RABBİM O’NA «HABÎBİM» DEDİ

M. Ali EŞMELİ seyri@yuzaki.com seyri@seyri.com

Muhabbet hazinesi taştı.

Allah;

«Habîbim» dedi.

Işıl ışıl bir Nur parıldadı.

O Nûr’un ezelî kıvılcımıyla ebedî bir aşk güneşi tutuştu ve sonsuzluğun kalbine fısıldadı:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl.

Bu sesi:

Duydu hiç yokken, o an, var oldu bin bir kâinat,
On sekiz bin âlemin tahtında sultân oldu aşk!.. (Seyrî)

Sonra:

Selâma durdu bulutlar, selâma durdu pınar,
Selâma durdu muhabbetle kavrulan kumlar…
Selâma durdu güneşler, selâma durdu hilâl,
Selâma durdu Süreyyâ, selâma durdu cibâl… (Seyrî)

Gözlerdeki perdeler yandı. Gönül kirpikleri açıldı. Doyumsuz bir seyir başladı:

Baktı, tekrar baktı, tekrar baktı, tekrar baktı ve;
Misli aslā yok deyip hep baktı hayrân oldu aşk! (Seyrî)

Nûr-i Muhammedî, başa da sona da tâc oldu. Kalemler şahâdet etti:

Bir ağaçtan, meyvedir evvel olan, âhir olan,
Her nebînin, ey Nebî; hem ilkisin, hem hâtemi… (Seyrî)

Bu gerçek etrafında:

Bir alâmet olsa lâzım, yağdı Hak’tan mûcize,
Kalbi tam tatmîn için binlerce burhân oldu aşk! (Seyrî)

Fark edenler anladı:

Âyînedir bu âlem her şey Hak ile kāim,
Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim!..

“Bu varlık bir aynadır. Her şey Hak ile devam etmektedir. Muhammed -aleyhisselâm-’ın aynasından da daima görünen Allah’tır.”

Bu gerçek on sekiz bin âlemde yankılandı. Her yankı, «habîbim» sedâsının bir aks-i sedâsı oldu.

Ve;

«Habîbim» sözünün yegâne sahibi, O’nunla ilgili olarak yeryüzüne âyet âyet fermanlar gönderdi:

“(Ey Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’a muhabbet ediyorsanız (O’nu seviyorsanız), bana tâbî olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret buyursun… Allah, Gafûr (ve) Rahîm’dir.”

“De ki: Allâh’a ve Rasûl’e itâat ediniz! Eğer yüz çevirirlerse, muhakkak ki Allah kâfirleri sevmez!” (Âl-i İmrân, 31-32)

“(De ki ey Rasûlüm!) Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır…” (el-Ahzâb, 6)

Bu fermanları işitir işitmez;

Koştu ashâb oldu candan, her nefes Sıddık gibi,
Hem Ömer, Osmân, Alî nâmında kurbân oldu aşk! (Seyrî)

Her biri, Efendimiz’in en ufak bir arzusuna bile dedi ki:

Buyur; bu can da fedâ, ten de, yâ Rasûlâllah,
Anam, babam da fedâ, ben de, yâ Rasûlâllah! (Seyrî)

Böylesi aşk, Kâ‘b bin Züheyr’in dilini çözdü. Peygamber hırkasına nâil eyledi.

Hassân bin Sâbit’e yanık yanık şiirler yazdırdı.

Abdullah bin Revâha’yı coşturdu.

İmam Bûsirî’nin kalbinde onu şifâlara nâil edici mahiyette yüce senâlarla şöyle terennüm oldu:

Bütün nebîlerden üstündür el-hak,
Bir başka özenle yaratmıştı Hak.
Hele bir ilmine keremine bak;
O’nun kemâline eren olmadı,
Daha öylesini gören olmadı. (Türkçe söyleyiş: Mahmut KAYA)

Farkına varan her dil, itiraf etti:

Zamân o gül gibi gül görmemiş zamân olalı,
Gülün güzelliği dillerde dâstân olalı!.. (Yahya Kemal)

Güller de bülbüller de, O’nun emsalsizliğini anlattıkça güzelleşti. Aşk; mürekkebini sular gibi akıttı, konuşturdu ve dedi ki:

Suya virsün bâğban gülzârı zahmet çekmesün,
Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gülzâre su (Fuzûlî)

“Yâ Rasûlâllah! (Sen ki peygamberlerin içinde en üstünsün. Emsalsiz bir incisin. Böyle olduğun için de Sen’den sonra peygamber gelemeyecek. O hâlde) bahçıvan gül bahçesini suya versin, boşuna yorulmasın. Zira binlerce gül bahçesi sulasa da Sen’in yüzüne benzeyen bir gül bir daha açılmaz.”

