KRİZİ FIRSATA ÇEVİRMEK

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Bir hocam anlattı:

Adam otomobil acentesine gelmiş müessese sahibine dert yanıyor:

“–Son çıkan vergi indirimi yüzünden, on gün önce sizden aldığım arabada 6 milyar zarar ettim…”

“–Ama ağabeyciğim biliyorsunuz bu devletin bir uygulaması.”

“–Biliyorum canım!..”

“–Herhâlde buraya bizden altı milyarı geri istemeye gelmediniz?”

“–Yok yok, araba almak bu kadar avantajlı hâle gelince ben iki araba daha alayım, dedim. Biri hanıma biri anneme…”

Aylardır süren bir kriz var. Geçmiştekiler gibi sadece ülkemizi ilgilendiren değil, uzmanların bildirdiğine göre 1929’daki gibi bütün dünyayı saran bir kriz bu. Krizin neticelerinden ve devamının sebeplerinden biri; tüketimin, harcamaların azalması. İnsanlar para harcasınlar diye vergi indirimi ihtiva eden paketler çıkarılmasının sebebi bu. Çünkü piyasalar durgun. Parası olmayanlar bir tarafa, olanlar da harcamıyor. Piyasa durunca, üretim de duruyor. İstihdam daralıyor. İşsizlik artıyor. Büyüme duruyor.

Kapitalist sistemin motoru tüketim… İnsanlara ihtiyaç hissettirmek ve satın aldırmak. Reklâmlar, modalar, hayat tarzları… Parası yokmuş, bahane değil; kredi çeker! Ödeyemezse? Faiz var. Onu da ödeyemezse? İflâs… İşte krizin ilk domino taşı da bu. Amerika’da herkesin tatlı hayat düşleriyle kredilere yüklenmesi, fakat krediler ödenmeyince bankaların sapır sapır dökülmesi…

Bu tüketime dayalı ekonomi modelinin açmazı… Hâlbuki ekonomik sistemin kendi midesini doldurmaya çalışan bencil modern fertten daha güçlü bir motoru olabilir:

Binlerce kişiyi doyurmayı vazife bilen bir hizmet insanı… Kendisi aza kanaat ettiği hâlde, binlere bol bol ikramda bulunan… Kendisi sun’î şekilde genişletilmemiş «ihtiyaç» ölçülerinde yaşarken, vakıflarında, infaklarında, ikramlarında; «sevdiği şeylerden vermek» mîyârıyla hareket eden… Aslında bu, ekonomi için daha büyük bir canlılık getirir…

Mâzîmizde bunun misalleri vardı. Vakfiyelerdeki hizmet yarışını hatırlayın… Şu şu günlerde, şu kalitede bal şerbeti ikram edilecek… Şu kadar sokak, ikişer adamla temizlenecek… Bir başka misal;

Cami yaptıran bir zat, vakfettiği akarların gelirleriyle caminin duvarlarının karalanmasına mânî olacak, «mâniu’n-nukûş» kadrosu tahsis ediyor. Bugünün ne belediyeciliğinde ne de vakıflar yönetiminde bu hizmet ve istihdam seviyesine varılabildi… Güzelim çeşmelerin alınları haylaz sokak çocuklarının hoyrat fırçalarından nasibini aldı mı bir dahaki bakıma kadar yıllarca öyle kalıyor.

Tüketime dayalı ekonominin bir başka açmazı, temas ettiğimiz şekilde zaman zaman ortaya çıkan durgunluk. Harcamama…

Fakirlerde, yoksullarda zaten para yoktu, şimdi hiç yok.

Peki, imkânı olan, birikimi olan tüketim toplumuna ne oluyor ki para harcamayı durduruyorlar?

Her şeyin haz almak olduğuna, bütün hazları edinmenin yegâne yolunun da maddiyat olduğuna inandırılmış bir toplum şimdi niçin hazlarını erteliyor?

Cevap belli:

Geleceği adına korkuyor ve yine maddiyata sarılıyor. Ama bunda da huzur yok. Ya seçtiği para birimi değer kaybederse! Altın daha yükselir mi?

Maksadımız, zaten pek habersiz olmadığımız krizi anlatmak değil, sıkıcı bir ekonomi sayfası okutmak da değil. Hâdiseye edebî ve içtimâî bir açıdan bakmak…

Artık kriz denince yanında bir kavramı da çok duyar olduk: Fırsat…

“Aklınızı kullanın krizi fırsata çevirin!”

