MEHMED ÂKİF ERSOY’DAN NÜKTELER -1-

Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK noztoprak@marmara.edu.tr

Büyük şair ve ediplerimiz gibi İstiklâl Marşı şairimiz M. Âkif ERSOY da nüktedan, hazırcevap, sanatkâr bir kişiliğe sahipti. Konuşmalarında daima nüktedan mizâcı ve sanatkâr kişiliğinin tezâhürü olan düşündürücü, ince mânâlı, zarif, etkili sözler söylerdi.

O, söz ustası olarak zamanında ve yerinde yapılan bir nüktenin uzun yazı ve konuşmalardan daha etkili olduğunu bilirdi. Onun bu anlayışı yalnızca konuşmalarında değil yazılarında ve şiirlerinde de görülmektedir.

O ciddî bir konuya başlamadan önce birkaç latîfe ile konuya dikkat çekmeye çalışır, okuyucunun ilgisini çeker, sonra aralarda da yeni denemeler yapardı. Bu sayede şiirleri çekici, etkileyici, vurgulu olurdu. Fakat nüktelerle bezediği bu şiirlerin belli yerlerinde ve bilhassa sonunda okuyucuyu düşünceye sevk eder, hattâ ağlattığı da olurdu.

Âkif’in nüktelerinin birçoğu dil, kültür, vatan, inanç ilh. konularla ilgilidir. Bu konular söz konusu olduğunda asla taviz vermez, müsâmahalı davranmazdı. Ancak kavga yerine fikirleriyle; tartışmak yerine nükteyle karşısındakini ikna ederdi. Bunlardan bazılarını paylaşalım.

TREN ALMAK

Üstat Âkif, Halkalı Ziraat Mektebine gitmek için Sirkeci’den ikindi vakti bindiği trende gençler arasında şöyle bir konuşmaya şahit oldu.

“–Azizim sen bu sabah kaç trenini aldın?”

“–Filân treni aldım. Sen?”

“–Ben de filân treni aldım.”

«Tren almak» kullanımına sinirlenen Âkif hiç tanımadığı gençlere şöyle dedi:

“–Çocuklar o treni daha hükûmetiniz alamadı. Siz nasıl aldınız?”1

Çoğu zaman hiç dikkatimizi çekmeyen bu tür yanlış kullanımlardan birine Âkif şahit olmuş ve gençlik psikolojisini de dikkate alarak oldukça anlamlı, kibar bir müdahalede bulunmuştur. Kıssada geçen «almak» yardımcı fiilinin yanlış kullanıldığını bundan daha güzel anlatmak mümkün olmazdı herhâlde. Günümüzde de sanki bir yerden eşya alır gibi «duş almak, telefon almak»tan söz edip «almak» yardımcı fiilinin yanlış kullanımına ısrarla devam etmiyor muyuz?

ŞEYHÜ’L-LÜGA

Âkif eski İstanbul Hükûmeti zamanında Maârif Nezâreti’nin lügat komisyonu âzâlığına tayin olunmuştu. Reisleri de bir hoca idi. Hoca; sarıksızlara, bilmez gözüyle bakardı. Gerek Âkif olsun gerek arkadaşı ve eski dostu büyük ve hakîm üstat rahmetli Ferid KAM olsun bu vaziyete tutulurlardı.

Bir gün hoca bir kelime hakkında ayağını diredi:

“–Ben üç yüz bu kadar senelik bir lügat kitabında gördüm, kelime söylediğim gibidir!” dedi.

Âkif şöyle cevap verdi:

“–Ben de bin senelik «Şeyhü’l-lüga»da bu kelimeyi şu dediğim şekilde buldum.” dedi ve kelimeyi hocaya kabul ettirdi.

Bir sonraki toplantıda sıra Ferid KAM Bey’e geldi. Hoca yine bir kelime üzerinde durdu. Fakat bu kere haklıydı. Ferid Bey dedi ki:

“–Âkif, bu sefer amelimizi (işimizi) hocanın ağzına uyduralım.”

Reis bu hâdiselerden sonra bir daha ağzını açmadı.”2

Bu hâdise Âkif’in, karşısındakinin âmiri de olsa doğru bildiğinden vazgeçmediğini göstermektedir. Kelime yanlışları, anlatım bozuklukları, imlâ yanlışları ilh. dil kusurları onun kırmızı çizgisini oluşturuyordu. Tabiî tahmin ettiğiniz gibi bizim bin yıl öncesinde yazılmış «Şeyhü’l-lüga»mız yoktur. Keşke olsaydı!

