Doğudan Batıya VAKIF MÜESSESESİ

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Her medeniyetin kendine mahsus idealleri, değerleri ve prensipleri olduğu gibi; bunların hayata geçirilmesi için tesis edilmiş müesseseleri vardır. İnanılan dünya görüşünün sadece bir ideal, bir mefkûre olarak kalmayıp hayata biçim verebilmesi için bu müesseseler gereklidir. Bir medeniyetin rûhu olan inanç ve değerler bu müesseselerle şekle bürünür ve âdeta o medeniyetin sembolü olur.

Meselâ kapitalist dünya görüşünün sembol kurumları nasıl ki fabrika, dev alışveriş merkezleri, borsa ve piyasa ise; sosyalist dünya görüşünün sembol kurumları da ordu, istihbarat kurumu, sovyet (meclis) politbüro gibi kurumlardır. Bu sembol kurumların benzerleri başka düzenlerde bulunsa da bu dünya görüşlerindeki yerlerinde değildirler. Bunun gibi İslâm medeniyetinin sembol kurumlarının da «vakıflar» olduğunu söylemek mümkündür.

Vakıf müesseseleri Müslüman toplumun organizasyonunda ve gerek tabiî gerek kültürel ihtiyaçlarını karşılamasında en önemli faaliyet vasıtası olmuştur. Bilhassa Osmanlı’da vakıflar; eğitim, sağlık, bayındırlık, ulaşım, sosyal güvenlik ve hattâ finans gibi birçok medenî ihtiyacın karşılanmasını sağlamışlardır. Üstelik bu hizmetleri, halkın en yoksul kesiminin de güçlük çekmeden alabileceği şekilde verebilmiş olması bugün dahî ulaşılamamış bir seviyedir.

Günümüzde sadece «içme suyu»nun değil, kullanma suyunun bile belediyeler tarafından halka kârlı bir fiyatla satıldığı yönünde şikâyetleri göz önüne alınca; henüz Osmanlı’daki halkçı kültüre ulaşamadığımızı kabul etmek zor gelmeyecektir. Üstelik Osmanlı vakıflarında yolcular, hastalar hattâ göçmen kuşlar bile düşünülmüştür.

O çağlarda devletlerin eğitim, sağlık ve bayındırlık hizmetleri vermesi gerektiği yönünde bir beklenti olmadığı; zaten devletlerin bu işlere yetecek kadar vergi de toplamadığı düşünülürse, vakıfların medeniyetimizdeki önemi daha iyi anlaşılacaktır.

Esasen devletlerin bu hizmetleri vermesi anlayışı batıda da ancak Sanayi İnkılâbı’ndan sonra gelişmiştir. Devletin vergi toplama imkânı arttıktan (ve biraz da İslâm medeniyetinden örnek alınarak kurulmuş, ancak daha sonra suiistimallere âlet edilmiş kilise vakıflarının devletleştirilmesinden sonra) bu hizmetleri vermek, devletin görevi sayılır olmuştur. Daha önceleri halkın sağmal hayvanlardan farksız olduğu feodal düzende eğitim, sağlık şöyle dursun; beslenme ve barınma hakkından bile söz edilmemektedir.

Kiliselerin topladığı bağışlar halka değil sözde mukaddes savaş için donatılan Haçlı ordularının masraflarına harcanmıştır. Bu seferler Avrupalılara siyasî bir başarı getirmediyse de İslâm ülkelerini tanıma şansı sağlamıştır.

Böylece eğitim, sağlık, bayındırlık ve sosyal güvence hizmetleri önce kilise vakıfları daha sonra devletler eliyle sağlanır olmuştur. Bazı toplumlar ise kilisede görülen yozlaşmalara tepki olarak devletin rolünü daha da genişletmiş; üretim vasıtalarının kamulaştırıldığı komünist devlet modelini ortaya çıkarmışlardır.

Ancak unutulmamalıdır ki; üretim vasıtaları ve hizmetlerin kamulaştırılması suiistimalleri önlemek bir yana daha da kötüleştirmiştir. Komünist devletlerde halkın sefaletine duyarsız bir partizan oligarşi ortaya çıkmış, bunlar o çok kınadıkları burjuvadan ve kilise para babalarından bin kat daha beter uygulamalar yapmışlardır. Hâlen Rusya gibi ülkelerde ordu ve istihbarat teşkilâtında yapılanmış mafya kurumu, ülkenin petrol gelirinden büyük bir pay almaktadır. Kapitalist ülkelerdeki büyük finans sahipleri ve bankerlerin Rusya gibi ülkelerdeki karşılığı da politbüro içinde yapılanmış bu mafya olmaktadır.

Bu sebeple günümüz dünyası; sosyalist düzenle birlikte daha hakça bir paylaşımın mümkün olacağına inancını kaybetmiş, kapitalist düzenin alternatifsiz olduğu yönünde bir düşünce yapısına mahkûm kalmıştır.

