“GÖZLERİ BANA LEYLÂ’YI HATIRLATTI”

Murat AKDAĞ

Yaşadığımız çağın kirleri yüreğimizdeki birçok güzel his ve duyguyu alıp götürmektedir. Ahsen-i takvîm üzerine yaratılan diğergâm insan, şahsî çıkarlarını her şeyin üstünde tutan insan modeline dönüştürülmeye çalışılmaktadır. İnsanımız, tarihinin ve mânevî değerlerinin derinliklerinden gelen ulvî sesle, hızla globalleşen modern dünyanın kulağına sürekli fısıldadığı süflî sesler arasında sıkışıp kalmaktadır. Bunun neticesinde rûhunda derin çatlaklar oluşmaktadır. Yaratılıştan var olan sevgi, merhamet, şefkat, cömertlik, aşk ve vefâ gibi hasletler örselenmekte ve yara almaktadır. Dostluklar, kardeşlikler derinliğini kaybetmekte, insan ilişkileri kısa vadeli ve menfaat merkezli münasebetlere dönüşmektedir.

İnsan bazı zaman;

Gönül ne çay ister ne çayhane,
Gönül dost ister kahve bahane!..

derken günümüzde; “Gönül kahve istiyor, muhabbet bahane mi?” diye sormaktan kendini alamıyor.

Asıl ismi Yusuf olan, uzun süre de devlet hizmetinde bulunmuş, yaşadığı çağda şairler sultanı diye anılan şair Nâbî gibi herkes açık yürekli mi bilmiyoruz. Nâbî’ye bir gün;

“İsminiz nedir?” diye sormuşlar. O da şu beyitle cevap vermiş:

Bende yok sabr u mecal sende vefâdan zerre;
İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kerre?

(Nâ ve bî Farsçada olumsuz eklerden ikisi olduğu malûmdur.)

Çağ kapatıp, çağ açan, İki Cihan Güneşi’nin müjdesine nâil olabilmek için İstanbul’u fethederek, Türk-İslâm dünyasına kazandıran ulu sultan, şair padişah Fatih Sultan Mehmed de vefânın kokusunu ancak mezarında beklemektedir:

Vefâ görmeden ölürsem eğer ben gül-izârumdan;
Erişe dem-be-dem bû-yi vefâ hâk-i mezârumdan.

Mezarımı yol üstüne kazsınlar,
Dost geçer de belki bana can gelir.

diyen irfan ve aşk ehli de vefâlı gerçek dostların nerede ise ölü insanları bile diriltebileceğine işaret ederken, aslında bunun bizim ölü ruhlarımız için daha çok ihtiyacımız olduğunu çok iyi bilmekteyiz.

Şair Karamanlı Kami ise; bülbülün, sesini güle işittiremediği gibi artık vefânın, sevginin sözünü de kimsenin okumadığından ve dinlemediğinden şikâyetçidir.

Güle gûş ettiremez yok yere bülbül inler,
Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler!

İlâhî aşk uğruna canından geçen, derisi yüzülerek şehid edilen ulu sultan Seyyid Nesîmî ise; Yârdan gelecek her türlü eziyeti ve cefâyı külfet değil, bir nimet olarak görmektedir. Kim ki yârdan gelecek cefâyı bir lütuf gibi karşılamazsa onu vefâsızlıkla itham etmektedir.

Bu ne yüce bir anlayış ve bakış:

Yârin cefâsı cümle vefâdur cefâ değül
Yâri cefâ kılur diyen ehl-i vefâ değül

Kore harbinde şehid düşen nişanlısını hiç unutmayan, hiç evlenmeden vefâ içinde bir ömür geçiren; “Âhirette şehid kocam beni bekliyor” diye düğün gecesi gibi gördüğü ölümünü bekleyen Hazal nineler, böyle numûnevî vefâlılar her zaman olagelmiştir.

Mecnun, çölde güzel bir ceylân yakalar, sonra salıverir, sorarlar; «Niçin böyle yaptın?..» Cevabı muhteşemdir:

“Gözleri bana Leyla’yı hatırlattı.”

Sahrâda görenler, deli-dîvâne sanarlar,
Mecnûn olan anlar bizi Leylâ’ya vefâyız

mısraları ile; “Aşk ehlinin şahsiyetini ifadeye bir ön söz”ünde şair Seyrî, Mecnûn’un vefâ anlayışını, yüreği yorgun düşmüş insanımıza ne güzel anlatmaktadır.

Bozuk şu dünyanın temeli bozuk,
Tükendi dâneler kalmadı azık.
Yazıktır şu geçen ömüre yazık
Bir dost bulamadım gün akşam oldu.

Şair Kul Himmet de vefâlı gerçek bir dost bulamadan geçen ömre hayıflanmaktadır. Elbette haklıdır. Ama şu hikâye de yüreklerimize su serpmekte ve bizlere vefâlı dost olma ve bulmada ümit ışığı olmaktadır:

“Askerde iki arkadaş düşmanla çatışmaya girerler. Biri az ileride fecî şekilde vurulur. Belli ki şehid olmak üzeredir. Diğeri son nefesini vermek üzere olan arkadaşının yanına gitmek ister. Komutanı uyarır:

“–Sakın arkadaşının yanına gitme, kendini tehlikeye atma, sen de vurulursun, artık arkadaşın için yapabileceğimiz bir şey yok, son nefesini vermek üzere!”

Asker;

“–Mutlaka gitmem lâzım komutanım!” der. Komutanının tekrar uyarmasına rağmen canını tehlikeye atarak siperden ok gibi fırlar ve arkadaşının yanına varır. Can arkadaşının, kulağına bir şeyler fısıldayarak elleri ellerinde son nefesini verir. Yerine döndüğünde komutanı kızgın bir şekilde;

“–Niçin yaptın bunu? Öleceği belliydi… Canını tehlikeye atmana değdi mi? ” diye hiddetle sorar.

Asker cevap verir:

“–Değdi komutanım, çünkü arkadaşım gözlerinde bir tebessümle; «geleceğini biliyordum» dedi. Arkadaşımı son nefesinde hayal kırıklığına uğratmamak; bu sözü işitmek için gittim.”

“Doğudaki bir Müslümanın ayağına diken batsa, batıdaki bir Müslüman yüreğinde acısını hissetmelidir.” buyuran İki Cihan Güneşi’nin Müslümanlar için çizdiği ufuk, tüm mekân ve zamanların üstünde bir ufuktur. Cahit ZARİFOĞLU’nun;

“Kardeşim, acılarıma da kardeş olur musun?” sözü, genelde dünyadaki tüm insanların, özelde ise Müslümanların acılarına kardeş, yaralarına merhem ve dertlerine derman olma sorumluluğunu ifade ederken, aynı safta namaz kıldığımız, aynı sokağı, aynı apartmanı paylaştığımız insanlarımızın da acılarına ve hislerine kardeş olabilme mes’ûliyetini bize anlatıyor. Kimsenin kimseyi vefâsızlıkla itham etme gibi bir hakkının olmadığını biliyoruz. Şair Semâî M. Dede Efendi’nin dediği gibi şikâyetimiz kimseden değil, kendimizdendir:

Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur!..
Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur!