O’NA VEFÂ BORCUMUZ VAR

Prof. Dr. Ali AKYÜZ:


1958 yılında Sakarya-Akyazı’da doğdu. 1978 yılında Sakarya İmam-Hatip Lisesinden, 1982’de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünden mezun oldu. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesindeki vazifesine, araştırma görevlisi olarak 1985 yılında başladı. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde hazırladığı Said bin Mansûr’un Musannefi’nin Yeniden İnşası adlı doktora tezini 1992 yılında tamamladı. 1998 yılında doçent oldu. Hâlen Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde profesör olarak öğretim üyeliğine devam eden Ali AKYÜZ, Hadis Anabilim Dalı Başkanlığını da deruhte etmektedir.

Kutlu yağmurların gönül toprağımızı bahara uyandırdığı her Nisan, O’nu, Kâinatın Fahr-i Ebedîsi’ni daha iyi tanımak, daha çok sevmek, daha çok bilmek etrafında dosya konularıyla çıkıyoruz okuyucularımızın karşısına. Efendimiz’i «Yaşayan Bir Kur’ân» olarak âyet-i kerîmelerle tasvir ve takdim eden aynı isimdeki meşhur eserin ve Hazret-i Peygamber’in Medeniyet Projesi – Saygı Medeniyeti adlı çalışmanın sahibi, dergimizde de makaleleri yayımlanan, hadis alanında mütehassıs Prof. Dr. Ali AKYÜZ Beyefendi ile bir mülâkat gerçekleştirdik.

Efendimiz’in gül nefesli sözleri, şerefli hadisleri etrafında, Kur’ân-ı Kerim ile iç içe bir sohbet…

Yüzakı: Efendim, sizi Peygamber Efendimiz’i Kur’ân çerçevesinde tanıtan eserinizden ve Saygı Medeniyeti adlı eserinizden tanıyoruz. Peygamber Efendimiz, sünneti ve sîreti yani sözleri ve hayatı hakkında yazılan eserlerde, dünden bugüne bir edep hâkim… Bu edebin kaynağı nedir, buradan başlayabilir miyiz?

Ali AKYÜZ: Geçmişten bugüne Hazret-i Peygamber’e yöneltilen muhabbet/sevgi/saygı ve bunun dile, günlük hayatımıza ve tavra yansıması olan edep, çok bariz bir şekilde ön plândaydı.

İsterseniz söze şöyle başlayalım:

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendisi çok zarif ve nazik bir şahsiyetti. Sahâbe-i kiram da O’nun bu nezaketinden çokça etkilendi. Dolayısıyla da o etkiyle dış dünyaya çok şey öğretti. Hem Hazret-i Peygamber’in hayatında hem de kendisinden sonra bu zarif üslûp hep sürdü gitti.

Peygamber Efendimiz’e ait ve dair her şeyde olduğu gibi bunda da temel nokta Kur’ân’dır. Vahyin ilk mesajı malûm Alâk Sûresi’nin ilk beş âyetidir. «Oku! Rabbinin adıyla…» diye başlar. Okumayan birisine, kendisinden önce bir hoca nezdinde okuma-yazma öğrenmemiş birisine bir şey öğretiyor ve; «Oku!» diyerek başlıyor ve okuyor…

Zaten insanoğlunun hayatında sorumlu olduğu her şey iki maddede toplanır:

Davranışlarımız

Sözlerimiz.

Veciz sözler söyleyen Peygamber Efendimiz;

“Müslüman elinden ve dilinden insanların güvende olduğu insandır.” buyuruyor. Yani eliyle davranışlarını, diliyle sözlerini tashih ve güzelleştirmesi gereken bir şahsiyet olarak onu tarif etmekte.

Peki ilk vahiy neyi ifade ediyordu?

İlk vahiy Hazret-i Peygamber’in yaşadığı çağ ve coğrafya itibarıyla herkesin canının istediğini söylediği bir dönemde nâzil oldu. Edebiyat bakımından, dili kullanma bakımından dünyanın en usta insanları olan Arap cahiliyye şairlerinin kullandığı bir edebiyat; ticaret merkezi ve kültürlerin birleşme noktası olması itibarıyla da çok kapsamlı, zengin bir dil vardı orada. Zengin bir dil ve zarif şairler. Fakat dilin edebinden, ahlâkından mahrum idiler.

Bence ilk mesaj, dilin ahlâkına/etiğine, doğruluğuna vurgu yapıyordu.

Niçin?

Çünkü bir tebliğcinin, insanlara söyleyecek sözü olan, onları yepyeni bir medeniyete çağıracak insanın kullanacağı en önemli husus; dildir.

