Ölü Toprağı Dirilten RAHMET

Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@yuzaki.com

Rusya dışındaki Avrupa kıtası büyüklüğünde bir yarımada… Ekseriyetinde çetin çöl şartları hâkim… Ve böylesi geniş bir coğrafyada her biri kendi lehçesiyle konuşan birçok kabile… Irak’ın güneyindeki Hîre’de Sâsânî-İran İmparatorluğu’na bağlı olan Lahmîler ve Suriye’nin güneyinde Bizans’a bağlı olan Gassânîler dışında hiçbir siyasî teşekkül yok… Yarımadanın güneyinde bulunan Yemen önce Habeşliler, sonra da Sâsânîlerin işgaline uğramış vaziyette… Mekke, Medine ve Tâif gibi şehirlerde bir parça düzen varsa da devlet düzeniyle kābil-i kıyas değil…

Adını zikrettiğimiz birkaç şehir dışındaki geniş çöllerde kabile her şey demek… Fertler, ancak bir kabileye mensup olmakla yaşayabiliyorlar… İşlediği bir suç sebebiyle kabilesinden tardedilen «halî‘» adı verilen kimseler mutlaka başka bir kabilenin «halîfi/anlaşmalısı» olmalı, yani bir bakıma o kabilenin vatandaşlığına geçmelidir… Aksi hâlde ya «su‘lûk» denilen soygunculara katılıp serseri bir hayat yaşamak zorunda kalır veya savunmasız kalırlar…

Kabileler birlikten mahrum… Aksine incir çekirdeğini doldurmayacak sebepler yüzünden yıllarca birbirleriyle savaşıyor ve kan dâvâsı güdüyorlar… Ne imiş? Dâhis ve Gabrâ adındaki kısraklarla yapılan bir müsabakada taraflardan biri hile yapmış… Bu, Abs ve Zübyan kabileleri arasında yıllarca süren ve zikredilen kısrakların adıyla anılan savaşın çıkması için yeterlidir! Bir diğer çarpıcı örnek, Besûs adında bir koca karının Serâb adındaki devesinin yaralanmasıdır. Bu da, Bekr ve Tağlip kabileleri arasında 40 yıl süren bir kan dâvâsının başlaması için kâfîdir. Koca karının adına izâfetle «Besûs» diye anılan bu kanlı savaş o kadar bıktırıcı olmuştur ki, «Besûs’ten daha uğursuz», «Serâb’dan daha uğursuz» sözleri darb-ı mesel olmuştur. Eyyâmu’l-Arap (Arapların günleri, savaşları) ile ilgili eserlerde Külâb ve Ficâr gibi böyle daha birçok savaş zikredilir.

Bunlar, Kur’ân-ı Kerîm’in «el-hamiyyetü’l-câhiliyye» dediği aşırı kibirden ve hiç ehemmiyeti olmayan hâdiseleri gurur meselesi yapmaktan kaynaklanmaktaydı. Araplar haysiyetlerine o kadar düşkündü ki, bilhassa cinayet gibi hususlarda asla uzlaşmaz ve diyet almayı büyük bir zül addederlerdi. Eğer maktûlün velîsi biraz af veya diyete meyilli olsa çevresi onu kınayarak kararından vazgeçirirdi.

Haysiyet anlayışı gibi namus anlayışında da yanlışlar ve aşırılıklar vardı. Sık sık kuraklık ve kıtlığın meydana geldiği ve bu sebeple soygun ve çapulun bir geçim vasıtası olduğu çetin çöl şartlarında kabile, baskına uğradığında kız çocukları savunmada hiçbir işe yaramadıkları gibi esir ediliyor ve tecavüze mâruz kalıyorlardı. Bu yüzden kız çocukları utanç vesilesi sayılıyor, yük olarak görülüyor ve doğar doğmaz diri diri gömülerek öldürülüyorlardı. Şehirlerde Hazret-i Hatice gibi ticaret yapan servet ve itibar sahibi kadınlar varsa da bilhassa bedevîlerin kadınlara karşı genel tavrı çok kötüydü.

Cömertlik ve mülteciyi barındırma gibi bazı iyi hasletler varsa da bunlar ekseriyetle gönülden gelen bir duyguyla değil, kınanmamak için ar belâsıyla yapılıyordu. Cemiyette geçerli olan yegâne kanun güçtü. Millî şairimiz Mehmed Âkif’in dediği gibi:

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi!

Bu tablonun oluşması kaçınılmazdı. Çünkü âdil ve insan şerefinin korunacağı bir hayatın kurulabilmesi için gerekli olan temel prensip kaybedilmişti. İnsanlar, yeri-göğü yarattığına, kâinatı düzenlediğine ve yağmuru yağdırdığına inandıkları hâlde Allah’tan başka varlıklara kulluk etmeye, taşlara tapınmaya başlamışlardı. Bu içler acısı durumdan kurtulmanın ilk ve vazgeçilmez basamağı, insanlığa şerefini iade edecek, onun kâinattaki varlığını açıklayacak temel prensibin, yani tevhîdin hatırlatılmasıydı.

