Allah Rasûlü’nün Terbiyesinde ASR-I SAÂDET TOPLUMU

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

BAŞKA MÛCİZEYE HÂCET YOK!

Sayısız mûcizelerle geldi. Sükûtu bile insanlığa mûcizeler tevzî etti. Her hâli ve her yaptığı, ayrı bir mûcizevî kıymete hâiz oldu. Bu sebeple O Varlık Nûru j hakkında;

İslâm usûl-i fıkhının yani hukuk metodolojisinin en önemli sîmâlarından olan Karâfî der ki:

“Peygamber j Efendimiz’in sahâbeden başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, sahâbe-i kiram Allah Rasûlü’nün nübüvvetini ispâta yeterdi.”

Gerçekten de;

İnsanlık tarihine bu dikkatle nazar kılınırsa görülür ki; beşeriyyetin nâil olduğu en büyük mürebbî ve muallim Allah Rasûlü j Efendimiz’dir. O’nun feyiz ve rûhâniyet dolu terbiyesinde kendilerine ashâb-ı kiram denilen öyle yüce şahsiyetler yetişmiştir ki, onların sergilediği fazîletler medeniyetinin bir benzeri yoktur.

Hâlbuki o toplum, Fahr-i Kâinat j Efendimiz’den önce, cehlin ve zulmün karanlıklarına gömülmüş, asırlardır herhangi bir sahada ferdî veya içtimâî bir varlık gösterememişti.

Fakat;

Allah Rasûlü’nün, canlı bir Kur’ân olan hâlinden öyle bir feyiz aldı ve O’nun terbiyesinde öyle bir kemâle erdi ki, âdetâ Hint Okyanusu’nun dibinden çıktı semâvî zirvelere ulaştı.

Asr-ı saâdet toplumunu oluşturdu.

Asr-ı saâdet toplumu…

Muhabbet ve mârifet, ihlâs ve takvâ, sır ve hikmet toplumu…

Acaba o toplum Peygamber j Efendimiz’den neler öğrendi ki, insanlık tarihinde emsalsiz bir mevkie nâil oldu?

O muhabbet toplumu O’ndan neler tahsil etti?

Bu suallerin cevabı için öncelikle şunu ifade etmek lâzım:

Fahr-i Kâinat j Efendimiz; gönderildiği toplum için, asırlardır yağmur görmemiş bir toprağa yağan bereketli bir yağmur gibiydi. Yağdıkça çölleri gülistana çeviren bir rahmetti. Asırlardır peygamber gönderilmemiş, cehâlet içinde kalmış, şirke, putperestliğe dalmış, taşların ve taş yürekli zorbaların kulu olmuş bir topluma gönderilmiş bir rahmetti. Gerçek kulluğa açılan bir merhamet ve rahmet menbaı ve pınarıydı. Bu itibarla O’nun öğrettiği ilk husus şu oldu:

KULLUK ŞUURU / تعظيم لامر الله

Âyet-i kerîmede:

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım!” (ez-Zâriyât, 56) buyruğu istikametinde Efendimiz j sahâbeye evvelemirde Allâh’a kul olmayı öğretti.

Onlar da, gerçek kulluğa O’nun terbiyesinde can attılar. Gönülleri îman ve irfan ile doldu. Alınları secdeyle parıldadı. Kelime-i tevhid en büyük huzur kaynakları oldu. Ebedî hüsrandan kurtulup Hakk’a teslîmiyet cennetine ulaştılar. Yalnızca Allâh’a kulluk etmenin ne olduğunu tam kavradılar.

Böylece, fânî ve süflî bütün boyunduruklardan ve kelepçelerden kurtuldular.

Böylece, «tâzîm li-emrillâh» ifadesiyle hulâsa edildiği üzere sadece Cenâb-ı Hakk’ın emrine sonsuz bir ihtiram içerisinde yaşadılar.

Böylece onlar Peygamber j Efendimiz’den hem ferdi ilgilendiren ibâdetlerin şuur ve idrâkini öğrendiler, hem de cemiyeti de alâkadar eden muâmelât esaslarını tahsil ettiler.