«Rabbinin adıyla oku!» diye başlayan âyet, dilin ahlâkına vurgu yapıyordu: «Artık her şeyi Rabbinin adıyla söyleyeceksin, her şeyi o değer ekseninde söyleyeceksin, okuyacaksın, konuşacaksın» tâlimatını veriyordu.

İlk vahyi takip eden hâdiselerin ve âyetlerin benim gönlümde özel bir yeri vardır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ilk vahiyde bir ürperti hissetti. Korktu. Çünkü çok güzel şeyler de duysanız, çok güzel şeyler de görseniz, siz herkesten farklı duyup, gördüğünüz için bir titreme, bir ürperme oluşması tabiîdir.

Efendimiz Hira’dan döndüğünde;

“Örtün beni, üstümü örtün.” diyor.

İşte bu ilk mesajdan sonra gelen ikinci mesaj, fetret döneminden sonra gelen ilk mesaj fevkalâde etkileyicidir. Çünkü Hazret-i Peygamber’e ahlâkîliği ön plâna çıkaran o emir sürecinden sonra hitap edilen, hitap biçimi, fevkalâde seçkin ve çok da zariftir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de iki yerde vardır bu hitap. İkisi de aynı anlamda:

“Yâ eyyuhe’l-müddessir” ve “Yâ eyyuhe’l-müzzemmil”.

İkisi de:

“Ey örtüsüne bürünen” mânâsında… Bunlar çok özel hitaplardır. Efendimiz’e bu mesajlar dışında mânevî şahsiyetini/vazifesini ifade ederek;

“Ey Nebî, ey Rasûl…” gibi ifadelerle de hitap edilmiştir.

Yani vazifeyi öne çıkaran, tüzel kişiliği önceleyen hitap biçiminin dışında çok özel ve sıcak bir hitap şekli fetret döneminden sonraki ilk merhalede bu iki yerde kendini gösterir. Sanki şöyle söylenmektedir:

“Niye korktun, ürperdin? Üstünü örtüp saklanıyorsun.” Çok özel, sıcak bir hitap. Bu şekilde vazifesinin fevkalâdeliğinden dolayı heyecanlanmış, ürpermiş birisine ürkekliğini giderecek bir şekilde çok özel, çok sıcak, çok samimî, çok sevecen ve çok candan bir hitap ile hitap edildiğini düşündürmektedir.

Beşer üstü ile ilk kez temas kuran ve tabiî olarak ürperen Efendimiz’in, yaşadığı zorluğu takdir etmek var bu ifadede.

Bu da dilin zarafeti/estetiği.

Öncelikle dil ahlâkı olmalıdır. Ahlâka uymayan şeyin güzelliği olmaz. Vahyin ilk mesajı dilin ahlâkına/etiğine vurgu yaparken, ikinci mesaj sözün estetiği/zarafeti ile devam etmektedir. Çünkü tebliğcinin ihtiyaç duyacağı iki şey:

Sözlerinizde, ifadelerinizde ve de davranışlarınızda önce;

“Rabbinin adıyla” kaydının ifade ettiği ahlâkîlik, doğruluk gerekir. Sonra da;

“Ey örtüsüne bürünen.” şeklindeki zarif hitabın dile getirdiği en güzel, en sıcak, en nazik üslûp aranmalıdır.

Yüzakı: Buradan hadislere geçersek hocam, Kur’ân’ın bu üslûbu Efendimiz’in hadislerine nasıl yansıdı?..

Ali AKYÜZ: Bu, ahlâka ve zarafete vurgu yapan başlangıç, Hazret-i Peygamber’i de şekillendirdi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- herkese bu nezaket çerçevesinde hitap etti. O kaba-saba bedevî Arap toplumundan öyle nazik bir toplum ortaya çıkardı ki;

Hazret-i Peygamber’in güzelliğinden, üslûbundan ders almış, O’nun yanında sevgiyle, saygıyla hâlelenmiş insanların O’na ne denli sevgi odağı ve ilgi odağı olarak baktıklarını görüyoruz. Çünkü hemen ahlâkı ile ahlâklanıyorlar, hemen üslûbunu kendilerine üslûp seçiyorlardı.

