Hayra mı, İlme mi, Gönüllerin Fethine mi, İnsanlığın Hidâyetine mi? KENDİMİZİ NEYE VAKFETTİK?

Seyr

YAZAR : M.Ali EŞMELİ

Her gün yüzlerce haber…

Bir o kadar da ibret… Bir o kadar da hikmet…

Kimi acılarla dolu. Kimi sıkıntılarla… Kimine insanın içi burkuluyor. Kimine öfke damarı şişiyor. Bazı haberler gözleri yaşartıyor, bazıları saçları ağartıyor.

Hepsinin anlattığı bir gerçek:

Neticelerin gidişat ile paralelliği. Başka başka görünseler, ayrı ayrı zannedilseler de. Dikkatle bakılınca istisnalık rengi giymiş olan hâdiselerde de aynı ifadeler mevzubahis:

-Su testisi su yolunda kırılıyor.

-Rüzgâr eken fırtına biçiyor.

-Gülfidanı diken, dikenlerle imtihan edilse de neticede gül topluyor.

-Toprağında elma kökü olan, elma elde ediyor. Diken ve zehirli yemişler gibi zararlı kökler ekenler de zarar veriyor, zarar görüyor.

Fakat haberler, yine bu tespitlerin neticeleriyle alâkalı. Sadece onları konuşmakta, anlatmakta ve aktarmakta. Hiçbir şey değişmemekte. Oysa;

Neticeleri, onların sebepleri etrafında ele almak, doğru okumak ve öyle aktarmak gerekli, hattâ şart. Eğer aşırı dozda içkili araba kullanan bir kişinin yaptığı fecî bir kazayı; «Bu kadar da olmaz! Vay cânî herif!» tarzında eleştiri ve bin bir eyvah ile naklederken hemen bir dakika sonra; «İçmeden de yaşanmaz!» vurgusu tarzında meret reklâmı yapmak, neticeye de sebeplere de bîgâneliktir. Aynı şekilde fena bir ahlâksızlığın yol açtığı onca kötü ve acıklı neticeleri aktarırken hemen ardından hâlâ o neticeleri hazırlayan sebeplere özendirmek, üstelik onları cazip bir hayat modeli gibi telkin etmek, akıl kârı değildir.

Bu terslik, neyi gösterir:

Kimileri; her nefesi hazinelerden daha değerli olan şu geçici hayatı; gayesiz ve hedefsiz yaşıyor. Böyle olunca da ömrü neticelere göre plânlamıyor. Hâlbuki onlardan, yaşayışı ve amelleri itibarıyla rotası cehenneme dönük gafil birine de deseniz ki:

“–Ateşte yanmayı arzular mısın?”

Düşünmeden cevap verir:

“–Asla!”

Sonra da cennete gidip gitmemek hususundaki istek ve fikrini sorsanız o takdirde hemen vereceği cevap da;

“–Kim istemez ki!” olur.

İki cevap da olumlu/müsbet, artı yönde.

Fakat cevap veren kişi;

Ya cevaplarını gaye hâline getirmemiş, ya da samimî değil. Yoksa arzu ettiği neticeye göre hayatının rotasını, hiç tereddüt etmeden ve vakit kaybetmeden düzenlerdi. Çünkü herkes bilir ki, ticarette bir şeyi gerçekten almak istediğinizde onun ucuz veya pahalı mutlaka bir bedeli vardır. Şu veya bu şekilde onu verirseniz, arzu ettiğiniz nesneyi alabilirsiniz. Aksi hâlde bir satıcıya; «Senden şunu alacağım!» diye her gün bir yığın lâf söyleseniz, nâfile! Böyle bir alışveriş fikrine satıcı, bir gün iyice öfkelenir ve dükkânından sizi kovar. Ama onun istediği karşılığı/bedeli/ücreti takdim ederseniz, kıvrak tebessümlerle; «Yeniden bekleriz efendim!» yaklaşımı etrafında her hâliyle memnuniyetini izhar eder. Siz de malınızı alır ve ona sahip olmanın memnuniyeti içinde olursunuz.