MEMÛRÎN – MEMÛREYN

Âkif 1921’lerde Burdur milletvekili olarak meclise girmiştir. Bütçe müzakereleri esnasında mazbata muharriri memûrîn (memurlar) kelimesiyle memûreyn (iki memur) kelimesini karıştırarak:

“Memûreyne iyi bakmanız lâzım!” dedi. Âkif dayanamadı oturduğu yerden cevapladı:

“Dediğiniz gibi memûreyn olsaydı biz onları kuş sütü ile beslerdik.”3

Esasen ilim erbabının tenkidi herhâlde böyle olmalıdır. Karşı taraf tenkit edildiğini ve yanlışını anlamalı fakat tenkit edene kızamamalı, kendisi bile gülmelidir. Âkif’in yaptığı budur.

ŞEDDENİN DİŞLERİ

Beylerbeyi civarında oturduğu yıllarda Âkif, bir dostu tarafından hediye edilen eşekle ara sıra iskeleye iner ve eş-dost ziyaretleri yapardı. Bu hayvanın inatçılığının bıraktığı izlerle gözü hayli korkan Âkif, inatçılığı ile tanınan yakınını bir manzûmeyle şöyle iğneler:

Öyle eşşektir ki bâlâsındaki teşdîdinin
Âlet-i tîmâra benzer lâ-yuad dendânı var

Beytin anlamı şöyledir:

“(O) öyle eşşektir ki üstündeki (eşşek kelimesinin üzerindeki) tımar âletine benzeyen şeddenin sayısız dişi var.)”4

Bu beytiyle Âkif komşusunu eşeğe benzetmiştir. Ancak dikkat edilirse Âkif «eşek» yerine «eşşek» diye hitap etmiştir. Âkif bunu bilerek yapmıştır zira Arapça’da bir kelime «fa‘‘al» kalıbına konularak mübalâğa yapılır. Böylece Âkif komşusunu her hâliyle tam bir eşek yapmış hattâ eşşek kelimesinin üzerindeki mübalâğayı gösteren şeddenin dişlerinin sayısız olduğunu belirterek komşusunun eşekliğinin çok ileri safhada olduğunu vurgulamak istemiştir.

Âkif ile ilgili yukarıda anlatılan kıssalar onun ileri seviyede Arapça bildiğini ve dil hususunda titiz olduğunu da göstermektedir. Bilindiği gibi o, Kur’ân’ı tercüme etmiş ama bastırmamıştır. M. Cemal’in verdiği bilgiye göre tercümeyi bitirmişti ve bastıracaktı. Hattâ beyaza (temize) çekmişti. Ancak üzerinde durdukça kelimeleri değiştiriyor ve bir türlü sonuçlandıramıyordu. Soranlara;

“Bir lisan ki bir kelimesi, bir sîgası hep birden hem zat, hem zaman, hem mekân ifade eder; bunun başka bir lisana tercümesi nasıl kābil olur?” diyordu. Bazen de;

“Tercüme bitti ama tashihi bitmedi; bakalım o mu benden evvel bitecek, ben mi ondan evvel…” diyordu.5

Bütün bunlar Âkif’in kelimeler üzerinde nasıl titizlikle durduğunu göstermektedir. Fakat birikim ve titizliğine rağmen o, mütevâzılığını elden bırakmıyordu.

Kahire’de Mısır Üniversitesinde ders vermeye başladığı sırada bir dostu sormuştu:

“–Nasıl! Araplara ders anlatmakta zorluk çekiyor musunuz?”

Âkif’in cevabı şöyle olmuştu:

“–Ben onlarla şöyle pazarlık yaptım, siz benim Arapçama gülmeyin, ben de sizin Türkçenize gülmeyeyim. Geçinelim gitsin!”

_______________

1 Âlim GÜR, «Mehmed Âkif’ten Nükteler», Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sayı 5, Konya 1999, s. 205.

2 Balıkesirli Hasan Basri ÇANTAY, Âkifnâme (Mehmed Âkif), İstanbul 1966, s. 42-43.

3 Balıkesirli Hasan Basri ÇANTAY, a.g.e, s. 42.

4 Âlim GÜR, «Mehmed Âkif’ten Nükteler», s. 207.

5 Âlim GÜR, a.g.e., s. 219-220.