HASRETİN YÜREĞİME SIĞMAZ, EY DOST!..

Murat AKDAĞ

Üsküdar vapurundayım. Havalimanından Eminönü’ne, oradan Boğaz’ın havasını içime çeke çeke Anadolu yakasına geçiyorum. İstanbul’u, Boğaz’ın havasını ve özellikle de vapurdan Üsküdar’ı seyretmeyi ne kadar da çok özlemişim.

Vapurun motorunun oluşturduğu köpüğe martılar hızla dalıp çıkıyorlar. Onlarcası vapurun etrafında çığlık sesleriyle âdetâ raks ediyorlar. Belki bana; «Hoş geldin!» seremonisi yapıyorlar. İnsanlar gündelik telâşlarında, gözlerinde günün yorgunluğu ve yüreklerinde büyük şehirde yaşamanın çekilmez ağırlığı var. Kalabalığın çoğu, martıların düzenlediği o güzel ve âhenkli hallerinden habersizler. O beyaz kuşlar, Boğaz’ın serin sularına, bense Boğaz’ın suları kadar derin olan hayallerime dalıp çıkıyorum. Dalgaların oluşturduğu sarsıntılar, hayat yolundaki engebelerin izdüşümü olarak canlanıyor zihnimde.

Sonra gözüm ansızın Boğaz’ın üzerinde Üsküdar’dan Sarayburnu’na uzanan gökkuşağının denize yansıması ya da deniz yolunu andıran silûete takılıyor. «Hüdâyî Yolu» geliyor aklıma. Azgın dalgalar arasında sütliman bir deniz yolu. Tâcı-tahtı arkada bırakarak, geriye bakmadan, ayağı ve yüreği taşa takılmadan yürüyebilme sanatının öğretildiği yol… İnsanı zâhirî âlemden alıp bâtınî âleme götüren o mübarek ve muhteşem ruh iklimi…

Güneş de artık Topkapı Sarayı’nın üzerinden akşamın haberini veriyor gibi. Sultanahmet, Ayasofya, Süleymaniye ne kadar da hârika gözüküyor gün batımında. Güneşin batışı Sultantepe’deki evlerin camlarına kızıl bir tül gibi aksediyor. Gönül sultanlarının ikliminde sanki yeniden doğuyor. «Yeditepe üzerine kurulan koca şehir bir tarafa, gönül sultanların yaşadığı iklim bir tarafa» diyor yüreğimdeki ses…

Vapurda, görevlinin uyarması ile kendime geliyorum. Vapur sahile yanaşmış herkes inmiş bir ben kalmışım.

Üsküdar’a ayak basınca kendimin Harem-i Şerif toprağına ayak basmış gibi mânevî duygularla dolduğumu hissediyorum. Segâh makamında okunan, gönlümü titreten akşam ezanları arasında Balıkçılar Çarşısı’ndan geçiyorum. Akşam vakti Üsküdar Meydanı çok kalabalık. Herkes evine bir an önce gidebilmenin tatlı heyecanını ve telâşını yaşıyor. Fakat çokları, Üsküdar’da yaşadıklarından habersizler. Kalabalığın ortasında durup kollarımı açarak onlara bağırmak istiyorum:

“Durun ey insanlar! Durun ey kalabalıklar! Siz Üsküdar’da yaşıyorsunuz! Üsküdar’da yaşamanın farkına varın!..”

Ne tuhaf şey farkına varamamak ve bu güzelliklere hiçbir bedel ödemeden sahip olmak. İnsan, sevdiklerinin değerini, ancak ayrı kalınca en iyi şekilde anlıyor. Bir dostumuz;

“Bu topraklarda doğmak için bir bedel ödemedik ama bu topraklarda yaşamanın mutlaka bir bedeli olmalı.” demişti.

Heyhat! Biz bu topraklarda yaşamanın farkında değiliz ki bir bedel ödemenin derdinde olalım.

Gözlerim güvercinleri arıyor ama göremiyorum. Gelmişken onları mutlaka görmeliyim. Belki yarın sabah Yeni Cami’nin önündeki simitçiden aldığım simidi çayhanede yerken gelirler. Üsküdar’da en çok sevdiğim şeylerden biridir taze simidi onlarla paylaşmak. Bir tanesi fark etmeye görsün hepsi uçuşur gelirler. Ne kadar dost canlısı, ne kadar asildir onlar. Hepsinin gözünde Sevr Mağarası’ndaki adanış ve hicretteki hikmetin izi var. Bir de Vâlide-i Cedîd (Yeni Camii) Camii’ndeki kedicikler… Bu cami avlusuna sığınmışlar, orada merhamet ve şefkati yaşamanın talimini yapıyorlar adeta…

Yukarı doğru çıkıyorum. İlk önce sultanların sultanı Aziz Mahmud Hüdâyî sultanımızı ziyaret etmeliyim. «Hüdâyî yolu»ndayım.

Yokuşu çıkarak ona ulaşıyorum.

Hüdâyî…

«Şefkat, merhamet ve muhabbetin müessesleştiği», Orta Asya’dan, Balkanlar’a Kafkaslar’dan, Afrika’ya binlerce yorgun gönle ümit ışığının saçıldığı rahmet kapısı…

Avludaki ana giriş kapısından bir; «Hû!» çekerek içeri giriyorum. İç kapıya yaklaşıyorum; «Edeple gelen, lütufla gider…» yazısı ilişiyor gözüme.

Kendime çeki-düzen vermeye çalışıyorum. Bir türlü düzen tutmayan rûhuma rağmen…

Düşünüyorum:

«Hüdâyî yolunun ışığı»nı ne kadar gönlümüzde hissedebildik? Ne kadar gönlümüzde yaşayabildik? Başka gönüllere ve başka diyarlara ne kadar taşıyabildik?

Tüm bu soruların mahcubiyeti ile kutlu kapıda baş eğiyorum. Rabbimizden her birimize bir ihsanı olan bu kapının kıymetini bilmemizi lutfetmesini ve hesap gününe yüz akı ile çıkabilme ümidiyle gönül heybemdeki selâmları arz ediyorum…

Gözüm duvardaki asılı mısralara ilişiyor. Öncelerde onlarca defa baktığım fakat göremediğim mısraları gönül gözü ile okumaya çalışıyorum:

Bu meşhed, mecma-ı ervâh-ı ecsâd-ı Hudâyî’dir
Edeple gir azîzim, türbe-i pâk-i Hüdâyî’dir

(Bir ziyaret makamı olan bu meşhed; aşk şehîdinin medfun bulunduğu kıymetli bir mekân olarak, Allâh’ın ahsen-i takvim üzere yarattığı beden ile ruhların bir araya toplandığı yerdir. Çünkü burası Hüdâyî Hazretleri’nin temiz ve mübarek türbesidir. O hâlde ziyarete gelen muhterem kişi içeriye edeple gir!..)

Ve bir başka beyit:

Dilâ tahsîl edem dersen eğer zevk-i ilâhîden;
Nasîbini alur elbet giren Bâb-ı Hüdâyî’den!..

(Ey gönül! Eğer ilâhî zevki ve onun mahiyetini tatmak istersen, bil ki Hüdâyî Hazretleri’nin kapısından her içeri giren elbette nasibini alır…)

Bu kapıdan nasibini alanlardan olabilme ümidiyle:

Yâ Hazret-i Pir Aziz Mahmud Hüdâyî!..

Yâ Hû!..