Çünkü:

Bâğa Sen’den bahçıvan bir tâne dikmiş sâdece,
Sonra ey Gül, seyre yığmış on sekiz bin âlemi… (Seyrî)

Aşk, ezelden ebede işte O’nun hasbahçesine bu sebeple yöneldi.

O’nun bulunduğu cennete kavuşabilmek için yollara düştü. Her durakta da bilvesile sevda tazeledi. Sevdayı tembihledi:

İki kat tâzele Seyrî O’na sevdâ-yı dili,
Görmemiş, görmeyecek kimse O Gül’den güzeli! (Seyrî)

Böyle olunca ne yapsa;

Yazamaz ebrûların râsına benzer bir hilâl
Mâh-ı tâban bunca yıllardur misâlin kāreler (Bâkî)

“Yâ Rasûlâllah! Şu nurlar saçan ay, Sen’in kaşlarına benzer bir hilâl çekmek için (gökyüzü sayfasını) bunca yıldır karalar durur ancak (bir türlü) kaşlarının «râ»sına benzer bir hilâl yazamaz.”

Bunu idrâk ederek O’nu görenler, şu köhne ve dar cihanda engin ve müzeyyen bir asr-ı saâdet yaşadı. Gönüller, bir sevda ummanı hâline geldi. Sonradan da olsa o ummandan içenler deryaya döndü. Kimisi de bağrı yanık bir Yûnus oldu. Öncekiler gibi O’nun eşiğine can attı. İnledi:

Canım kurban olsun Sen’in yoluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed…
Gel şefâat eyle kemter kuluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed…

Mü’min olanların çoktur cefâsı,
Âhirette olur zevk u safâsı,
On sekiz bin âlemin Mustafâ’sı,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed…

Yûnus n’eyler iki cihânı Sen’siz,
Sen hak Peygamber’sin şeksiz-gümânsız,
Sana uymayanlar gider îmansız,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed…

-sallâllâhu aleyhi ve sellem-

O güzelliğin içinde yetişenler, sükût etseler de daima gül gibi bir aşk dîvânı oldular. Kimisi de gözü yaşlı bir Fuzûlî oldu. Sular gibi çağladı. Suyun şahsında kendi hâlini şöyle açıkladı:

Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl,
Bâşını daştan daşa urup gezer âvâre su!

“Yâ Rasûlâllah! Sen’in mübârek toprağına ulaşabilmek için su, ömürler boyunca hiç durmadan başını taştan taşa vura vura perişan bir şekilde akıp gitmektedir.”

Aşk suları aktıkça da, gönül yangınları daha bir arttı. Yaman Dede’nin kalbinde feryâda dönüştü:

Gönül hûn oldu şevkınden boyandım yâ Rasûlâllah
Nasıl bilmem bu hicrâna dayandım yâ Rasûlâllah
Ezel bezminde bir dinmez figandım yâ Rasûlâllah
Cemâlinle ferâh-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah

Bu yangın, erenler pîrinin bağrında da alev alev yandı:

Tecellâ-yı cemâlinden Habîbim nev-bahâr âteş
Gül âteş, bülbül âteş, sünbül âteş, hâk ü hâr âteş (M. Es‘ad Erbilî)

“Ey Habîbim, Sen’in zâhir ve bâtın güzelliğinin tecellîsinden beri (o yüce aşkınla) ilkbahar ateş, gül ateş, sümbül ateş, toprak ateş, diken de ateş…”

Ne mümkün bunca âteşle şehîd-i ışkı gasletmek
Cesed âteş, kefen âteş, hem âb-ı hoş-güvâr âteş

“Artık bu kadar çok ateşle aşk şehidini yıkamak ne mümkün? Öyle ki ceset ateş, kefen ateş, (şehidi yıkayacak) tatlı su dahî ateş!..”

Ben el çektim safâ-yı hâtır u ârâm-ı cânımdan
Safâ âteş, cefâ âteş, firâr âteş, karâr âteş

“Ben artık canımın konaklayıp istirahat etmesinden ve gönlümün rahatlığından el çektim. (Çünkü) rahatlık da ateş, sıkıntı da ateş, kaçış da ateş, kalış da ateş…”

O’na âşık olup da bu ateşle yanmayan kalmadı. Hele O’nsuz olmamak derdiyle âşıklar, daha daha kavruldu:

Bana dûzahtan, ey meh, dem urur gülzârlar Sen’siz
Dıraht âteş, nihâl âteş, gül âteş, berk ü bâr âteş (Şeyh Gālib)

“Ey Ay! Sen’sizse bana gül bahçeleri cehennemden bahseder. Çünkü Sen’siz (olunca) ağaç da ateş, fidan da ateş, gül de ateş, yaprak ve meyve de ateş…”

Bu şekilde ateşler içinde kıvranan âşıklar ömür boyu vuslat diye çırpındı. Bilhassa O’nsuzluk ateşine düşmemek için yana-yakıla çırpındı. O’ndan medet istedi. O’nun yüce hürmetine sığındı. Eşiğinde baş koydu, yalvardı:

Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin Efendim,
Bîçârelere devlet-i sermedsin Efendim,
Dîvân-ı İlâhî’de ser-âmedsin Efendim,
Menşûr-i «Le-amruk»le müeyyedsin Efendim.
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim,
Hak’tan bize sultân-ı müeyyedsin Efendim…

O’na daima;

«Efendim!» denildi.

Çünkü O’na; «Efendim!» diyenler, insanların efendileri hâline geldi. Gafletten ve hatalardan kurtuldu. Böylece;

O’na hürmet ve muhabbetin tescili olan na’tler de, bir kurtuluş vesilesi sayıldı. Âşıklar O’nun özellikleriyle yoğrula yoğrula af ve lütuf dergâhına yöneldiler:

Zikr-i na‘tün virdini derman bilür ehl-i hatâ

dediler.

Çünkü şu girintili-çıkıntılı dünya yollarında günah tuzağına düşen yaralı gönüllerin imdadına ancak O’nun sıfatları ve hasletleri yetişti. O’nun şefkati ve fazîleti, inâyet eyledi. Öyle ki, ümitsizlerin bile gözleri parladı. Onlar da tevbe kapısında O’nun eşiğine yüz sürdü:

Garîk-i bahr-i isyânım,
Dahîlek yâ Rasûlâllah!

“İsyan denizinde boğuldum. Sana sığındım, beni kurtar yâ Rasûlâllah!” diye yalvardı.

O da;

“Benim şefâatim, ümmetimden büyük günah işlemiş olanlara da nasip olacaktır.” buyurarak yüreklere su serpti.

Huzurunda boyun büken en suçlu kimselere bile, rahmet ve merhamet denizinden kana kana içirdi. Tevbe etmeye cesareti yok derecede günahkâr âsîlere bile kapı açtı. Herkese bağışlanma ümidi aşıladı. Dedirtti ki:

Sen ümîdin köşküsün, ey na’timin mîmârı gül,
Bendedir âlâsı cürmün, Sen’de afvın görkemi… (Seyrî)

Asıl ilticâlar da sırat üstünden imdâd ve âhiretin o dehşetli ve abus gününde istimdâd için yükseldi:

İncedir kıldan, sırât üstünde imdâdın gerek,
Eller açmış beklerim, mîzân olup geldim Sana!.. (Seyrî)

Yetiş imdâda ey şâh-ı risâlet rûz-i mahşerde
Ki derd-i bî-devâ-yı mâsiyet Sen’den şifâ ister (M. Es‘ad Erbilî)

“Ey peygamberlikte şâh olan! İsyanların devâsız derdi(ne yakalanmış gönlüm) Sen’den şifâ istemektedir; ne olur mahşer gününde imdâda yetiş!”

Gönüller, O’na nasıl koşmasın, O’nu nasıl sevmesin ki;

Allah; «Habîbim» dedi.