Maddî olsun, mânevî olsun; hayatta her şey böyle.

Yani;

Ancak gaye ve ona göre gayretler, insana bir şeyler kazandırmakta. Kişi, neye ulaşmak ve sahip olmak istiyorsa bunda gayrete yansıyacak bir netlik ve kararlılık içinde olmalı. Yoksa bir mevzuda hem birincilik yarışına kalkıp hem de kolunu oynatmamak, yani; «Armut piş, ağzıma düş!» mantığıyla hareket etmek, hiçbir şey kazandırmaz. En usta ve güçlü bir pehlivan bile şayet idmanını eksik yapsa, galibiyet, ulaşılmaz bir hayal olur.

O hâlde;

İnsan, bütün ömrünü ve bilhassa ebediyetini ilgilendiren büyük ve küçük her meselede nasıl bir gaye ve ne şekilde bir gayret içinde olması gerektiğini çok iyi idrâk etmeli.

Çünkü her şey bu idrâke göre bozulmakta veya düzelmekte, dağılmakta veya şekillenmekte, çirkinleşmekte veya güzelleşmekte, devam etmekte veya değişmekte.

Hele bu idrak;

İnsanın kendisini vakfetmesi gibi bir seviyeye ulaşırsa; gaye ve gayretler, hem gidişata hem de neticeye daha kuvvetli yansır.

Bunun en güzel örneği;

556’ıncı sene-i devriyesini yaşadığımız feth-i mübin.

Defalarca muhasara edildiği hâlde nice cihangirlere dahî kapılarını açmayan İstanbul, nasıl oldu da henüz 21 yaşında olan gencecik bir padişaha boyun büktü? Nasıl oldu da dev surları da, o genç sultanın karşısında âdeta küçük bir basamağa dönüştü?

Gayet belli;

Genç Sultan II. Mehmed, bütün askeriyle beraber öncekilerden farklı bir idrâk içindeydi. Kendisini çocukluğundan itibaren bu gayeye âdeta vakfetmişti. Ya İstanbul’u açıp bir gül bahçesi hâline getirecek, ya da bu uğurda fedâ olacaktı. Yanında Akşemseddin gibi büyük bir âbide şahsiyet, önünde de Hazret-i Peygamber’in yüce müjdesi vardı. Zaten genç sultan, asıl o yüce müjdeye, yani;

“İstanbul elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!” müjdesine kendisini adamıştı.

Bu adanışla fetih yolunda II. Mehmed, o yüksek şuur ve sevdası ile İstanbul’a doğru adım atınca, koca surlar da, müjde-i Peygamber’i fark etti; onun önünde ufaldı, ufaldı ve küçücük bir basamak hâline geldi. Nihayet yıllar yılı bu ânı ve müjdelenmiş kumandanı ile askerini bekleyen İstanbul, bütün kapılarını ardına kadar açtı. Feth-i mübînine kendini her şeyiyle vakfeden ve adayan o genç padişahı, yedi tepenin üstünden bütün çağlara; «Fatih» olarak îlân etti.

Demek ki;

İnsan kendini yüce bir gayeye vakfettiği an, kalbindeki sevda da kendisi de daha bir mânâ kazanıyor. Vakfettiği eksenin nurlu ve feyizli parıltıları üzerine yağıyor.

Asr-ı saadet, baştan sona bu hakikati tescil etmekte:

Bir zamanlar her türlü rezaletin çöplüğünde kıymetsiz bir atık gibi yaşarken nurlu bir hidâyet sabahında gözlerini ve gönüllerini açıp da;

«Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!»

diyerek kendilerini Varlık Nûru’na adayan ve O’nun etrafında aşk ile pervâne olanlar, neticede insanlık semâsının en parlak ve eşsiz yıldızları hâline geldiler. Âbide oldular. Destanlaştılar. Cennetle müjdelendiler.