Birkaç örnek vereyim:

Önceleri Efendimiz’in kapısını çalarken yahut O’nun meclisindeyken yüksek sesle konuşmak, o toplumun karakteriydi. Çünkü yaşadıkları hayat şartları onları böyle eğitmişti. Kendilerince bir âdâb-ı muâşeret vardı aralarında. Ama zaman içinde bu davranışların kaba yönlerini Hazret-i Peygamber’i görerek törpülediler. Âyetler de bunu destekledi. Meselâ;

“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinizi çağırdığınız gibi, Peygamber’i yüksek sesle çağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 2)

Bu ve benzeri âyetlerle desteklendiğinde bir süre sonra görüyoruz ki, o gür sesli Hazret-i Ömer, o şecaat timsali Hazret-i Ömer, artık Hazret-i Peygamber’le konuşurken fısıldarcasına konuşuyor. O kadar ki, yüksek sesle Hazret-i Peygamber’i rahatsız etmek, rencide etmek gibi edep dışı bir davranışta bulunmamak için fısıldarcasına konuşuyor. Rivayetlerden öğrendiğimize göre, Hazret-i Peygamber, kısık sesle konuşan Hazret-i Ömer’in sesini duymadığı için çoğu kez;

«Anlamadım Ömer, ne dedin, bir daha tekrar eder misin?» dediği olurmuş.

Büyüklerin yanında alçak sesle konuşmak bugün bile zarif bir âdâb-ı muâşeret kuralı olarak kabul edilmektedir. Bununla ilgili bir anekdot:

Abdülhamid Han Hazretleri, Hicaz demiryolunu döşerken Medine’de, Ravza’nın biraz uzağında istasyon kurulur. Hz. Peygamberin ravzasının gürültüden etkilenmemesi için tren raylarına keçe döşetir ve bu engin nezaket ve zerafet anlayışından en çok ilgimi çeken,

Abdülhamid Hanın istasyona şu âyeti yazdırmış olmasıdır:

“Allâh’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allâh’ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.” (el-Hucurât, 2-3)

Bu âyetteki nezaketi, Hazret-i Peygamber’e ulaşan demiryollarında tren raylarının gürültüsünü engelleyecek bir teknoloji ile gerçekleştirecek kadar hayatla iç içe olmayı başarmışlardır.

Sahâbeyi etkileyen bu nezaket ve dilin zarafetine dair bir başka örnek:

Cerir bin Abdullah el-Becelî, Hazret-i Peygamber’i tasvir ederken şöyle diyor:

“Müslüman olduğum günden beri ne zaman O’nunla karşılaştıysam ve bana ne zaman yöneldiyse hep mütebessim bir çehreyle yönelmiştir.” Ve Hazret-i Peygamber’den rivayette bulunurken Cerir bin Abdullah el-Becelî de bu tebessümle konuşurmuş. Hattâ bazıları ona diyor ki:

“–Cerir, konuşurken bize gerekli gereksiz tebessüm ediyorsun gibi geliyor. Millet sana bu huyundan dolayı ahmak diyecek.”

“–Ben Rasûl-i Zîşan’dan gördüğümü yapıyorum. Çünkü O benimle ne zaman konuştuysa mütebessim bir çehreyle konuştu. Ben de insanlara böyle mütebessim çehreyle hitap ediyorum.” şeklinde cevap veriyor.

Bir başka örnek:

Hazret-i Peygamber kendisine gelen heyetlerin kendisine abartılı saygı göstermesinden hiç hoşnut olmazdı. Böyle âdet gereğe iltifat cümlelerinin abartılı olduğunu fark ettiğinde Efendimiz rahatsızlık duyardı.

Bu kadar mütevâzı olmasına, sahâbe-i kirâma bu kadar sıcak yaklaşmasına rağmen, sahâbe-i kiram O’ndan öğrendiği bu terbiyeden dolayı Efendimiz, Mescid-i Nebevî’ye girdiğinde çoğu sahâbî başını kaldırıp yüzüne bakmazdı bile. Yani başları öne eğik, sükûnetle O’nun ne yapacağını beklerlerdi. Bir tek Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer O’nun sıcak ilgisiyle yüzüne bakıp birbirlerine karşılıklı tebessüm ederlerdi.

Yüzakı: Fakat günümüzde maalesef gûyâ din bilgini kisvesinde bazıları Efendimiz’e hürmeti çok görebiliyorlar. O’na salât ü selâm getirmekten bile imtinâ edebiliyorlar. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ali AKYÜZ: Sahâbeden naklettiğimiz bu misaller bir tarafa, Efendimiz’in bir hadîs-i şerîfini hatırlamak ve hatırlatmak istiyorum:

“En cimri insan, benim adım duyulduğunda bana salât ü selâm etmeyendir.” Herhâlde yeterli bir cevap…

Yüzakı: Salât ü selâm nedir?

Ali AKYÜZ: -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- veya başka bir ifade ile salât ü selâm getirdiğimizde, şöyle bir duâ etmiş oluyoruz:

“Allâh’ım Sen O’na yani Peygamber Efendimiz’e saygınlığını ver, O’nun sevgi/saygı, mehabet ve muhabbetini dâim et. Yüce makamları kendisine takdim et.”

Birbirimize hitap ederken; «muhterem, kıymetli, bey, beyefendi» gibi hitapları kullanmamız, büyüklerimize adları yerine «baba, dede» gibi sıfatlarıyla hitap etmemiz gerektiği, bunları terk etmenin saygısızlık olduğu, bugün de âşikârdır.

Birbirimize «sayın, beyefendi, bey, muhterem» gibi saygı hitaplarını lâyık görürken; Hazret-i Peygamber’e, hürmet ifade eden bir duâyı, revâ görmeyecek bir kabalığa düşmek, bu kabalığı da “bilimsellik” kisvesine sığdırarak; «Efendim, objektif bir çalışmada «hazret» gibi «-sallâllâhu aleyhi ve sellem-» gibi ifadeler kullanılmaz.» gibi birtakım lâflarla bunları temellendirmeye çalışmak kesinlikle savunulamayacak bir tenâkuzdur. Bilimi nezaketten soyutlamak kabalıktır.

Bakın Hazret-i Peygamber aslında sizin O’nun için yapacağınız duâdan, bu hürmet ve tazim ifadesinden bir şey kazanmıyor. Ama biz bir şey kazanıyoruz. Vefa duygusunu…

Yüzakı: Efendimiz’e salât ü selâm getirmek bir vefâ borcudur yani?

Ali AKYÜZ: Evet, bütün peygamberler, Hazret-i Peygamber, O’nun ashâb-ı kirâmı ve diğerleri… Bunlar bize emek verenlerdir. Bugün değer adına neye sahipsek, onlardan bize intikal edenlerdir.

Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerifler fıtratın kanunları gibidir. Hazret-i Peygamber;

“Büyüklerine saygı göstermeyen ve küçüklerine merhamet beslemeyen bizden değildir.” derken bir fıtrat kanununu deşifre etmektedir. Bir mânâda; «Böylelerinden bizim cemiyetimizi, bizim medeniyetimizi oluşturacak fertler çıkmaz.» denmektedir.

Bu aynı zamanda bir determinizmdir, sebep-sonuç ilişkisidir. Bunu yaparsanız karşılığını bulursunuz, yapmazsanız bulmazsınız. Büyüklerinize saygı göstermezseniz, siz de büyüdüğünüz de size de hürmet gösterilmez. Zira davranışlar sözden ziyade örneklenerek öğrenilir.

Dolayısıyla Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e salât ü selâm getiren meclislerin hürmet kokan, saygı kokan, vefâ kokan, geçmişe saygı ve muhabbet besleyen dünyasını, cemiyetten söküp aldığınızda çocuklarınızın da size saygı göstermesini bekleyemezsiniz.

Onun için Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e salât ü selâm getirmek; cemiyetin psikolojisini, kültürel yapıyı, siyasî yapıyı, ekonomik yapıyı ahlâkî bir zeminde, güzel bir zeminde buluşturmak adına aslında çok önemli bir nüktedir. Çünkü hayatınızı güzelleştirmek için bir sürü çile yaşamış ve size değerleri intikal ettirmiş büyük insana sadece duâ formunda bir teşekkürdür salât ü selâm. Hepsi bu kadar. Bir vefâ borcudur.

Bazıları çok garip bir şekilde; tahiyyatta okuduğumuz salât ü selâmların bile tartışmasını yapmaya kalktı. Her Müslüman bilir ki, azıcık Arapça bilen de görür ki, onların hiç birisinde ne Hazret-i İbrahim’e, ne de Hazret-i Peygamber’in âl ve ashâbına salât okurken kimse onlara -hâşâ- tapmıyor, onlardan bir şey istemiyor. Onlara vefâ sunuyor.

Hazret-i İbrahim ve onun soyundan gelen Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yani faziletlerin nirengi noktasında duran bu iki insana Allah’tan rahmet ve merhamet dilemek, nesillerinin, dâvâlarının, takipçilerinin dâim olması için duâ ve teşekkür etmektir, hepsi bu kadardır.

Dolayısıyla bu tür itirazlar, ancak vefa duygularından, faziletlerden mahrum, iyiliklere teşekkür etmeyen, iyiliklere karşı hiçbir minnet duygusu duymayan; bencil ve hazcı bir nesil yetiştirmeye yarar.

Hazret-i Peygamber’in kadir ve kıymetini ifade eden yüzlerce âyet-i kerîme var.

Allah -azze ve celle-;

“Biz Sen’in şânını yükselttik (Sen’den sonraki nesiller arasında adını, şânını verdiğin emeklere lâyık biçimde yüce tuttuk.)” (el-İnşirâh, 4) diyorsa ve fetret dönemiyle alâkalı;

“Rabbin Sana darılmadı ve Sen’i terk etmedi.” (ed-Duhâ, 3) diyorsa O’na bu kadar muhabbetle hitap ediyorsa peki soruyorum size:

Allah -azze ve celle-’nin böyle sevgiyle hitap ettiği bir Rasûl’e, Müslümanlar siz de O’na saygılı ve hürmetkâr davranın diye ben başka hangi delili göstereyim?..