Önceleri;

Bir böbürlenme sebebi olarak atalarını körü körüne taklit ediyorlardı; bundan kurtuldular. Çoluk-çocuğu, aldatıcı bir istinat noktası sayıyorlardı; bundan da kurtuldular. Kadını ancak alınıp-satılır bir mal yerinde görüyorlardı; bundan da kurtuldular.

Çünkü onlar;

Efendimiz’in cennet bahçelerini andıran hânelerinden, dünyada bir cennet nimetini öğrendiler.

Yani Allâh’a kulluktan sonra Peygamber j Efendimiz’den ikinci öğrendikleri husus şu oldu:

AİLE SAÂDETİ

Onlar; câhiliyyenin iffetsiz, hayâsız, edepsiz yaşayışından, bâtıl inanç ve hurâfelerinden kurtularak Efendimiz ve ezvâc-ı tâhirat, yani mü’minlerin anneleri olan mübârek hanımlarının sergilediği mesut aile yuvasından, sürur kaynağı olan aile hayatını talim ettiler.

O mübârek hânelerde yetişen genç sahâbîler, onların yetiştirdiği nesil ve o neslin devamında onlara ihsan ve ihlâs ile ittibâ edenler, cihânın her tarafına Fahr-i Kâinat j Efendimiz’den aldıkları muhabbet nasiplerini tevzî etme gayretinde oldular.

Onların muvaffakıyeti yalnız ilimde ve fetihlerde değildi. Ahlâkın da kemâlinde zirveydiler. Onlar kalemlerin yazamayacağı, dillerin anlatamayacağı ulvîlikte hasletleri bizzat yaşadılar ve hâlleriyle kendilerinden sonrakilere numûne oldular. Onların muâmelâtının özü mahlûkāta şefkat nazarı idi;

Bir başka ifade ile;

SONSUZ MERHAMET UFKU / شفقت على خلق الله

Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Allah Rasûlü’nün sohbeti neticesinde bu muhabbet toplumunda merhamet ve şefkat derinleşti. Vicdanlar huzur içinde yaşamak imkânına kavuştu.

Annesinin yüreğinden kopararak kızını diri diri gömmeye götüren vahşî insanlar, İslâm’dan sonra gözyaşı ile iki büklüm olan bir şefkat meleği hâline geldi. Gönüller, yorgun sînelerin huzur ve tesellî bulduğu bir dergâh oldu. Kalpler; dul, yetim ve kimsesizler için sığınak ve barınak oldu.

İslâm’dan önceki katı yürekli Ömer, İslâm’dan sonra rakîk kalpli Hazret-i Ömer oldu:

“Fırattan geçerken bir koyun suya düşüp boğulsa, Allah onun hesabını Ömer’den sorar.” diyen ulvî bir tefekkür hâli meydana geldi.

Çünkü onlar, Rasûl-i Ekrem j Efendimiz’den, her şeyin insanoğluna zimmetli ve imtihan için tevdî edilmiş birer emânet olduğunu telâkkî etmişlerdi.

Çünkü onlar dünyanın, insanın ebedlere uzanan yolculuğunda bir mola hükmünde olduğunu, bu fânî sermâyenin, âhirete yatırım yapmak için verildiğini, Allâh’ın Elçisi’nden öğrenmişlerdi.

Çünkü O, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi j onlara hem Ahzâb/Hendek harbinde yaşanan, sabırların zorlandığı en mağmum/gamlı günlerde, hem de Mekke’nin fethinde müyesser olunan en muhteşem ve mesrur günlerde; yani bir taraftan zor zamanların tesellisi, diğer taraftan da muvaffakıyetlerin kibir, gurur ve ucba dönüşmemesi telkini sadedinde buyuruyordu ki:

“ESAS HAYAT ÂHİRETTİR!”

Bu îkaz, telkin ve teselli etrafında sahâbe-i kiram, dünyaya karşı kanaat ile zenginleşen bir tokluk, uhrevî hazlara karşı ise bitmeyen bir açlık içinde oldular. Tabiî bir riyâzat hâli yaşadılar. Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş; sahâbî çevresinin ve toplumunun asla tanımadığı hayat tarzlarıydı.

Çünkü dâimî telâkkîleri; “Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı” idi.

Fakat onlar bu cihânın bir imtihan dershanesi olduğunun da idrâki içinde idiler. Nefisleri için değil fakat hak dâvâları için, Allâh’ın adını yüceltmek için aşk, vecd ve heyecan ile durmaksızın gayret hâlinde oldular. Yorgunluk ve bezginlik, onların lügatlerinden silindi.

Bin beş yüz kişi ile kurulan Medine site devleti, on sene sonra yüz elli bin kişiye ulaştı. Bir kilometrelik site devletinin sınırları Filistin ve Irak’a vardı.

Emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker için Çin, Semerkant, Kafkaslar ve Afrika’ya ve arkadan gelenler de Endülüs’e kadar yolculuk etti. “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın!” (el-Bakara, 195) âyet-i kerîmesinin tesiri ile emr bi’l-mârûftan uzak kalmamak için Ebû Eyyûb el-Ensârî رَضِىَ اللهُ عَنْهُ seksen küsur yaşında iken İstanbul’a sefer etti. Fânî bedeni, İstanbul’a ulvî bir hâtıra ve bereket oldu.

Sahâbîdeki bu heyecan, sadece yaşı kemâle ermişlerde değil, yaşı küçük olanlarda da bâriz bir şekilde coşkundu. İşte;

16 YAŞINDA BİR GENCİN ŞEVKİ

Hicretin ikinci yılı, Ramazan ayının on ikisiydi. Allah Rasûlü j Efendimiz, Abdullah bin Ümm-i Mektûm’u namazları kıldırmak üzere Medine’de vekil bırakarak 313 kişilik ordusuyla şehirden çıktı. Bunların altmış dördü muhâcir, gerisi ensardandı. Üçü atlı, yetmişi develi, diğerleri de yaya idiler.

Peygamber Efendimiz, Medine’ye bir mil uzaklıkta bulunan Buyûtu’s-Sukyâ’da mücâhidleri durdurdu. Yaşı küçük olanları geri çevirdi. Sa’d bin Ebî Vakkās رَضِىَ اللهُ عَنْهُ şöyle anlatır:

“Rasûlullah j Efendimiz’in, yaşı küçük olanları çevirmesinden az önce kardeşim Umeyr’i saklanmaya çalışırken gördüm:

«–Sana ne oldu kardeşim?» dedim.

«–Allah Rasûlü beni küçük görür de geri çevirir diye korkuyorum! Hâlbuki ben sefere çıkmayı çok istiyorum ve Allâh’ın bana şehidlik nasîb etmesini ümîd ediyorum!» dedi. Gerçekten de kardeşim, Rasûlullâh’a arz edilince onun henüz küçük olduğunu görüp:

«–Sen geri dön!» buyurdular. Umeyr ağlamaya başladı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz j de müsaade buyurdu. Umeyr küçük olduğu için kılıcını ben bağlayıveriyordum. Bedir’de şehid düştüğü zaman 16 yaşlarında idi.” (Vâkıdî, I, 21; İbn-i Sa’d, III, 149-150)
Sahâbe-i kiram, Allâh’ın Habîbi uğrunda her şeylerini fedâ ederlerdi. O’nu canlarından, evlâtlarından aziz bilirlerdi. İşte binlerce misalden sadece biri;

O’NA BİR ŞEY OLDU MU?

Uhud günü Medine bir şâyia ile çalkalanıyordu:

“Muhammed j öldürüldü!”

Şehirde çığlıklar kopuyor, feryatlar Arş’a yükseliyordu. Herkes yollara düşmüş gelenlerden bir haber almaya çalışıyordu. Onlardan biri de ensardan Sümeyrâ Hâtun رَضِىَ اللهُ عَنْهَا idi. O mahzun ve ibretlik muhârebede iki oğlunun, babasının, kocasının ve de kardeşinin şehîd olduğu haberini almıştı. Beş yakınını birden kaybetmişti. Fakat o mübârek hanım, bunlara hiç aldırmıyor, kendisini asıl kaygılandıran husûsu, yani Allah Rasûlü’nün hâlini merâk ediyor;

“–Sakın O’na bir şey olmasın!” deyip duruyordu. Sahâbe-i kiram cevâben;

“–Allâh’a hamd olsun ki Efendimiz’in durumu iyi. O, senin arzu ettiğin gibi hayattadır!” dediler.