Çünkü;

Hazret-i Peygamber’e vâkıf olan, kendini O’na vakfetti.

Kendini vakfeden de, O’nun güzellikleriyle ve özellikleriyle bütünleşti. Azlar, O’nun çokluğu içerisinde bereket buldu. Noksanlar, O’nun tamlığı içerisinde telâfi edildi. Günahlar, O’nun günahsızlık ikliminde affa mazhar oldu. Kirliler, O’nun en küçük bir leke bile olmayan terbiyesinde tertemizliğe erdi. Cahiller, ilim ve idrâkin zirvesine ulaştı. Gafiller, şuur fecrinde ebedî olarak uyandı. Zalimler, O’nun adalet güneşinde pişti, olgunlaştı ve merhametle donandı. Güzeller ise, O’nun güzelliğinde daha da güzelleşti. İlim ehli olan, O’nun feyziyle ilmin kandili hâline geldi. Doğru olan, O’nun istikametinde dosdoğru oldu. Hakk’ı arayanlar, O’nun yanında buldular, bildiler ve gördüler.

Her biri O’nun rehberliğinde, kendisini;

Hayra, ilme, gönüllerin fethine ve insanlığın hidâyetine vakfetti.

O’na vâkıf olabildikleri nisbette.

Ne yazık ki;

Vâkıf olamayanlar, o gün de bugün de hayatın girdaplarında perişan kaldı. O perişanlardan kimisi dünya penceresine göre şatafatlı bir ömür sürüyor görünse de âhiret penceresine göre;

İltifâtından uzak düşmesi eyvâh, eyvâh,
İki dünyâda yeter gāfile hüsrân olarak!..
(Kemal Edip KÜRKÇÜOĞLU)

Ne büyük hüsran!

Bu hüsrana düşmeyip de iltifata yakın ve mazhar olmak ise ne büyük bir mazhariyet! Bir mazhariyet ki, iki dünyada da müjde ve mükâfat olarak kâfî. Eğer sahâbenin fazîleti tek cümlede ifade edilecek olsa; bu mazhariyetten ibarettir, demek lâzım. Öyleyse bütün mesele;

O’na, muhabbet ve aşk ile kalben kendimizi verebilmek.

O zaman;

O’na âşık gönül, istîdâdına göre Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali’den nasipler devşirir. Rûhu, onlar gibi daima Peygamber ufkunda pervâz eder, pervâne olur. Her an daha yakından tanır. Daha derin bağlanır. Muhabbeti arttıkça artar. Dilini de kalbini de salât ü selâm doldurur. Hâli; O’nun senâsı, fazîletleri, üsve-i hasene özellikleri içerisinde yoğrulur. Böylece kıvam kazanır: Ahlâkı, ilmi ve irfânı yücelir. Belâ ve musîbetler karşısında sabr u sebâtı güçlenir. Başka rızâları değil, O’nun rızâsını mühimser. Cömertler cömerdi kesilir. Malını da, ilmini de, gücünü de, Hak yolunda hayra ve hizmete harcar. Her hâlükârda O’nunla beraberliğe can atar. «Canım kurban olsun Sen’in yoluna!» coşkusu içinde yaşar. Her adımda O’na; O’nun muhabbetine ve ahlâkına hicret eder.

O’nun gibi;

Bir vakıf insanı olur. Bütün hasletleri ve fazîletlerini O’ndan almaya çalışır.

Zaten;

«Vakıf insanı» ya da diğer ifadeyle; «hizmet insanı» olmak, böyle gerçekleşse; özetle, bütün tarifler ve vasıflar O’ndan alınabilse, neler neler gerçekleşir!