Kur’ân-ı Kerim’de;

“Ey îman edenler! Allah ve melekleri Rasûlü’ne salât ü selâm etmektedir. Haydi siz de O’na salât ü selâm getirin (hürmetkâr bir ifadeyle kendisine yönelin.)” âyet-i varken başka hangi delili getirmek gerekiyor?

Yüzakı: Peygamber Efendimiz ve sünnetinin dînimizdeki konumu üzerinde durabilir miyiz?

Ali AKYÜZ: Sünnet dediğimiz nedir? Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in söz, fiil ve takrirleridir.

Ama bu tarifin arka plânını düşündüğümüzde Allah Rasûlü’nün sünnetinin, tebliğ ettiği Kur’ân ile beyan ettiği din ile iç içe olduğunu görürüz.

Bakın bir misal vereceğim.

Efendimiz, hiç kimseyi horlamadı, bir bitkiyi, bir yemeği bile yani cansız bir varlığı bile horlamadı. Hattâ devesine lânet eden adamı Hazret-i Peygamber uyarmıştır. Dolayısıyla hiçbir şeyi horlamayan bir nebîye tekil olarak denmiştir ki:

“Yetimi horlama. El açıp isteyeni de sakın azarlama.” (ed-Duhâ, 9-10)

Bu âyete muhatap olan Hazret-i Peygamber;

“Ben ve yetimi himaye eden cennette işte şu iki parmağım gibi yan yanayız.” diyor. Elbette bu âyetle iç içe olarak söylüyor.

Yine Efendimiz bu âyetlerden mülhem bir davranış sergiliyor. Kendisinden herhangi bir şey isteyene istediği şeyi hemen takdim ederdi Efendimiz. Meselâ; kendisine hediye edilen bir hırkayı böyle bir ihsâs-ı reyde bulunan sahâbe-i kirâma vermiştir hemen. Hattâ sonra sahâbe-i kiram bu ihsâs-ı reyde bulunan sahâbîye sitemkâr olmuştur;

“Neden Rasûlullâh’ın ihtiyacı olan bir hırkayı kendisinden istemek gibi bir ihsâs-ı reyde bulundun. Biliyorsun ki O, kendisinden bir şey istenince verir.” deyince o sahâbî şöyle müdafaa etti kendisini:

“Giymek için değil, kefenim olsun, diye istedim, teberrük için istedim.”

Sünnet’i tarif ederken ne demiştik? «O’nun davranışları.» Peki, bu davranışın arka plânını oluşturan nedir? Kur’ân âyetleridir. Öyleyse Kur’ân ve Sünnet ayrı birer değerler manzûmesi midir? Hayır.

Yüzakı: Günümüzde modernist bazı çevrelerde; “Aslolan Kur’ân-ı Kerim’dir. Sünnet o zamana aittir.” gibi yaklaşımlar var.

Ali AKYÜZ: Şimdi bakın bununla alâkalı çok îmâl-i fikir etmiş bir hocayım. Kur’ân-ı Kerîm’in hangi sayfasını açarsanız açın; onun «İnneke, leke, ente…» gibi muhatap zamirleriyle hemen her sayfada Hazret-i Peygamber’i muhatap aldığını görürsünüz.

İşte bir örnek:

“(Ey Rasûl’üm!) Biz Sen’in yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.” (el-Bakara, 144)

Kur’ân-ı Kerim’de 310 kadar; “Kul/De ki (ey Rasûlüm)” sözü geçmektedir. Bu âyetlerin muhtevâsı, Hazret-i Peygamber’in hadisleriyle uyum içerisindedir.

Kur’ân-ı Kerim’de her sayfada, her âyette muhatap zamiriyle hitap edilen Hazret-i Peygamber’e ait tekil hitap zamirlerini nasıl çıkaracağız? Kur’ân ve Hazret-i Peygamber birbirinden ayrılamaz. İç içedir.

Kur’ân-ı Kerim tarihsel bir metin ve belge değildir. Onun tarihî bir metin olmayışının en önemli belgesi bana göre şudur:

Bütün tarihî metinler oluştukları tarihî seyir içindeki orijinalliklerine göre muhafaza edilirler. Ama Kur’ân-ı Kerim, bilinçli bir şekilde nüzul sırasına göre tespiti bilindiği hâlde nüzul sırasındaki konuma ve tarihî seyre göre ibkā edilmemiştir. Bizzat tevkıfî olarak Cibrîl tarafından yepyeni bir tanzim ile düzenlenmiştir.