Krizin uzak kıtadaki ayak sesleri gelirken, uyanık bir işadamına;

“–Neler oluyor?” diye sormuştum;

“–Bir şey olduğu yok, zenginler değişiyor.” demişti.

Krizi fırsata çevirmek…

“Ağlayanın malı, gülene yaramaz.” anlayışından ne kadar uzak, ne kadar acımasız bir söz…

Sözde krizi fırsata çevirenler şunlar:

Kriz paketindeki vergi indiriminden yararlanıp aynı eve iki araba daha almaya çalışanlar…

Bu uyanıklardan daha uyanık olup, müşteriye; «Yok!» deyip, devletin piyasa canlansın diye açtığı paketten, stoklama mârifetiyle kendileri kanlananlar…

Krizin «k»sini duyunca ilk iş olarak işçilerinin ekmeğiyle oynayanlar…

Bu yazıyla meşgul olduğum günlerde bir haber:

Kriz sebebiyle sadece bir müessesesinde 1.200 çalışanının işine son veren bir holding, 54.000.000 TL vererek boğazda bir yalı «daha» almış. Necip Fazıl’ı hatırlamanın vaktidir:

Allâh’ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!

Belki bunlar kadar ağır değil, ama krizi nefis adına fırsata çevirmenin bir şekli de hayır-hasenâta ayrılan bütçelerin kesilmesi, kısılması…

Kriz ortamında insanlar «ihtiyaçlarından» bile kısar da hayır-hasenattan kısmaz mı?

Aslında kısmamalı!

Bu sefer müsbet/olumlu mânâda söylüyorum; krizi gerçekten fırsata dönüştürmek için kısmamalı… Hattâ zor durumlara özel mânevî paketlerden yararlanabilmek için hayır-hasenâtı daha da artırmalı!

Nedir o mânevî paketler?

Sır ve Hikmet kitabından okuyalım:

Mahrumiyet Zammı

Yapılan hizmetler ve ideal insan yetiştirme gayretleri ne dünyada ne âhirette zâyî olur. Bilhassa içinde bulunduğumuz, İslâm ahlâkının zaafa uğradığı hüzünlü devirlerde yapılan amelleri Cenâb-ı Hak, özel ecirlerle primlendiriyor, bunları; «karz-ı hasen / kendisine verilmiş bir borç» olarak yazıyor. Karşılığını da, tıpkı dünya hayatında zor ve tehlikelerde memuriyet yapanlara verilen «mahrûmiyet zammı» gibi kat kat, fazla fazla ve çok yüksek olarak lutfedeceğini bildiriyor…

Bollukta da darlıkta da ham bir nefse sahip insan infaktan korkar. Çünkü şeytan fakirlikle korkutur.

İnsan; nefsi için harcarken, aslında paranın elinden gittiğini düşünmez. Çünkü o satın almaktadır, yani değiştirmektedir. Elindeki «her şeyi alabilen» sihirli nesne ile ihtiyaç duyduğu şeyi değiştirmektedir. Eline müşahhas bir şey geçmediği zamanlarda da -modern tabirle- hizmet satın almaktadır. Riyâ/gösteriş için yapılan yardımda ise, yardımın karşılığında şöhret, belki müşteri, hüsn-i kabul ilh. satın alınmış olur. Yine karşılıksız değildir. Öyleyse para, karşılıksız olarak elden çıkarsa, bu maddiyatçı bakışla bakıldığında bir kıymet ziyan edilmiş olur.

Krizin büyüttüğü gelecek korkularını izâle etmek ve piyasanın durgunlaşmasını önlemek için devletler, müesseseler ve ticarî kuruluşların açıklamalar yapması, paketler açıklaması ve kampanyalar düzenlemesi gibi dînimiz de infak korkusunun anlamsızlığını vurgulayan ilâhî beyanlar indirmiştir:

“Allah yolunda her ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir.” (Sebe’, 39)

Nasıl? Misliyle mi? Hayır, en az on katıyla… Yedi yüz kata ne dersiniz?

“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak verip her birinde yüz tane bulunan bir başağın haline benzer. Allah dilediğine kat kat fazlasını da verir. Allâh’ın lutfu geniştir, ilmi her şeyi kaplar.” (el-Bakara, 261)

Bunlar mecâzî, mânevî mükâfatlar gibi telâkkî edilebilir. Maalesef insanoğlu «fânî olanı, ebedî olana; damlayı deryaya değişme hamâkati»ne sıklıkla düşebilmekte… Fakat bu âyet ve hadisler içerisinde infakın dünyevî mânâda da bereketlendiğini müjdeleyenler vardır.

İşte nazmettiğimiz hadîs-i şerifte müthiş bir teminat:

Allah bereket bahşediyor infâka,
Hiçbir malı eksiltemez aslā sadaka.

Kur’ân ve Sünnet’i hayatlarıyla sergileyen sahâbe-i kiramdan infakıyla meşhur zengin sahâbîlerin müthiş meblâğlarla edâ ettikleri infaklara rağmen yine zenginleştiklerini görmek şaşırtıcı değildir. Abdurrahman bin Avf, Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Osman…

Onlar verdikçe fakirleşmediler, zenginleştiler… Hem maddî hem mânevî boyutta… Ama bugün o uhrevî bakış açısı kaybedilirse, krizler açları daha aç, muhtaçları daha muhtaç hâle getiriyor:

Yine hocamdan dinliyorum:

Bir ikindi üstüdür. Mahalleden bir çocuk. Çekine çekine sokulur:

“–Hocam, bir şey diyecektim.”

“–Buyur, söyle…”

“–Şeyy… Sizin bizim mahallede muhtaçlara yardım ettiğinizi duydum da ondan dolayı…”

“–Sıkılma delikanlı, ihtiyacın ne ise söyle…”

“–Babam… Babam hastanede yatıyor.”

“–Geçmiş olsun. Tedavi masrafları lâzım herhâlde?”

“–Yook. Onu yeşil kart hâllediyordur da… Şey…”

“–Söyle oğlum.”

“–Biz babamı ziyarete gitmek istiyoruz. Fakat yol paramız yok. Yani sadece birkaç otobüs bileti alacak kadar…”

Ayıp değil ya, o an hocanın da üstünde «otobüs parası» yoktur.

“–Yarın öğle namazına gel, hâlledelim. Belki birlikte gideriz, olur mu?”

Delikanlının gözleri ışıldar, sevinçle, koşar adım uzaklaşır.

Ertesi gün, öğle namazında mihrapta tesbihat için döndüğünde hocanın gözleri delikanlıyı arar. Fakat yoktur. Ne öğle, ne ikindi, ne akşam… «Üç kuruş değil mi, bulmuşlar demek ki» diye geçirir içinden. Tâ ki birkaç gün sonra aynı delikanlıyla tekrar karşılaşıncaya kadar…

“–Delikanlı, gelmedin o günden beri?”

“–İhtiyaç kalmadı hocam…”

“–İyi, buldunuz gittiniz yani…”

“–Yok… Ertesi gün babam vefat etmiş. Bizim hastaneye gitmemize gerek kalmadı.”

Gözyaşlarını kalbine akıtan hocam, asıl ihtiyacın şimdi başladığının farkındadır. Sağlığında kendisini hastanede ziyarete gitmek için otobüs bileti alamayan adamcağızın çocukları, artık bir de yetimdir… İki yüz kırk liralık kiralarını üstleniyor şimdi. Fakat kira ile bitmiyor ihtiyaçlar… Bugün krizin, fakat daima şeytanın alevlendirdiği fakirlik korkusuyla azalan infak, bu mahzun hânelere daha ağır krizler yaşatıyor. Onlar kriz paketlerinden, değil ikinci, üçüncü otomobil, otobüs bileti alacak kadar bile yararlanamıyorlar.

Öyleyse krizi gerçek fırsatlara dönüştürmeli… Fânî krizleri, fânî fırsatlara dönüştürmek iş değil… Fânîlik krizinden ebediyet devşirmeli… İnsanı sayıp biriktirdiği mal ebedîleştirmez… Fakat aynı mal, aynı imkân bir başka sûrette insanı ebedîleştirmeye vesile olur. Nasıl mı?

Bir vakıf, bir sadaka-i câriye, bir vakıf insan, bir hayırlı evlât, eğitimi üstlenilen, burs verilen ve hizmet zincirinin bir halkası olan bir yetim, bir yoksul kabiliyet… bunlar biz fânîlerin amel defterini vefatımızdan sonra da açık tutar.

Var mı bundan yüksek kâr? Var mı bundan daha âlâ krizi fırsata çevirme yolu?