Işıl ışıl bir Nur parıldadı.

O Nûr’un etrafında güneşler bile pervâne oldu.

Sultanlar tâcını-tahtını O’na kurban etti.

Bu vecd içinde I. Ahmed Han da, O’nun mübarek kadem-i şerîfini/ayak izini kavuğunun üstüne resmettirdi ve yüreğinden şu dörtlük döküldü:

N’ola tâcum gibi bâşumda götürsem dâim,
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı rusülün..
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidür,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine O gülün!..

O mübârek ayağın izine nasıl yüz sürmeyelim ki, yaratılışımızın varlık sebebi O oldu.

Âdem cennetten dünyaya O’nun teşrifi için indi. O’nu dünya gözüyle göremeyen yürekler hasretle kavrulup demez mi:

Sevdim de tâ ezelde inandım alev alev,
Cennette durmadım, Sen’i andım alev alev…
Görmek için cemâlini geldim bu âleme,
Göç etmişin; bu hasrete yandım alev alev!.. (Seyrî)

Fakat yine de bir tesellî var.

Çünkü her ne kadar O, bu fânî hayattan göç etmiş olsa da mübârek kabr-i şerifleri aramızda. Medîne-i Münevvere’de. Cennet Ravzasında.

Aşk, bunun coşkusu ile dillenmez mi:

Gözlere deryâ ekini,
Âleme rahmet burada!
Bilmiyorum göktekini,
Yerdeki cennet burada!.. (Seyrî)

O cennete baktıkça âşıklar bir başka şakıdı:

Şerefli Ravza’na sinmiş ıtırlı gül kokusu…
Kokunla cennete dönmüş şehir Sen’in şehrin!
Yeşil bir atlasa benzer o kubbenin dokusu…
Cihanda cennete konmuş kabir Sen’in kabrin! (Tâlî)

Ravzası, O’nun teşrifinden beri bâd-ı sabanın da göklerin de ziyaretgâhı oldu. Semâdaki melekler de görebilmek için gökten güneş ve ay isimli iki pencere açtı. O pencerelere O’nun nûru aksetti ve gündüz-gece cihanı aydınlatan iki kandil doğdu. Sakın:

Mihr ü meh sanma, melâyik nûrdan revzen açıp
Ravza-i cennet nazîrin seyrederler rûz u şeb (Neşâtî Dede)

“Ey gönül! Sakın gökte gördüğün şu iki yuvarlak cismi güneş ve ay zannetme! Bil ki, melekler nurdan iki pencere açmışlar da Hazret-i Peygamber’in cennete nazîre olan Ravza-i Mutahhara’sını gece-gündüz seyretmektedirler.”

Şimdi; hem bu seyrediş sebebiyle hem de;

Şeb-i mi’râcda sîmâsını seyretti diye,
Kapanır yerlere gök secde-i şükrân olarak. (Kemal Edip KÜRKÇÜOĞLU)

“Mîrac gecesinde mübârek çehresini seyrettiği için gökyüzü, secde-i şükrân olarak yerlere kapanır.”

Melekler, felekler ve gökler O’na böyle koşarken bizler, kusur ve noksanlarımızın çokluğundan dolayı O’nun huzurunda aczi itiraftan ve merhametine sığınmaktan başka ne yapabiliriz:

Görenle görüştüğün mübârek eşiğine,
Sana bakmaya lâyık bir göz getiremedim.
Düşe kalka gelirken bu rahmet beşiğine,
Günahlardan arınmış bir öz getiremedim. (Seyrî)

Fakat O’nun, noksanları tamamlayıcı olması huzuruna cesaret verdi:

Tam gelen, Firdevs-i A‘lâ’dır, Efendim, şânına,
Ben tamâm olmak için noksân olup geldim Sana!.. (Seyrî)

Hele âhirzamanda O’na kardeş olabilmek müjdesi, âşığı Bâb-ı Selâm’a uçurdu.