Nüzul sırasına göre bırakılması daha orijinal olurmuş gibi gelebilir. Ama bakın ilâhî müdahale ile tertibi yenilendi. Bununla zımnen şöyle söylenmiş oldu:

“Bu bir tarihî metin değildir. Bu kıyâmete kadar hükmü bâkî bir metindir. İşte şimdi böyle okuyun bu kitabı.”

Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’in her sayfasında yer alan Peygamberimiz’e hitap eden zamirlerle; «Ey Rasûl Sen, ey Peygamber Sen» şeklindeki hitapları, «de ki» gibi yüzlerce emir ifadesini saf dışı ederek Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl anlayacaksınız?

Allah Rasûlü’nün tavırlarını şekillendiren Kur’ân, sözlerini şekillendiren Kur’ân, takrirlerini şekillendiren Kur’ân’dır.

Hazret-i Peygamber’in hiç kimsenin sahip olmadığı özel nübüvvet tecrübesi vardır. Biz, Cibrîl-i Emîn’i görmedik. Rasûl-i Zîşan ise onun ağzından Kur’ân dinlemiştir. Cibrîl’e Kur’ân okumuştur. Risâletin yani beşer üstüyle olan bu temasın, beşer üstülüğünü her mü’min kabul etmek zorundadır. Zaten «Muhammed Rasûlullah» derken bu beşer üstülüğü onaylamış oluyoruz.

Ben Efendimiz’i saf dışı ederek dîni inşa etmeye kalkanlara şöyle diyorum: “Eğer bunu söyleyerek kendi nübüvvetinizi ilân ediyorsanız müntesipleriniz varsa ilân edebilirsiniz! Benim böylesine; «Allah iz’an versin»den başka diyecek sözüm yok!”

Yüzakı: Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in risâletinin kıyâmete kadar devam etmesini de bu çerçevede ele alıyorsunuz…

Ali AKYÜZ: Evet, Efendimiz’in risâleti kıyâmete kadar devam ediyor. Bunun anlamı nedir? İlk günkü sahâbînin dinlediği saygı ve dikkatle O’nu dinlemek lâzım demektir. Çünkü Hazret-i Peygamber’in özel kişiliği vefat etmiştir. Tüzel kişiliği devam ediyor. Yani Nebî irtihal etmiştir. Nübüvvet ise ölmemiştir. Nübüvvet son nebînindir. Nebînin fânî olan vücudu dâr-ı bekâya intikal etmiştir. Ama kıyâmete kadar nübüvvet görevi ve tüzel kişilikteki statüsü devam etmektedir ve o statü ile alâkalı olarak yani bugün peygambere îman eden kimselerin kendilerini sahâbî konumunda düşünerek Efendimiz’e tâbî olmaları gerekir. Çünkü peygambere îman budur.

Hazret-i Peygamber Kur’ân’ın hem yetkili (kendisine yetki verilmiş) hem de yetkin (ehil olan) beyan ve tebliğ edicisidir.

Efendimiz, kendisine yetki ve sorumluluk verilmiş olan ve Allah -azze ve celle- tarafından da masûn ve mâsum olan, hataları da iptal edilen bir şahsiyettir. Bunun aksini söyleyen hiçbir ciddî İslâm âlimi bilmiyorum ve duymadım.

Dolayısıyla başkalarının yorumuyla Hazret-i Peygamber’in beyanını aynılaştırmamak lâzım. Bu sebeple kendi yorumunu Efendimiz’in beyanı yerine koymayı, peygamberlik taslamak olarak görüyorum.

Bir âlimin Kur’ân-ı Kerîm’i yorumlaması, açıklamasına kimse mânî değildir, olamaz, olmamıştır. Aksine teşvik edilmiştir. Lakin bu işi yetkin ve ehliyeti olan herkes yapabilir. Buna engel de yoktur…

Ama hiç kimsenin yaptığı açıklama ve yorum Hazret-i Peygamber’inkiyle eşdeğer değildir. Zira Peygamber, mâsum ve yetkindir…

Yüzakı: Hadislerin sahih olup olmadığı noktasında bir gölge düşürme çabası da var…

Ali AKYÜZ: Şimdi, Sünnet’le alâkalı iki mesele vardır:

Birisi Hazret-i Peygamber’in sünnetinin teşrî yetkisinin olup olmadığı meselesi; öbürü de sübûtu meselesi.

Sünnet’in sübûtu ve bize intikali konusu üzerinde âlimler ilke ve prensipler belirlemişlerdir. Burada âlimlerin teknik mevzularla alâkalı fikir beyan etmelerinde bir problem yok. Bunu sınırlamamak ve kısıtlamamak lâzım. Bunu bütün İslâm âlimleri yapmıştır. Şu hadis zayıftır, râvîlerinde şu zaaf vardır ilh.