Müjdeli haberle de gönlü yatışmayan Sümeyrâ Hâtun yalvarıyordu;

“–O’nu görmeden gönlüm huzur bulmayacak, ne olur bana Allah Rasûlü’nü gösterin.”

Gösterdiklerinde derhâl gidip elbisesinin ucundan tuttu:

“–Anam-babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Sen sağ olduktan sonra, gayrı hiçbir şeye aldırmam!” dedi. (Vâkıdî, I, 292; Heysemî, VI, 115)

Bu şuur, ancak ve ancak gerçek hayatın âhiret olduğuna yakîn kesbetmekle kazanılabilirdi. Onlar bunu Allah Rasûlü’nden öğrenmişlerdi. Ne yapsalar özlerinde şu vardı:

O’NA BENZEMEK…

Sahâbe nesli;

“Allah bizden ne ister, Rasûlullah bizi nasıl görmek ister?” düşüncesi ve heyecânı içindeydi.

Sahâbî’de Allah, kâinat ve nefis üzerinde yeni bir anlayış meydana geldi. Güneşi küçük bir aynada seyreder gibi, Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenme, yegâne gayeleri oldu.

Onlar hissiyatlarıyla Allah Rasûlü’nün kalbine benzemeye çalışırlardı.

Mü’mini kemâle erdiren akıl ve kalp fonksiyonlarını, âhenk içinde ve müştereken kullandılar. Heyecan ve aşk unsurlarını canlı tutarak tefekkürde derinleştiler. İlâhî azamet ve kudret akışlarına âşinâ olan o kalpler, sır ve hikmetleri okumaya başladı. Kâinat onlara bir kitap hâline geldi. Kitap da bir kâinat…

Geceler gündüze döndü. Kışlar bahar oldu. Tefekkür gelişti; insan vücudunun bir damla sudan, kuşun basit bir yumurtadan, ağacın ve meyvelerin yok kadar bir çekirdekten meydana gelişleri ve emsalleri üzerinde derin derin tefekkürler başladı… Hayat, Allah rızâsına endekslendi. Merhamet, şefkat ve hakkı tevzîdeki derinlik zirveleşti. Kısaca her bakımdan Fahr-i Kâinat j Efendimiz’in yüce ahlâkına büründüler. Böylece en büyük lezzetleri şu oldu:

O’NU DUYMAK, DİNLEMEK VE O’NDA DERİNLEŞMEK…

Ashâb-ı kiram Allah Rasûlü’nün sünnet ve sîretini tahsil edip hayatlarına tatbik etmekte zirve bir hassâsiyet gösteriyorlardı. Onlardan müstesnâ bir misal Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah bin Ömer رَضِىَ اللهُ عَنْهُمَا idi.

Abdullah رَضِىَ اللهُ عَنْهُ Rasûl-i Ekrem’in vefatından sonra O’na olan sevgisinden dolayı, Fahr-i Kâinat j Efendimiz’in namaz kıldığı yerleri öğrenip oralarda namaz kılar, yürüdüğü yollarda yürür, gölgelendiği ağaçların altında oturur, kurumasınlar diye onları sulardı. Yolda giderken Rasûlullâh’ın gittiğini gördüğü yolları takip eder, O’nun hayvanını çevirip döndüğü yerlerden dönerdi. Hele Efendimiz’in selâmlaşma konusundaki buyruklarını yerine getirme hususunda pek titiz davranırdı. Hiçbir işi olmadığı hâlde sadece (İslâm kardeşliği yaşamanın hassâsiyeti içinde) Müslümanlarla selâmlaşmak için sokağa çıkar, büyük-küçük karşılaştığı herkese selâm verirdi. (İbn-i Sa’d, IV, 156; İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 349; İbn-i Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 341)

Rasûlullah j Efendimiz, Mescid’in bir kapısı hakkında:

“Bu kapıyı kadınlara ayırsak…” buyurmuştu.