Eşikte şöyle ağlattı:

«Kardeşimdir, özlerim…» derdin şu âhir ümmeti,
Kardeşin olmak için ihvân olup geldim Sana!.. (Seyrî)

O’na koştukça bu çöl gibi gönül, O’nun rahmet ummanı için testi kesildi:

Bildim ki denizler gibidir burda muhabbet,
Mîrâc-ı ezeldir bu gülistandaki sohbet,
Rahmet dolu, rahmet dolu, ey sâdece Rahmet,
Sahrâ gibiyim, testi-yi ummân ile geldim… (Seyrî)

O huzurda bütün ehl-i îman ile birlikte hicranlı bir yalvarış, yüreklerden içli içli taştı:

Yâ Rasûlâllâh, ibâdet ettiğin zât aşkına,
Kaabe kavseyn olduğun mîrâc-ı vuslat aşkına,
Na’t-i Seyrî’den bu ümmet der ki bizzat aşkına,
Ben de seyrân eyleyem cennette Allâh aşkına! (Seyrî)

Nice bahtiyarlar o seyrâna nâil oldular. Çünkü onlar, bir ömür kendilerini O’nun terbiyesinde olgunlaştırdılar. Her nefeste gönüllerine seslendiler:

Ey can, yatma eşikte, «lebbeyk» coşkusuyla dol,
Hazret-i Peygamber’le Allâh’a misâfir ol!..
Sana da lutf-i Mevlâ, dinmeyen yağmur ola,
Anadan doğmuş gibi için-dışın nûr ola…
Yalnız karıncayı mı, rüzgârı da incitme,
Burda öyle doğrul ki bir daha eğri gitme!..

Son ihrâmı giyerken nedir dünyâdan kalan?
Kefen gibi beyaz ol, leke sürmesin yalan!..
Sen, gerçek çarşılarda Ebûbekir ol, ey can,
Candan teslîmiyetle sonsuz sadâkat kazan!..
Yüreğini doldursun Ömer’in adâleti,
En büyük kârın olsun âhiret ticâreti…
Mutlaka almalısın edebini Osmân’ın,
Olmalısın en cömert hizmetçisi Kur’ân’ın…
Ali’nin heyecânı işlerse rûha, ne hoş,
O ilmin kapısından, ilmin başşehrine koş!
Artık, sırf Hicaz değil, yaşadığın her yerde,
Olsun gözün kulağın her zaman Peygamber’de… (Seyrî)

Çünkü;

Allah, O’na; «Habîbim» dedi.

O’nun aşkı;

İtaat ve edep oldu.

İtaat ve edep istedi.

İnsana her hususta; «Edep yâ hû!» talimatını verdi.

O’nun aşkı:

“Aşk, yalan-yanlış her şeyi câiz hâle asla getirmez. Cehâleti ve gafleti, sevda ambalâjına sararak ortaya atmanın gerçek aşkla hiçbir alâkası yoktur!” dedi ve;

Edep mahrumlarına karşı canhıraş ikazlar yazdırdı:

Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, makām-ı Mustafâ’dır bu!..

“Aman, edebi terk etme; burası Allâh’ın Sevgilisi’nin bulunduğu bir yerdir! Cenâb-ı Hakk’ın nazar ettiği bir mekândır, Muhammed Mustafâ’nın makamıdır burası!”

Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,
Metâf-ı kudsiyandır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu!..

“Ey Nâbî! Bu dergâha edep kaidelerine uyarak gir! Meleklerin etrafında pervâne olup tavaf ettikleri ve peygamberlerin de eğilip eşik öptükleri mübârek bir yerdir burası!”

Nâbî O’nun aşkıyla bunları söyledi. Bu cümleleri gönül kulağımızla duymamız lâzım. Çünkü günümüzde çok güzel bir gelenek hâline gelmiş bulunan «Kutlu Doğum» programları çerçevesinde yapılan bazı uygulamalar âdeta basit bir şenlik ve hattâ oyun havasına dönüşebilmekte. «Efendim, program O’nunla alâkalı ya, gerisini boş ver!» şeklindeki anlayışlar, işin özüne aykırı düşmekte ve mânen zarar vermekte. Bu tür bir düzenleme yapmış birine sordum:

“–Bunu Rasûlullâh’ın huzurunda yapabilir misin?”

“–Tövbe estağfirullah, olur mu hiç, orası ibâdet yeri!”

Gayr-i ihtiyarî, düşünmeden verdiği bu cevap, onun, aslında yaptığı yanlışın farkında olduğunu, fakat başka faydalar dolayısıyla böyle yaptığını gösteren bir itiraf.