Ama Sünnet’in hüccet olmasını kimse tartışmamıştır. Sâbit olan bir sünnet söz konusu olduğunda hüccet oluşunu Mu‘tezile bile tartışmamıştır. Sadece Sünnet’in sabit olmasıyla ilgili farklı kriterler teklif etmiştir.

Bu sebeple ağzı olan konuşmamalıdır. Bilgisi olan konuşmalıdır. Söz söylemek için ağzı olmak yetmez. Sözün itibar ve vakarı bunu gerektirir. Yine bir hadîs-i şerifte buyuruluyor:

“Allâh’a ve âhiret gününe îman eden ya hayır söylesin, ya da sussun!”

Doğru şeyler söyleyin, güzel şeyler söyleyin. Hazret-i Peygamber’le alâkalı konuşurken, Kur’ân ve Sünnet’le alâkâlı konuşurken benim tavsiyem şudur:

Kur’ân ve Sünnet’te bir iç içelik vardır. Hazret-i Peygamber’in bütün söz ve davranışlarının bir Kur’ânî arka plânı vardır. Bu mânâda baktığımızda Sünnet’in arka plânında Kur’ân vardır.

Ama bir başka açıdan da baktığımızda, Kur’ân âyetlerini anlarken de nüzul sırası içinde Hazret-i Peygamber’in davranışlarıyla, O’nun yaşadığı tarihî olaylarla ilişkilendirerek nasıl anlayacağımız konusunda Sünnet bize bir ufuk açar. Bu mânâda baktığımızda da Kur’ân’ın arka plânı Sünnet’tir.

Bu iç içeliği ihmal etmemek lâzım. Altını defalarca çizerek söylüyorum; Sünnet, Kur’ân’a alternatif naslar manzûmesi değildir. Kur’ân’la iç içe olan, onun şekillendirdiği bir nebînin davranışları ve sözleridir. Böyle okuduğunuz zaman eminim pek çok problemi problem olmaktan çıkarıp doğru bir perspektifte kavramaya çalışacağız.

Aksi hâlde şu noktaya geliniyor:

Beğeniye hitap etmeyen Sünnet mevzû olmakla suçlanıyor, beğeniye hitap etmeyen âyet de “tarihsellik”le malûl addediliyor.

Yüzakı: Peygamber Efendimiz’in sözlerinde edep ve nezakete dikkat çektiniz. Efendimiz’in ifadeleri başka ne gibi hususiyetler taşıyor?

Ali AKYÜZ: Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çirkin işlerden ve çirkin sözden hoşnut olmazdı. Biz bundan anlıyoruz ki; meselâ Hazret-i Peygamber’den intikal etmiş, tespit ettiği herhangi bir çirkin sözü bilmiyoruz. Kendisine düşmanlık edenlerle karşı karşıya bulunduğu zaman bile böyle bir şey olmadı.

Örnek vermem gerekirse; Devr-i saâdette Yahudilerin yuvarlayarak bazı kelimeleri anlam değişikliğine uğrattığını biliyoruz. Efendimiz’in huzuruna bir Yahudi cemaati girdiğinde «es-Selâmu aleyküm» kelimesindeki «lâm» harfini yuvarlayarak; «es-Sâmu aleyküm» diyorlar. «es-Sâm» kelimesi «kahrolası, helâk olası!» demek. Hazret-i Âişe Validemiz de çok zeki, yaptıklarını fark ettiği için, hemen kızdı ve bağırmaya başladı:

“Siz kahrolasınız, helâk size olsun…” Hanım hissîliği içinde öfkelendi ve bağırmaya başladı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona yönelerek;

“Sessiz ol!” buyurunca. Hazret-i Âişe şöyle dedi:

“–Yâ Rasûlâllah, duymadın mı Sana ne diyorlar?”

Efendimiz de sükûnetle cevap verdi:

“–İyi ya ben de «ve aleyküm» dedim ya…”

Yani Efendimiz onların seviyesine inmiyor, ama cevaplarını da veriyor:

“Bana ne dediyseniz size olsun!” Ondan sonra Hazret-i Peygamber:

“Allah çirkinliği ve çirkin sözleri sevmez.” buyuruyor.

Gördüğümüz gibi Efendimiz hiçbir şekilde, kim olursa olsun muhatapları ne olursa olsun kötü ve çirkin sözler söylemeyi istemez ve yasaklardı.

Ayrıca özet olarak bazı şeyler söyleyeceğim.

“Aman ha yalandan sakının, mutlaka doğru sözlü olun, kesinlikle!”

“Kîl u kālden uzak durun, boş sözler, lüzumsuz söyler söylemeyin.”.