Nâfi‘ der ki: “İbn-i Ömer رَضِىَ اللهُ عَنْهُمَا ölünceye kadar o kapıdan hiç girmedi.” (Ebû Dâvûd, Salât 53/571)

Abdullah İbn-i Ömer’in hayatında bu samimî bağlılığın yüzlerce misâli vardı. Onların bu muhabbetli titizlikleri, Efendimiz’e bir âyîne olmak için O Hidâyet Güneşi’ne pervâne oluşları sayesinde, Allah Rasûlü’nün hayatı âdetâ satır satır kıyâmete kadar gelecek ümmetinin istifâdesine arz edildi.

Çünkü sahâbe kendilerini cehâlet bataklıklarından cennet bahçelerine, zulüm ve küfür karanlıklarından adâlet ve îman nûruna çıkaran Varlık Nûru j Efendimiz’den aldıkları in’ikâsların kıymetinin şuurunda idiler ve bu nimetin şükrünün; tebliğ, emr bi’l-mârûf nehy ani’l-münker ve hizmet olduğunu biliyorlardı.

HÂSILI O TOPLUM

Bütün nefsânî gel-geç arzuları bertarâf etmiş, dünyanın oyuncaklarına aldanmamış bir muhabbet toplumu oldu. O’na yani Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’ne benzemenin vecdini taşıyan bir toplum oldu.

Çünkü;

Allah Rasûlü j onlar için her şeydi. Hayatlarının mânâsı, gayretlerinin gayesi O idi. Bu sebeple O’nun «Yüce Dost»a irtihâli onları derinden etkiledi.

Abdullah bin Zeyd رَضِىَ اللهُ عَنْهُ O’nun irtihâli üzerine gözlerinin fonksiyonunu kaybettiği hissiyâtı ile;

“Yâ Rabbî, bu gözleri al!” diye duâ etti. Bu samimî niyâzı derhâl kabûl edildi ve o anda âmâ oldu.

Hazret-i Osman رَضِىَ اللهُ عَنْهُ O’nun vefâtı ile hutbede konuşamadı, lâl kesildi.

Bilâl-i Habeşî رَضِىَ اللهُ عَنْهُ mihrapta Efendisini görememenin hicrânıyla ezan okuyamaz hâle geldi. Her yanı kuşatan hâtıralara dayanamayarak Şam’a gitti. Yıllar sonra Allah Rasûlü’nün torunlarının gönlünü kıramayıp başladığı ezanda da yine hıçkırıklara boğulacaktı.

Asr-ı saâdet bahtiyarları olan sahâbe-i kiram nice müjdeler, muhabbet tecellîleri ile dolu bir ömür yaşadılar. Bizler ise, Efendimiz’den 14 asır sonra dünyaya geldik. Saâdet devrinden 1400 sene ötede. Lâkin Efendimiz’in o gün verdiği müjdeler, sadece o devre ait değil elbette. Eğer sahâbe-i kirâmın aşkıyla O’nu tanıyabilirsek, sünnet-i seniyyesini vecd ve heyecan içinde îfâ edebilirsek, o müjdelere bizler de nâil oluruz.

Muâz bin Cebel رَضِىَ اللهُ عَنْهُ anlatır:

“Rasûlullah j beni Yemen’e vali olarak gönderirken, uğurlamak için Medine’nin dışına kadar teşrif etti. Ben binek üzerindeydim, O ise yürüyordu. Bana bazı tavsiyelerde bulunduktan sonra:

“–Ey Muâz! Belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki şu mescidimle kabrime uğrarsın!” buyurdu.

Bu sözleri duyunca, dosttan yani Allah Rasûlü’nden ayrılmanın verdiği hüzünle ağlamaya başladım. Efendimiz;

“–Ağlama ey Muâz!” buyurdu ve sonra yüzünü Medine’ye doğru çevirerek;

“–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allâh’a karşı takvâ sâhibi olan muttakîlerdir.” buyurdu. (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)

Cenâb-ı Hak, bizleri o muttakîlerden eylesin!

Cenâb-ı Hak, bizleri Hazret-i Peygamber j Efendimiz’in yetiştirdiği güzîde ashâbının yolunda memûr eylesin. Onlar gibi Efendimiz’in emir ve nehiyleri etrafında pervâne olmayı nasîb eylesin. Bu nasiple âhirzamanda O’na kardeş olabilme mertebesine nâil eylesin.

Âmîn!..