O hâlde;

O’na arz edilemeyecek bir şey, O’nun adına niye?

Belki de kulaklarımız Nâbî’nin feryâdını pek işitmediği için. Fakat işitmek mecburiyetindeyiz. Çünkü;

Peygamberler Sultânı Efendimiz hakkında; «Edep yâ hû!» ikazının kaynağı, bizzat Kur’ân. Çünkü;

Devr-i saâdette sahâbenin Hazret-i Peygamber’le olan münasebetlerinde eğer edebe mugāyir en küçük bir hata yaşansa meseleye bizzat Cenâb-ı Hak müdahale etti. İşte muhtelif vesilelerle yapılan ilâhî ikazlar:

“Rasûl size ne verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allah’tan korkun! Çünkü Allâh’ın azâbı şiddetlidir.” (el-Haşr, 7)

“Ey mü’minler! Seslerinizi, Peygamber’in sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin! Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi O’nunla da öyle yüksek sesle konuşmayın; yoksa amelleriniz boşa gider de siz farkına bile varmazsınız.

Seslerini Peygamber’in yanında kısan kimseler, Allâh’ın gönüllerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük ecir vardır.

(Fakat) Sana odaların ötesinden seslenenler var ya, onların çoğu akletmeyen kimselerdir.” (el-Hucurât, 2-4)

“(Ey mü’minler!) Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın.” (en-Nûr, 63)

“Ey mü’minler! Peygamber’e; «Râinâ» demeyin, («unzurnâ» kelimesini kullarak) «Bizi gözet!» deyin ve dinleyin!” (el-Bakara, 104)

Son âyet, sözü kullanmakta «kelime seçimi» üzerindeki hassasiyeti de vurgulamakta ve doğru olanı bulup kullanmayı emretmektedir. Sahâbenin samimiyetle; «Bizi gözet!» anlamında kullandığı, ancak cinas yoluyla «bizim çoban» anlamına da denk gelen «râinâ»yı bazı Yahudiler alay maksatlı kullanıyorlardı. Bunun üzerine Allah, asıl maksadın dışında alaya da müsait olan o kelimenin Hazret-i Peygamber’e karşı kullanılmasını yasakladı. Çünkü bir kelimeyi kullananların onun ifade ettiği diğer mânâları; «ben onları kastetmedim» diyerek yok sayması mümkün değil.

Kullanılan kelime, onu kullanan kimsenin kastı dışında iş görüyorsa, doğru seçilmemiş, seçilememiş demektir. Buna göre kelimeler doğru bir mânâ dışında ve kontrol edilemeyecek derecede aykırı bir iş görecek şekilde olmamalıdır. Hele eğik-bükük ağızla asıl kelimeleri bırakıp da yerlerine yanlışını, üstelik ulvî kıymetlere karşı kullanmak, lânete vesile olmuştur. Âyette buyurulur:

“Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dîne saldırarak (Peygamber’e karşı;) «İşittik ve karşı geldik», «Dinle, dinlemez olası», «Râinâ» derler. Eğer onlar «İşittik, itâat ettik, dinle ve bizi gözet» deselerdi, şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; fakat küfürleri (gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle Allah onları lânetlemiştir.” (en-Nisâ, 46)

İlâhî ikazlar dolayısıyla ümmetin şuur sahipleri, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı hitaplarında daima pür-edep olmaya dikkat ettiler. Hatta Âkif, devrindeki buhranlardan mecbur kalarak Hazret-i Peygamber’e şikâyet ve istimdat sadedinde sıkça ve perişan bir vaziyette bahsetmekten dolayı da ayrıca af talep etmekte:

Perîşan sözlerimden bıkma, hoş gör, yâ Rasûlâllah!

Bu edep ile O’nu hoşnut edecek söz ve davranış güzelliği içinde olabilenlere ne mutlu!

Ne mutlu Cenâb-ı Hakk’ın; «Habîbim» sadâsını işiterek O’na pervane olabilenlere!

Ey O’nun hürmetine yaratılan;

Ebedî kandilidir nûr-i Muhammed beşerin,
Bir hilâl ol, O Güneş’ten yana, artar değerin!.. (Seyrî)