“Sık sık yemin etmeyin. Yemin etmekten uzak durun.”

“Birbirinize (dalkavukça) övgüler yağdırmayın.”

“Birbirinize yaralayacak îmâlarda bulunmayın ve polemiklere dalmayın.”

“Çirkin işlerden ve çirkin sözlerden uzak durun.”

Zor anlaşılır cümleler kurmaktan da Efendimiz çok hoşnut olmazdı. Kesret-i kelâm, boş ve lüzumsuz sorular sormak, boş lakırdılardan hoşlanmazdı.

Diğer taraftan Efendimiz;

“Sözün, şiirin bir hikmetli, bir büyüleyici yönü vardır.” buyurur. Sözü, ihmal etmeyin demektir bu. Bu sihri koruyarak söz söylemek gerektiğini, lüzumsuz birtakım kîl u kāller yerine özlü ve veciz sözler söylemek gerektiğini beyan etmektedir.

Yüzakı: Son olarak şiir ve edebiyat dergisi olarak bir sorumuz olacak. Edebiyatımızda, Mevlid’de, na‘tlarda, Efendimiz’i methetmek için kullanılan bazı mazmunlar zayıf veya senetsiz olmakla suçlanıyor. Bir hadis mütehassısı olarak bu konuda neler söylemek istersiniz?

Ali AKYÜZ: Şiir gerçekliğin ötesinde bir dil ve his oluşturur. Şiir daha çok hayal ve gönül dünyasını seslendiriyor. Orada mübalâğalar vardır, mecazlar vardır, kinayeler vardır. Adam sevdiğine; «Canım benim!» diyor. Şimdi düz mantıkla «Adam senin niye canın olsun?» diye sorulur mu? «Sen olmasaydın bizim adımız, esâmîmiz mi anılırdı!» gibi sözlerin gerçekliği üzerinden yola çıkarsanız, siz konuşamazsınız, kimseyle anlaşamazsınız.

Bütün gelişmiş diller, mecazı, kinayesi, muhtevası ve kendi kelimeleriyle ürettikleri kavramları ve terimleri zengin olan dillerdir. Duyguyu verebilen dillerdir.

Dili götürmek istedikleri nokta şu: Bu ruh zenginliğini ve derinliğini, duygu zenginliğini dilden kaldırdığınızda dili alıp 100 kelimeyle konuşabildiğiniz bir klân toplumuna dönersiniz. Edebiyatınız kalmaz. Zaten 500 kelimeyle konuşuyoruz, beşbin kelimeyle yazıyoruz. Ondan sonra gak-gukla konuşan ilkel bir dil inşa edersiniz.

Bu sebeple bazen; «Diliniz dininizdir.» diyorum. Çünkü bu dil dinden çok ilham almıştır. Onun için ben dilime sahip çıkmayı dinime sahip çıkmaya eş anlamlı buluyorum.

Şairler, duyguları en ince tezgâhlarda dokuyan, en zarif anlamları ona yükleyen, en duygulu taraflarıyla kelimeyi ustaca kullanan insanlardır. Onun için Mevlid-i Nebevî’yi yazan insan bir gönül adamıydı ve aynı zamanda dili iyi bilen bir şairdi. Mevlid-i Nebevî’yi okurken, Hazret-i Peygamber’e; «lâ teşbih ve lâ temsil» bir sevdalının sevdalısına, Leylâ’nın Mecnun’a, Mecnun’un Leylâ’ya, Kerem’in Aslı’ya sevdasını söylercesine ifade ettiği duygu yüklü kelimeleri getirip de hukuk terimi gibi, ceza hukuku terimi gibi anlayan kafaya benim tek tavsiyem şu olur:

Lütfen şiir kitabı okumasın, tasavvuf kitabı okumasın!

Dil zevkinden mahrum kaba-saba adamlara edebî metin okutamazsınız, zaten onların edebî metinlerle ilgili eleştirilerini ciddîye almazsınız. Kimsenin de aldığını sanmıyorum.

Sevginin kişiye özel bir tarafı vardır. Gönlüm açıldı mı ben sevgiyi istediğim gibi söylerim! Gönlümden geçtiği gibi söylerim. Kimse ona endâze koymaya kalkmasın.

Sevginin endazesi yoktur.

Endâzesi yoktur derken, onu olduğu gibi muhtevası içinde değeri ve kıymeti içinde kavramayan sevgiye sevgi demem. Sevgilinin râzı gelmeyeceği bir şekilde söylemek elbette sevgi değildir. Sevgi ve saygı hasbîdir, hesâbî değildir…

Yüzakı: Hocam çok teşekkür ederiz.

Ali AKYÜZ: Ben de teşekkür ederim.