Kısacası, mülkiyet hürriyetini kabul etmekle birlikte kapitalistleşmemesi; mal ve parayı, yaratılış gayesine uygun olarak insanın emrine vermesi bakımından hiçbir medeniyet İslâm toplumlarının ortaya koyduğu vakıf medeniyetinin seviyesine ulaşamamıştır.

Elbette bugün dünyada sistemi ayakta tutabilmek adına bazı sağlık, eğitim gibi alanlarda sosyal yardımlar yapılmaktadır. Ancak bunlar halkın isyanını bastıracak derecede bir sus payı hükmündedir; insanca yaşamak ve kendini geliştirmek imkânı sağlayacak seviyeye ulaşmamaktadır. Üstelik bu kurumların yönetimindeki suiistimaller ve bütçeye getirdikleri ağır yük; devletlerin sosyal güvenlik ve eğitim gibi kurumlarını özel sektöre devrederek sırtından atması seçeneğini gündeme getirmektedir. Bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda özel kurumlardan hizmet almaya gücü yetmeyenlerin sonu çok kötü görünmektedir. Dahası dünya ekonomisinin gidişatı da halkın büyük çoğunluğunun bu hizmetleri satın almasının mümkün olmayacağını göstermektedir.

Şu anda kapitalizmin ayakta kalabilmesi dahî, Amerika’nın İslâm medeniyetinden örnek alarak oluşturduğu vakıf ve gönüllü teşekküllerin destekleri sayesinde mümkün olmaktadır. Günümüzde Avrupa ve Amerika’da yığınlar hâlinde halk, devletin, kiliselerin veya özel vakıfların yardımlaşma kurumlarından aldıkları yardımlarla hayatlarını veya eğitimlerini sürdürmektedir.

Her medeniyette birbirine benzer kurumlar olması tabiîdir. Sonuçta her insan, toplumda itibarlı ve şerefli bir yere gelmek için iyilik yapmak ve ardında iyi bir ad bırakmak ister. Bilhassa ehl-i kitabın ortak inançlarından olan âhiret inancı ve Allâh’ın iyilik yapanlara vaad ettiği mükâfat umudu, Hıristiyanlarla Müslümanların benzer duygu ve buna bağlı olarak benzer kurumlara sahip olmasını açıklar. Ancak yine de her medeniyetin kurumları özde ve biçimde bazı kökten farklılıklar taşır.

Amaçların hassâsiyetlere uygun olarak gerçekleştirilmesi için her medeniyetin müesseselerinin kendine mahsus özelliklerinin olması gerekir. O müesseselerin benzerleri başka medeniyetlerde bulunsa bile, özü ve değerleri bakımından her medeniyetin kendi müessesesini yorumlaması farklı olacaktır.

Tarihin akışı içinde her toplum, kendi ruh hâllerini yansıtan eser ve müesseselerle bir kültür meydana getirir. Toplumların kuruluş, yükseliş ve olgunlaşma dönemlerinde müesseseler en yüksek derecelerine ulaşırlar. Her şeyin fânî olması takdiri gereği toplumların da bir ömrü vardır; zaman içinde değerlere inanç ve onları ayakta tutma gayreti zayıflar; toplum yapısı çözülür. O zaman müesseseler de yozlaşır ve değerlerini yitirirler.

İslâm kültürünün en mühim ve âdeta sembol müesseseleri olan vakıflar için de durum böyle olmuştur. Bugün herhangi bir gence;

“Vakıf denilince ne düşünüyorsun?” diye sorulsa aklına gelecek cevaplar vakfın tarihimizdeki gerçek ihtişamını ifade etmekten çok uzak, cılız sözler olacaktır.

Çoğu insanımızın gözünde vakıf; eski zamanlara ait bir kurumdur. Günümüz insanının vakıf deyince aklına gelen manzara; günümüzde daha çok turistik mekânlar olarak kullanılan tarihî çarşılar ve bir takım kubbeli binalardır. Onlar da günümüzde bir işe yarayacağı düşünülmeyen geçmiş zaman hâtırası olarak görülür.

Oysa vakıf müessesesini bizden öğrenen batı dünyasında «sivil toplum kuruluşları» üst başlığı altında toplanan, kâr amacı gütmeyen, gönüllü kuruluşlara; sosyal ve ekonomik düzendeki önemli yerlerinden ötürü «üçüncü sektör» denilmektedir. Bilhassa Amerika’da istihdamın onda biri, sağlık hizmetlerinin yaklaşık yarısı, eğitim hizmetlerinin ağırlıklı bir kısmı vakıf sektörünün elindedir. Avrupa ve Amerika’da tarihî binaların, eserlerin ve bunların sergilendiği müzelerin hemen hemen hepsi vakıflarca korunup sergilenmektedir. Böylece vakıflar, tarihî eserler, sanat ve kültür dünyasında önemli bir rol üstlenmektedir.