Neyse ki kullarına karşı son derece merhametli olan Allah Teâlâ’nın Rahmet’i daha fazla gecikmeden tecellî etti. 40 yaşına gelmiş, kemâle ermişti. Sık sık Hira Dağı’nda bir mağaraya çekilip tefekkür ediyor, insanlığın hâlini düşündükçe üzüntüye gark oluyor, -daha sonra Kur’an’da kendisine hatırlatılacağı üzere- kalbi sıkışıyor, sırtında taşıyamayacağı büyük bir ağırlık hissediyordu.2

Nihayet bir gün Allah göğsünü ferahlatacak ve üstündeki yükü hafifletecek çıkış yolunu gösterdi:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alaktan yarattı.” (el-Alak, 96/1-2)

Bu âyetler, insana Allâh’ın kulu olduğu gerçeğini hatırlatmakta, dolayısıyla onun şerefli bir varlık olduğunu vurgulamaktadır. Bu gerçek unutulduğunda tapınılmayı hak etmeyen varlıklara tapınma başlar, dolayısıyla insan şerefi ayaklar altına alınır. Zaten şirkin en büyük özelliği kula kulluk edilmesinin yolunu açmasıdır. Bu sebeple şirk, en büyük zulümdür.3 Nitekim Rahmet’in indiği toplumda da bu temel yanlış sebebiyle zayıflar ezilip horlanır hâle gelmişti.

Rahmet, insanlığın hâlini ıslah etmek için 23 yıl büyük bir çaba sarf etti ve birçok zorlukla karşılaştı. Zaman zaman en yakınları bile O’na muhâlif oldu. Muhâlifleri bazen krallık, servet ve kadın gibi değişik tekliflerle geldiler ve ara formüller aradılar. Ekseriyetle de alay, tehdit, boykot, taşlama, tehcir, suikast ve savaş gibi yolları tercih ettiler. O, hiç yılmadan mücadelesini sürdürdü. Hira Mağarası’nda almaya başladığı vahiy daima yolunu aydınlatıyordu. Neticede, en küçük bir sebeple yıllarca birbirini gırtlaklayacak kadar fevrî ve inatçı, kendi evlâtlarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşî insanları tek ideal ve tek bayrak etrafında topladı. Yazımızın girişinde genişliğine işaret ettiğimiz o geniş coğrafyada 20 yıl gibi kısa bir süre içerisinde böylesi bir başarının kaydedilmesi dünya tarihinde emsali olmayan büyük bir mûcizeydi. Kur’ân-ı Kerim’de bu mûcize şöyle vurgulanır:

“Onların kalplerinin arasını uzlaştırdı. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların kalplerinin arasını uzlaştıramazdın; fakat Allah, onların arasını uzlaştırdı. Çünkü O, daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (el-Enfâl 8/63. Ayrıca bkz. Âl-i İmrân 3/103)

Elbette Cengiz ve İskender gibi kısa sürede çok daha büyük coğrafyalara hâkim olan cihangirler vardır. Ancak onların kurdukları devletler ölümleriyle dağılıp gitti. Hâlbuki Rahmet’in fetihleri insanların ruhlarında çok derin ve kalıcı inkılâplar meydana getirdi. Kabile bağının yerini İslâm kardeşliği aldı. İnsanlar yalnızca Allâh’ın kulu oldular. Böylece kula kulluktan kurtularak gerçek hürriyete kavuştular; adalet ve hakkaniyete dayalı, insan şeref ve haysiyetine itinalı, dili ve gönlü bir örnek bir toplum oluşturdular, yaptıkları her işi Allah rızâsı için gönülden gelerek yapmaya başladılar. Neticede Rahmet’in inişinden bir asır bile geçmeden hemen hemen eski medeniyetlerin kurulduğu tüm merkezleri içine alan Pirene dağlarından Çin seddine kadar uzanan ülkelere hâkim oldular; asırlarca ilim, fen ve sanatta dünyaya yön verdiler. Bugün de o Rahmet’in tecellîsine mazhardırlar. Yaşadıkları bazı problemler olmakla birlikte onları da o Rahmet’le aşacaklardır:

“İyi biliniz ki, Allah, yeryüzünü ölümünden sonra diriltir!” (el-Hadîd, 57/17)

BEDEVÎNİN DİLİNDEN

(İslâm’dan önce)

Ben Necd’in içlerinde yetişmiş bir aslanım
Tüm ülkenin dilinde gezer şöhretim, sanım!

Dünyâ yüzünde yan bakan olmaz kabîleme
Vardır asâletimle büyük farkım âleme!

Yerleştiğim mekânda tüter dâimâ duman
Sofram açık benim, yer-içer âşinâ-yaban!

Şefkatli bir kucak olurum mültecîlere
Gelmez himâye ettiğimin sırtı hiç yere!

Er meydanında, düşmana baskında mâhirim
Lâkin kalınca baş başa kendimle, şâirim!

Gerçek hayâtın aksi fakat şi’rimin tümü
Yalnızca kahramanlığın, aşkın terennümü!

Ben Şenferâ’yım, Urve veyâhut da Antere!
Döktüm bütün hayâtımı bir bir şiirlere!

***

(İslâm’dan sonra)

Kâfî değil bu çöl bana, sığmam bu yurda ben
Çıkmam gerek tüm âleme artık bu ülkeden!

Artık hayât içinde kabîlem güdük kalır
Taşmış olan bu gönlümü bir tek inanç alır!

Tevhîd oluşturur bu inancın esâsını
Te’mîn eder kulun kölelikten halâsını!

Artık ne şan, ne şöhret içindir savaşlarım
Allâh için sebîl olup aksın yoğum-varım!

Yermük’te, Kādisiyye’de durdum bu ruhla ben
Geçtim deniz-bayır demeden birçok ülkeden!

Mihmânının cihanda yok emsâli ey Hira!
Gönlümde yaktı sönmeyecek kutlu bir çıra!

1 el-Mü’minûn, 23/84-89; el-Ankebût, 29/61-63.

2 el-İnşirâh 94/1-3.

3 Lokmân 31/13.