ULU KANDİL’İN AYDINLIĞINDA

Sadettin KAPLAN sadettinkaplan@gmail.com

O yokken, kapkaraydı yeryüzünde cehaletin karanlığı. Karaydı bahtı insanların O yokken… Zil karaydı, katran karasıydı dünyası kadınların. Töreler; güçlünün dilediği yerde, dilediği zaman ve dilediği kişinin sırtında şaklattığı bir kırbaçtı. Zengin fakiri uşak, güçlü güçsüzü köle etmişti kendine. İdrak denen ceylân yakalanmıştı iblisin kemendine…

Sevgi, adalet ve merhamet terk etmişti yeryüzünü. Nefret ve zulüm kol geziyordu sahipsiz sokaklarda. Böyle gördükçe yeryüzünü, melekler ağlıyordu gökyüzünde… İnsanlar, kendilerini yaratan, doyuran ve donatan Sonsuz Kudret Sahibi’ni unutmuş; kovulmuş iblis yönetimindeki bir ihtirasla kendi güç ve kudretlerini yeryüzünde hâkim kılmaya çalışıyorlardı…

Zulmile âbâd olacaklarını sananlar, başları derde girip, güçlerini aşan olaylar karşısında kaldıklarında; asla ibret almayıp, bu zorlukları önlerine çıkaran yüce kudreti akıllarına bile getirmeden, Yaratan’ın yarattıklarından, kendi elleriyle yaptıkları putlara sığınıyorlardı…

Kendilerini doğuran ananın da bir kadın olduğunu unutup, dünyaya kız olarak gelen günahsız bebekleri diri diri toprağa gömerken vicdanlarında bir sızlama duymuyorlardı… Güçsüze hükmeden bir «efendi» olabilmek uğruna, güçlüye onursuzca «uşaklık» etmeyi içlerine sindirebilen yaratıklardan «insanlık» vasıfları çoktan uzaklaşıp gitmişti…

O yokken, huzuru yoktu insanların.

O yokken, canından emin değildi canlılar.

O yokken, derbeder dönüyordu devran.

O yokken, kapkaraydı vicdan.

O yokken, solgundu rengi tüm güllerin.

O yokken, alevden bir figandı şarkısı bülbüllerin.

O yokken, toprak suskun, sular susuzdu.

O yokken, kuşlar tedirgin, yıldızlar uykusuzdu.

O yokken, yolcular alıkonuyordu yolundan.

O yokken, kullar bilmiyordu Allâh’ını ve Allah râzı değildi kulundan.

O yokken, korkunun hudutları, çocukların gelecek umutları ve çorak gönüllere merhamet bulutları yoktu.

O yokken…

O yokken, ne vardı ki güzel ve iyi denen?..

Sonra…

Sonrasını çorak çöllere düşen ilk yağmur damlasınca bir muştuyla kuşlar duyurdu birbirlerine. O muştuyu meğer ilk önce kuşlar duymuşlar meleklerden. Ki, kuş çırpınışları ve kuş cıvıltılarınca mutluluk çağladı yüreklerden… Apansız açılıverdi güller. Çakır dikenler tüy gibi yumuşadı çalılarda. Güneş bir türlü batmak istemedi Mekke şehrinin batı ufkunda…

O gece gökyüzünün lâcivert atlasında çocuk gözlerince ışıl ışıldı yıldızlar. Ve bu güzel muştuyu göz kırparak duyuruyorlardı birbirlerine…

Sonra ay doğdu, doğacak güneşler güneşinin nûruna gönül vererek.

Artık O geliyordu…

Kıpır kıpırdı toprak damlarda serçeler. Bir kumru, tüylerini kabartarak; bu müjdeyi haykırıyordu:

“Vallâhi O geliyor! Vallâhi O geliyor!..”

Lânetlenmiş iblis;

“O’na uyacakları nasıl yoldan çıkarabilirim?” diye kahroluyordu…

Derken, yıldızlar son birer kez balkıdıktan ve ay son gücüyle bir kez daha parladıktan sonra; çok geçmeden cihanı aydınlatacak o ulu kandile ihtiram için kandillerini söndürdüler… Melekler gökyüzünde ışıktan kar tanelerince savrulurken, onlarla birlikte «cümle zerrât-ı cihan» hep birlikte ve çağlayan bir coşkuyla haykırdı:

“Merhabâ ey âsi ümmet melcei!..”

Ve âlemlere rahmet olan O Yetimler Güzeli, hiç batmayan bir güneş olarak doğuverdi kapkaranlık kâinatın üzerine…

Ey Sonsuz Kudret Sahibi Yüce Yaratan!.. Âlemlere lutfettiğin bu Ulu Kandil’in aydınlığından kimseyi mahrum eyleme.

Salât ü selâm O’na, hamd ü senâ her dem Sana, ya Rabbenâ!..