Elbette her medeniyetin kurumları kendi rûhuna göre biçimlendiği için; batının da vakıf kurumunu yorumu kendi değerlerine ve ideallerine göre olmuştur. Her ne kadar vakıflar kâr amacı gütmemek, topluma faydalı olmak gibi özelliklerde Osmanlı vakıflarına benzese de sadece «halka hizmet Hakk’a kurbet» amacıyla sınırlı kalmayıp siyasî-iktisadî menfaatlerle iç içedir.

Meselâ vakıf üniversitelerinin eğitim ve araştırma hizmetleri dünyevî amaçlardan uzak değildir. Şirket vakıflarının çeşitli sponsorluk hizmetleri çoğu zaman doğrudan doğruya ticarî gayeli, reklâm amaçlıdır. Bu ülkelerde vakıfların zenginler için vergi kaçırma vasıtası olduğundan şikâyet edilmektedir. Ayrıca bu kurumların ileri gelenlerinin siyasîlerle içli-dışlı olduğu ve kanunların kendi lehlerine çıkarılmasında etkili oldukları da bilinmektedir. Sonuçta doğru ve samimî bir îman ile yapılmayan hayır işlerinin gerçekten ve sadece hayır için yapılması kolay değildir.

Önümüzdeki on yıllar; batı kültürü ve bilhassa Amerika’nın gerilemesi ile birlikte kurumlarının çözüldüğü, değerlerinin sorgulandığı yıllar olacak gibi görünmektedir. Bu dönemde Müslümanların yapması gereken; zaten özü itibarıyla kendi ürünümüz olan vakıf müessesesini aslına döndürmek ve yeniden kendi kökleri üzerinde diriltmek olmalıdır. Vakıf gibi samimiyet, fedâkârlık ve gönüllülük gerektiren bir kurum ancak mâneviyatçı bir toplum tarafından ayağa kaldırılabilir.

Dolaşım sistemi bozulduğu için kangren olmuş ekonomik düzenin damarlarının açılması, eşyanın yaratılış gayesi olan insana hizmet görevine dönmesi ve insanların kendi elleriyle yaptıkları ekonomi putuna kulluktan kurtulmaları ancak; vakıf müessesesinin üçüncü değil birinci sektör olmasıyla mümkündür.

Nitekim Osmanlı’da vakıf çarşıları ekonomik faaliyetlerde bulunmak isteyenler için uygun ortamı sağlayarak lokomotif görevi görüyordu. Eğitim yardımları, öğrenci velilerini ağır bir yükten kurtardığı için; gıda ve avârız yardımları da düşük gelirlilere satın alma gücü sağladıkları için ekonomiye rahatlık getiriyordu. Böylece kira ve iş gücü masrafı az olan esnaf ve sanatkâr, rahatlıkla çalışıp üretebiliyor ve kazancıyla evini geçindiriyordu.

Zaten bir toplumu ayakta tutan orta sınıftır; onu destekleyen her faaliyet ekonomik bir değer taşımaktadır. Toplamda vakıfların sosyal yapıya ve ekonomiye katkısı, bu vatanın büyük tehlikeleri atlatarak asırlarca ayakta kalmasını sağlamıştır. Günümüzde de durum değişmemiştir. Ağır ekonomik rekabetin belini büktüğü halkımız, yardımlaşma duyguları sayesinde nefes alabilmektedir. Ancak elbette bu yeterli değildir.

Müslümanlar öncelikle kendi aralarında el birliği yapmak ve daha sonra bütün insanlığa örnek teşkil etmek üzere infak ve vakıf müessesesini yeniden ayağa kaldırmalıdırlar. Bunun için hem atalarımızın vakıf tecrübesini, hem günümüz gönüllü teşekküllerinin yapılanmasını incelemek faydalı olacaktır.

Elbette çöküşe geçerken batının geriye bıraktığı medeniyet harsından da Müslümanların alacağı teknik bilgiler olacaktır. Müslümanların gerek tekrarlamamak üzere hatalarını, gerekse başarıya ulaştıran müessese temelindeki tecrübe birikimlerini incelemek üzere tarihi ve günümüzü incelemesi ve gerekirse zamanın ihtiyacına uygun yeni modelleri üretmesi uygun olacaktır.

Çürümeye yüz tutmuş bir ceset gibi yere yığılmış, organizasyonunu kaybedip dağılmaya başlamış, etrafa kötü kokular yayan insanlığı; ayağa kaldıracak ruh kuvveti Müslümanlardadır.

İçinde bulunduğumuz şu âhirzamanda, belki de insanlığın son diriliş hamlesini yapacak olanlar Müslümanlardır. Hiç şüphesiz hadîs-i şeriflerde müjdelenen refah ve saadet çağının da öncüleri yine Müslümanlar ve bilhassa milletimiz olacaktır.

Bu sorumluluğun farkına varmamız ve gereğini yerine getirmemiz; hem içinden geçtiğimiz âhirzamanın karmaşasına karşı tek çaremiz; hem de insanlığa karşı görevimizdir.