Gerçekleşmeli ki;

Tekrar;

Fazîletler medeniyetinin âbide şahsiyetleri yetişsin. Âhirzamanda türlü dumanlar altında boğulan insanlığa, yüreklerini ferahlatacak pencereler açılsın. Hidâyet yağmurları, en çorak arazileri bile cennete dönüştürsün. Akıllar, cehalet girdaplarında boğulmaktan kurtulup gerçek ilmin feyiz ufkunda yücelsin. Gönüller, nefsânî hırsların pençesinde gaflet yarışı değil, hayırların bereketli ikliminde rahmet yarışı yapsın.

İdrakler, basîretle anlasın;

Vakfetmek meselesinde, her şeyi birbirine bağlı bir hâlde otomatik olarak güzelleştirmek vardır. Çünkü vakfediş; tesbih tanelerinin içinde, onları bir araya getiren iplik gibidir. Ya da ilgisiz özellikte olanları dışta bırakıp da ilgili özellikte olanları kendisine çeken bir mıknatıs gibi. İpliği koparsanız, taneleri bir arada ne kadar tutabilirsiniz? Ya da mıknatısı aradan çıkarsanız kesret hâlinde onca parçayı bir bütüne nasıl sarabilirsiniz?

Hele ki insanda;

Parça parça bir yığın özelliği teker teker gerçekleştirmeye kalkışsanız, gözden kaçan nice hususları fark etmek mümkün oluyor mu? Olmuyor. Bir de canı istemezlik oluşunca pek çok güzel vasıftan mahrum kalınmıyor mu? Kalınıyor.

Yani;

Kendini denize adamayan damla, üç adım sonrası tükeniyor; buhar olup gidiyor.

Vakıf insanı olabilen ise;

Kendisi bir zerre bile olsa, denize adandığı için her nefeste bâkīlik/sonsuzluk kapısında. O, gaye ve gayreti nisbetinde bütün bir güzelleşmeye otomatik olarak mazhar. Onun ömründe her şey Hakk’a götüren bir vesileden ibaret. Meselâ para;

Vakıf insanı nazarında; fukaraya merhamet, şefkat ve Allah yolunda hizmet için vesile.

Çünkü vakıf insanları, hayatlarını;

Hayra, ilme, gönüllerin fethine ve insanlığın hidâyetine vakfetmişlerdir. İçlerindeki gayret de muhabbet de, Hakk’a sadakat damarlarıyla örülüdür. Onlar, lâyıkıyla hizmetin fedâkârlık bahçesinde nâdîde çiçekler yetiştirirler. Melekî vasıflarıyla bambaşkalık arz ederler. Zira ömürlerini, gerçek güzele, Rahmân’a adamışlardır.

Heyhat;

Bu dünyada hayatlarını ateşten yaratılmış şeytana adayanlar da var. Onların da kendilerini bulacakları yer, her hâlde kızgın alevlerin ortası…

Bunca sözün açtığı pencerede;

Şimdi;

Yaşayışımızın ve amellerimizin rengine, âhengine, gidişatına ve özelliklerine bir kez daha ve gören bir gözle bakalım ve soralım:

Kendimizi neye vakfettik?

«Vakfetmek» kelimesi, biraz özel gibi, herkesi alâkadar etmiyor sanki. Değil. Çünkü adını başka türlü koysak da, aslında herkes kendisini bir şekilde bir şeylere vakfediyor. Söylediğinizde üzerine kondurmuyor olsa da; kimi paraya, kimi makama, kimi oyuna, kimi rezalete, kimi hidâyete. Kimi arabalara, kimi televizyonlara. Kimisi toprağa, kimisi yaprağa. Kimi yerlere, kimi göklere…

Şuraya veya buraya…

Herkes, adanmışça bir hayat yaşıyor. Bazen bazıları, çok basit bir şeye bile kendisini öylesine adıyor ki, ondan mahrum olmamak için ömrünü ortaya koyuyor. Haberlerde görüyoruz; biri, birisini öldürmüş. Sebebi: İncir çekirdeği. Küçücük bir çekirdeğe, bir ömrü gömmek! Değer mi?

