâlbuki dînî temeller üzerine kurulmuş bir müessese olması hasebiyle vakfın menfaate âlet edilmesi aslında dînin âlet edilmesi, daha âmiyâne ifade ile din ile insanların dolandırılması demektir. Dindarlık son derece itimat telkin eden bir hususiyet olduğu için sahtekâr kimselerin istismarına da her zaman açıktır. Şair, bâtılın böyle sinsi bir şekilde sûret-i haktan görünmesinden yakınırken aynı zamanda bizleri de bu konuda teyakkuza davet eder:

Bâtıl hemîşe bâtıl u merdûddur velî
Müşkil budur ki sûret-i haktan zuhûr ede

Evet, bâtıl dâimâ bâtıl ve merduttur, fakat asıl zorluk onun hak sûretinde görünmesidir!

Ancak bu beyti yalnızca kötü niyetli kimselerin kendilerini hayırsever gibi göstererek vakıfları kendi menfaatlerinin vitrini olarak kullanmalarını anlatmak için kaydetmiyorum. Böylelerinin bu dünyada yaptıkları yanlarına kâr kalsa bile âhirette mutlaka cezalarını çekecekler zaten. Onlar hakkında bizim yapabileceğimiz, kirli kazançlarına Ziya Paşa merhumun dilinden şu lâneti okumaktan ibarettir:

Lânet ola ol mâla ki tahsîline ânın
Yâ dîn ola yâ ırz u ya nâmûs ola âlet

Önceki beyti yalnızca başkalarının şerrinden masûn kalmamız için yapılmış bir ikaz olarak okumamalıyız. Bu ikazın muhatabı herkesten önce nefsimizdir. Bazen insan, en büyük yanlışlara bile masum bir şekilde kanabilir. Çünkü soldan yaklaştığı gibi sağdan da yaklaşan şeytan,2 damarlarındaki kan gibi insanın içine nüfuz eder ve yaptırmak istediği şeyin doğruluğuna onu gerçekten inandırır.

Zaten insan da yapmak istediği bir işe kolaylıkla inanma temâyülünü taşır, yaptıklarını da -kötü bile olsa- rahatlıkla mâzur görür. Sorulsa hırsızların, cânîlerin, yol kesenlerin her birinin kendince haklı bir mazereti vardır. Bu sebeple insan, bencilliğe, hırsa, menfaate, şehvete, şöhrete ve kısacası her türlü nefsâniyete karşı durmuş, böylece vakıfla alâkadar olmayı hak etmiş olsa bile yine ayağının kaymasından emin olamaz. Zira -iyi niyetli olsa bile- her an doğru gibi gördüğü yanlışlara düşme riskiyle karşı karşıyadır. Bu sebeple aldığı kararları tekrar tekrar murâkabe etmelidir.

Yukarıda kaydettiklerimiz kadar önemli olan bir diğer husus da vakıfla ilgilenenlerin liyâkat sahibi olmasıdır. Çünkü vakıfla uğraşmak mes’ûliyetli bir iştir. Her mes’ûliyet bir emânettir. Emânet ehil olan kimselere verilmelidir. Aşçılığı bilmeyen birine iyi olduğu için aşçılık yaptırmak ne ise, gerekli olan bütün iyi hasletlere sahip olup da ehliyetten mahrum olan birine yetki vermek de odur.

Liyâkat sahibi olmak, usûle riâyet etmeyi de ihtiva eder. Çünkü liyâkat, bir yetkiyi kullanma potansiyeline sahip olmak demekse usûle riâyet etmek de o yetkinin bi’l-fiil doğru bir şekilde kullanılışıdır. Tatbikatı olmayan kuru nazarî bilgi hiçbir fayda sağlamaz.

Baştan beri hep ikazlar üzerinde durmamız konunun son derece hassas oluşundandır. Beyaz bir elbisenin küçük bir lekeyi bile gizleyemediği gibi vakıflar da en küçük bir menfî durumu bile ânında aksettirir. Zaten bazı kimseler aleyhte propaganda yapmak için fırsat gözetmektedir. Bunların bir kısmı art niyetli ve birtakım hesaplar peşindedirler. Bir kısmı ise gerçekten marazî bir rûha sahiptir. Kendileri iyilik ve hayırseverlik rûhundan mahrum oldukları için herkesi de kendileri gibi sanırlar. Onlara göre bu dünyada kimse karşılık beklemeksizin bir iyilik yapmaz. Bu sebeple yapılan her iyi işin arkasında mutlaka gizli bir sebep olduğuna inanırlar:

“Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır.”3 Bu kimselere verilecek en güzel cevap, vakıf işlerinin liyâkatli ve emin ellerde usûlüne uygun ve şeffaf bir şekilde yürütülmesidir.

Vakıf medeniyeti olan İslâm’dan ilham alan milletimiz, genlerine işlemiş olan hayırhahlık ve iyilik duygularıyla Cumhuriyet devrinde de çok büyük işler başarmıştır. Uzun süren savaşlar sonunda fakir düşen Anadolu’da büyük zorluk ve sıkıntılarla başlanıp bugünlere gelmesi sağlanan vakıf ve hayır işlerinin kıymeti bilinmeli, ayrıca her geçen gün sivil toplum kuruluşlarına düşen vazifelerin arttığı çağımızda dînî ve içtimâî hizmetlerin îfâsında çok büyük ağırlığı olan vakıfların geliştirilip veriminin artırılması için plânlamalar yapılmalıdır.

Bu vesileyle özellikle imam-hatiplerin kuruluşu esnasında öncülük ettikleri hayranlık uyandıran fevkalâde hizmetlerde bulunan ve bu uğurda -dile getirildikçe hâlâ gözlerimizi buğulandıran- zorluklara katlanan Celâlettin ÖKTEN, Hacı Veyiszâde Mustafa Efendi ve Nihad M. ÇETİN gibi hocalarımızı minnet ve rahmetle anıyorum. Kabirleri pür-nûr, mekânları cennet olsun!

_________________

1 Karaman, Hayrettin, Mukayeseli İslâm Hukûku, I-III, İst: Nesil Yayınları, 1986, I, 273.
2 el-A’râf, 7/17.
3 el-Bakara, 2/10.