YA ÖYLE OLSAYDI?

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Yine basmıştı hafakanlar… Kalbini saran kasvetler gibi gökyüzünü de kara bulutlar kaplamış olmalıydı ki odayı zar zor aydınlatan güneş ışığı iyice zayıflamıştı. Zaten tavana yakın, daracık bir menfezden ibaretti evin ön cepheye bakan yegâne penceresi… Bu bodrum katını sık sık ziyaret eden karanlığına kesif rutubet kokusu da eşlik edivermişti işte… Bu koku her zaman vardı ya alışamıyordu yıllardır. Alışmak kabullenmek demekti, o bu hayatı kabullenemiyordu.

Dışarıda gök, bir türlü yağmura başlayamamanın sıkıntısındaydı. İçerideki ağlayamamanın derdinde. Boğazına bir yumruk gibi oturmuştu yine onlar…

Onlar?

Hâtıralar mı? Hayır!

Vicdan azabı mı? Hayır!

Gizli bir dert, bir sevda? Hayır!

«Keşke»lerdi onun boğazına düğümlenenler. Kalbini geçmişe dargın hattâ kızgın hâle getiren değerlendirmeler…

Babası niye vermişti ki onu çulsuzun tekine? Annesini genç denebilecek bir yaşta öldüğü için suçlayamıyordu ya, babasını fazla vakit geçirmeden evlendiği için suçluyordu işte. Cici anneye yedirirken malını, kızını da gözetseydi ya! Evlendirip başından savmak yerine okutsaydı ya onu… İkinci katta oturan dişçi hanım gibi ekmeğini kazansa, bu sefaletin kol gezdiği fare yuvasına tıkılıp kalmasaydı ya!

Ya şu çulsuz? Adam gibi bir işte, adam gibi bir maaşa çalışmasını beceremezdi ki! Ne vardı azıcık uyanık olsaydı. Olamıyorsa geberip gitseydi ya! Onun melek gibi annesini alan kader, böyle sünepelere ne diye sabrederdi ki!

Alevlenmişti bir kere… Vesveseler, keşkeler, şöyle olsaydılar… Böyle gitseydiler… Zamanda yolculuk filmlerinde olduğu gibi, geçmişte bir hâdiseye göre bütün hayatının alt-üst olduğu fikrine saplanıyordu. Hayalen geçmişe gidiyor ve o noktaya lânetler, beddualar yağdırmaktan başka bir şey yapamıyordu.

Aslında kadere inanıyordu. Hattâ dindar da sayılırdı. Komşularından bir grupla haftalık sohbetlere de katılıyordu. Ama bu sorgulamalar bırakmıyordu yakasını. Sadece kalbini yormakla kalmıyordu bu keşkeler girdabı. Babasına, kocasına, çocuklarına, komşularına herkese davranışlarına da yansıyordu. Nefret içini kaplayınca dışarı mis kokuları değil is kokuları yayılacaktı elbette.

Gök de içini boşaltamamıştı henüz, kendisi de. Fakat bu kasvet nöbetine ara vermişti güneş. Apartmanlar arasındaki daracık bir sokakta, bu basık pencereden de gösterdi pırıltılarını. Bu ışığın tesiri miydi bilinmez, kalkıp şöyle bir dolaşmak istedi. Kapının yanındaki sehpada gözüne dünkü sohbette komşusunun hediye ettiği kitap ilişti. İzzetinefsi öyle her hediyeyi kabule yanaşmazdı ama bu zarif hanımın incitmeyen verişinden incinmezdi.

Kitap okuyacak havasında değildi ya şöyle bir incelemek istiyordu. O an rahmetli annesinin bir âdeti gözünün önüne gelivermişti;

Tefeül müydü adı?

Kitaplıktan Mesnevî gibi, İhyâ gibi bir kitabı alır, eûzu besmeleler çekerek, iradesini saf dışı etmek istercesine gözlerini kapatıp rastgele bir yer açar, sağ veya kalbin tarafındaki sayfaya şahâdet parmağını bastırıp okurdu.

Aman Allah, nasıl da bir mesaj çıkıverirdi karşısına! Çoğu kez dudak bükerdi annesinin bu her şeyden bir hikmet sırrı çıkarma hâllerine ama şimdi bu kitaptan bir sayfa açıp okumak arzusuyla doluydu.

Bir cevap almalıydı göklerden…

Ters giden talihinin artık düze döneceğine bir işaret…

Yarınların daha mutlu, daha müreffeh geçeceğine bir îmâ…

İlâç gibi gelecekti.

Eûzu besmelesini çekti, kıble tarafına dönüp, gözleri yumulu, açtı bir sayfayı… Heyecanlanan kalbinin tarafından ortalara yakın bir yere koymuştu parmağını… Gözünü açıp başladı okumaya:

“Bize lutfedilen yüce nimetlerden biri de insan olarak dünyaya gelmemizdir. Gördüğümüz her mahlûkat karşısında; «Biz de bunlardan olabilirdik.» diyerek insanlık haysiyetini korumalıyız. Üstelik Müslüman olarak dünyaya geldik ve Müslüman bir toplumda yaşıyoruz. Bunun için de şükretmemiz zarurîdir. Zira bütün bu nimetlere bir bedel mukabilinde nâil olmadık. Bu itibarla şükür borcumuzu tâkatimizin son noktasına kadar ödeme gayreti içinde bulunmalıyız…”

Yine geçmişte dolaşan ihtimallerdi bunlar…

Fakat başka türlü ihtimallerdi bunlar… Öyle yakın zamanlara değil, tâ yaratılışın başına giden.

Öyle ya, ya hiç yaratılmasaydım? Ya bir fare olarak gelseydim dünyaya…

Çoğu kez kendini bu bodrum katında bir fareye benzetirdi.

Ama…

Ya gerçekten bir fare olsaydım, diye dehşete kapıldı. İnsanlık piyangodan çıkmamıştı ya. Bir lütuftu o. İnsan olsa da îmandan nasipsiz bir yörede doğabilirdi. O kızdığı babası kendisini îmansız veya Allâh’ın rızâsından uzak bir dinle yetiştirmiş olabilirdi.

Dahası, Müslüman memleketinde, dindar bir aileden gelmiş olsa da; kocası evine haram lokma taşıyan, ahlâksız, sarhoş, namussuz bir adam olabilirdi!

«Aman Allâh’ım ne kadar nankörmüşüm!» diye haykırdı! Bir define haritası ararcasına açtığı bu kitapta unuttuğu hazinelerin adresini bulmuştu.

Saatlerce bırakamadı kitabı elinden. Muâmelât ikazları karşısında babası hakkında düşünceleri ve kocasına davranışları adına utandı. «Fakirlik iftiharımdır.» diyen, hükümdar nebî olmak yerine kul rasûl olmayı tercih eden Allah Rasûlü’nün ümmeti olduğuna tekrar şükretti.

Kitabı göğsüne bastırmış, gözyaşları başörtüsünü ıslatmış iken dışarıdan da huzur veren bir yağmur sesi işitti. Tozu, dumanı alıp götürecekti yağmur suları… Apartmanın arka bahçesine bakan penceresinden içeri mis gibi toprak kokusu yayıldı. Ardından yakındaki camiden ezan yükseldi.

Şimdi, şeytanın keşke li kapılarını kapatmak ve kendisine lütufkâr Rabbinin kapısına varıp, şükrünü ve derdini arz etme zamanıydı.

Hamd yalnız O’na…

Kulluk yalnızca O’na…

Yardım dilemek yalnızca O’ndan…