Nasıl değsin?

Ya değer zannedenler?

Ah onlar!

Onlar; eğer kendilerini, ebedî diriltecek ve yeşertecek olana adasalardı; bırakın bir ömrü, bir tek nefesi bile yanlış yere harcamayı çok görürlerdi. Bir incir çekirdeğine değil, yığınla hazinelere dahî tek nefes kurban etmezlerdi. Her şeyi yalnızca o nefesin sahibine fedâ ederler ve sonsuz huzura kavuşurlardı. Kendilerini, ancak hakikî muhabbet ve merhametin ilâhî potasında yoğururlardı.

Devranda;

Gönlün sancılı mevsimleri yüzünden kalpleri katılaşsa, hemen Hazret-i Peygamber’in şu tâlimatına kulak verirlerdi:

“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan, fakire yedir, yetimin başını okşa!” (Ahmed bin Hanbel, II, 263, 387)

Şu âyeti de bilhassa yaşarlardı:

“(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirlere olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zannederler. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (el-Bakara, 273)

Âyette övülen fakirlerin sıfatları gayet açık. Onlara hayır işleyenlere de zımnen aynı övgüler var. Çünkü iki taraf da kendilerini Hakk’a vakfetmiş durumda.

Ya biz?

Tetkik edelim:

Kendimizi neye vakfettik?

Hayra mı şerre mi? Cimriliğe mi cömertliğe mi?

Kendimizi neye vakfettik?

İlme mi, cehalete mi?

Kendimizi neye vakfettik?

Dünyaya mı, âhirete mi? Doğruya mı yanlışa mı? Dosta mı düşmana mı?

Kendimizi neye vakfettik?

Düne mi, bugüne mi, yarına mı?

Kendimizi neye vakfettik?

Cennete mi, cehenneme mi?

Belki;

Hepimizin sözlü cevabı, sadece müsbet/olumlu tarafta. Ancak dilimiz susup da amellerimiz konuşsa, acaba cevaplarımız nasıl olur?

Mühim olan bu.

Çünkü ameller, yani yaşayış, gaye ve gayreti itibarıyla kendilerini;

Fethe adayanlar, fatih. İlme adayanlar, âlim. Hayra adayanlar, kerem sahibi. Nefsâniyete adayanlar, müptezel. Allah yolunda vatana adayanlar, gazi veya şehid. Hidâyete adayanlar, gökteki Süreyyâ yıldızları.

Bu itibarla;

Onların ve izlerinden gidenlerin elleriyle;

Vakfedilen her metâ, daha önce fânî ve kendi çapında bir değer ifade ederken vakfedildikten sonra ebedî bir değer ifade eder. Bir eğitim ve hizmet binasına, bir cami ve kurs inşasına konulan bir taş, onun ağırlığınca altından daha kıymetli bir hüviyete bürünür. Çünkü o taş, o bina yaşadıkça onu oraya koyan kimseye, halk tabiriyle sürekli «altın yumurtlayan bir tavuk» gibi, ama altından daha kıymetli ve ebedî olan zincirleme sevaplara vesile olur. Başka bir ifadeyle hiç mola vermeden çalışan ecir yazma makinesi misali durmadan mükâfat yazar. Ancak o taş oraya konmasaydı, sıradan bir taş olarak üç günlük dünyada kalacaktı; öbür dünya açısından hiçbir şeye yaramayacaktı.

Yani;

İşin içine Allah için vakfetme girdiği anda, taş da toprak da altından daha değerli, sürekli ve kalıcı, yani ebedî vazifeler icrâ etmekte. Taşı-toprağı bu denli kıymetli hâle getiren ayar, yani vakıf meselesi, insanı da hemcinsleri arasında erişilmez değerlere ulaştırmakta. İşte O en mübârek dudakların söyledikleri:

“Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.”

“İnsanların en hayırlısı, onlara en faydalı olandır.”

Bu çerçevede;

En büyük vakıf insanlar, peygamberlerdir. Onlar, bilhassa mânevî açlığa çare olmak bakımından en güzel numûneler ve fazîletlerle doludur. Çünkü zaman zaman ikinci plâna atılsa da mânevî açlık, diğerinden önce gelir.

Mâlûm;

Maddî açlık çekenler; neler neler çekiyor, ne perişanlıklar ve haraplıklar yaşıyor. Doğru. Ancak mânevî açlıkta daha beter acılar ve çileler çekiliyor, daha kötü şeyler yaşanıyor. Ne yazık ki insanlar bunu bazen hissetmiyor, hissedemiyor. Oysa hissetmeli.

Ve;

Bilmeli ki;

Maddî açlık, nasıl bedeni yıpratıyorsa, mânevî açlık da rûhu yıpratır. Üstelik çok daha berbat yıpratır. Hem bu yıpratmanın zararı, ebedî olur. Çünkü mânevî yıpranma, içinde yaşanılan demleri de geleceği de helâk eden bir felâkettir. Maddî yıpranmanın hükmü ise sadece toprağa kadar.

Dolayısıyla;

Vakıf insanı olmanın temelinde mânevî yıpranmayı tedavi edici yön, peygamberlerden kalan bir hizmet mîrâsı. Bu öyle mühim ki;

Sadaka-i câriye denilen ve sürekli sevap yazma makinesi olarak vazife gören hayırlar içerisinde;

–Mal ile yapılan hizmet faaliyetleri,

–İlimle ortaya konan hizmet eserleri, kitaplar vesaire,

–Eğitimle oluşturulan hayır-duâlı bir nesil hizmeti etrafındaki çalışmalar, bilhassa öne çıkarılmış.

Dikkate şâyân:

Sayılan hizmetlerin ikisi de mânevî açlığı gidermeye yönelik, diğeri hem maddî hem mânevî açlığı telâfiye dair. Özü itibarıyla ise üçü de mânevî açlığı giderici noktada toplanmıştır denilse, yanlış olmaz.

Tarihi inceleyin;

Bütün büyük şahsiyetlerin, zaferlerin ve medeniyetlerin temelinde bu üç husus daima el ele. Hem yetişme, hem de yetiştirme bakımından. İmâm-ı Âzamlar, İsmail Buhârîler, Mevlânâlar, Yûnuslar, Hüdâyîler, Fatihler, Hayreddin Paşalar, Ebussuudlar, Fuzûlîler, Nâbîler ve daha niceleri, insanlığın âbide şahsiyetler harmanında hep o üç düsturun bereketiyle doğmuşlar.

Vakıf insanlar;

O üç düsturla;

Sanata el atmış; Süleymaniyeler meydana gelmiş. Şiire el atmış; Su Kasîdeleri çağıldamış. Hayra el atmış; insandan diğer mahlûkata kadar her canlıya hizmetler yağmış. İlme el atmış; hazineler değerinde eserler yazılmış. Nesle el atmış; Fatihler, Ulubatlılar, Koca Seyyidler yetişmiş. Hidâyet testisini uzatmış; aşk kervanına nice Yaman Dedeler katılmış.

Tekrar düşünelim:

O vakıf insanlar kendilerini nelere vakfetti ki bu başarılara imza attı?

Nefsimize tekrar soralım:

Biz kendimizi neye vakfettik?

İstanbul’un fethinin 556’ıncı sene-i devriyesi münasebetiyle yine soralım:

Hazret-i Peygamber’in ebedî kurtuluşa, cennete ve oradaki sonsuz vuslata dair müjdelerine kendimizi dedemiz Fatih gibi adayabiliyor muyuz? Ne kadar?

Yoksa!