MEKTEB-İ EDEP

Ayla AĞABEGÜM

Gazetelerde her gün sayısı artan, cinayet, gasp, terör haberlerini okurken, seçim konuşmalarını yapmak için kendinden geçerek bağıran ve birbirini suçlayan siyasîleri dinlerken rûhumuz kararıyor, içimizi bir ümitsizlik kaplıyor, içimizdeki haykırışı keşke duysalar;

“Yeter artık olumsuzluklara çare bulun, yapacaklarınızı anlatın!” diyebilsek, çığlıklarımızı hissetseler.

Duygularımızı Mevlânâ Hazretlerinin bir beyti özetliyor. Duymasını, hissetmesini bilen gönüllere ihtiyaç var:

“Benim sırrım, feryâdımdan uzak değildir, lâkin her gözde onu görecek nur, her kulakta onu işitecek kudret yoktur.”

İşte bu sırrın hakikati feryat olduğuna göre ney bu feryâdı yaymaya bir vasıtadır.

Konumuz «Edebiyat ve İnsan» olduğuna göre, içimizdeki feryâdı, bulunmasını istediğimiz çareleri edebî bir üslûpla yazılı veya sözlü olarak dile getirebiliriz.

Liseye başladığımız yılları hatırlayalım, edebiyat öğretmenlerimiz;

«Edebiyat, Arapça edep kökünden gelir.» diye söze başlarlar ve bir ders boyunca edebiyat derslerinin önemini anlatırlardı. Hattâ benim öğretmenim her dersin sonunda hangi kaynaklara ek bilgi için bakmamız gerektiğini söylerdi.

Ahmet KABAKLI Hoca beş ciltlik Türk Edebiyatı’nda şöyle der: Edebiyat, ilm-i edebin bütün anlamlarını kaplayan çoğul bir kelimedir. Tanzimat’tan sonra Türkçede tekil olarak bugünkü anlamları kullanılmıştır. Arapçada türlü anlamlar taşır. İyi ahlâk, terbiye, nezaket, utanma, usûl, kural… Bu anlamlar bize de geçmiştir. Bir Arap atasözü;

“Edep, dinin üçte ikisidir.” der. Şinâsî ünlü bir tartışmasında;

“Edebiyat; fennî bir mârifettir. İnsanlara, terbiye ve ahlâk öğrettiği için ona edep, mensup olanlara da edip denmiştir.” açıklamalarını yapar.

Bu tariflerin ışığında okuduğumuz eserlerin edebî olup olmadığına karar vermemiz kolay olacaktır. Bir eserin edebî eser olabilmesi için üslûbun güzel, edepli ve çağlar ötesine seslenecek kalitede olması gerekir. Edebiyatın insanın yetişmesinde önemli bir yeri vardır. Bazen bir şiir, bir hikâye, bir roman veya bir hâtıra şeklinde yazılı edebiyatın bütün ürünleriyle bize seslenir. Bazen bir tiyatro, bazen bir film olur. Biz her eserde edebî üslûbu aramak zorundayız. Yazacaklarımız, konuşacaklarımız edebî üslûbun süzgecinden geçmemişse, edebiyatın içinde yer alamaz ve almamalıdır. Küfürler, müstehcen sözler, hayatta yaşanan kötülüklerin sansürsüz anlatılması kolay yoldur. Kalıcı değildir. Bunlar edebî eser olamaz. Bu konunun tartışılması devam ediyor. Sanat, emek ister. Eline kalemi alıp; «Ben yazdım oldu.» diyenlere bir cevabımız olmalıdır.

Tiyatro deyince aklımıza Vasfi Rıza ZOBU gelir. Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmenliği’nden ayrıldığı yılları anlatırken;

“Bir gün yeni Sanat Yönetmeni Gencay GÜRÜN ile bir oyunu seyrediyorum. Her şey değişmiş; küfürler, ayıp lâflar sahnede… Hayretler içinde kalmıştım. Tiyatro bir mekteb-i edepti, şimdi mekteb-i edepsizlik olmuş.” derken, bir evlât acısını içinde hissediyor gibiydi.

Vasfi Rıza ZOBU ile yaptığım röportajı unutamıyorum. Onun üzüntüsü o yıllarda bana çok tesir ettiği için serî hâlinde «Şehir Tiyatrolarında Neler Oluyor?» yazılarını yazmıştım. Mesele sanatta mekteb-i edep olmayı devam ettirmek. Gençlerimiz bütün yeni yayınları bu gözle okumalıdır. Fakültelerin edebiyat bölümü hocaları ve öğrencileri yeni yayınlanan eserlerle ilgili tespitlerini korkmadan yazmalı ve söylemelidirler. O zaman Nobel alan Orhan PAMUK’un romanları, gündemde olan Elif ŞAFAK’ın «Baba ve …» romanı, Kültür Bakanlığı ödülü alan Çetin ALTAN’ın roman ve yazıları ve diğerleri edebiyat tarihinde yerini alır. Eserler incelenmedikçe, üzerinde konuşulmadıkça gençlerimize edebî esermiş gibi tanıtılır. Görevini yapmayan, edebî tenkidi vazife saymayan herkesin tarihin ve Allâh’ın huzurunda vereceği hesap vardır.

«Edebiyat ve İnsan» konusunu düşünürken, hepimiz çocukluk yıllarımıza dönelim ve hâtıralarımızla, okuduklarımızla, dinlediklerimizle baş başa kalalım… Çocukluk yıllarım Elazığ’da geçti. Anadolu’nun güzelliklerini doya doya yaşadığıma her zaman şükrederim. Nedense İstanbul’a göre Anadolu; basit, kaba, köylü sayılır… Gezip görmeden, yaşamadan hüküm vermek bir vebaldir. Ne yazık ki aydınımız ve siyasîlerimiz bu ilgisizliğin içinde kalmıştır, hâlâ da bu ilgisizlik devam etmektedir.

Anadolu halkının ince rûhunu anlamadan onların feryatlarını, hıçkırıklarını içimizde hissetmemiz mümkün mü? Ama Anadolu halkı, göstermelik olmayan sevgiye hasret, ilgiye hasret, onları anlamamıza hasret, samimiyetimize hasret… İlgimiz ve sevgimizi sadece maddeyle vermeye çalışırsak onların rûhunun güzelliklerini bozarız. Maddî olan her yardım, hattâ iş bulmak bile yeterli değildir. Okullarımız, Diyanet İşleri Başkanlığımız ve belediyelerimiz; halkımızın kültüründen kopmaması için edebiyatımızın bütün kaynaklarını oraya götürmelidir. Çocuklar için, büyükler için, gençler için… Gönderilen bu eserler okutulup sonra küçük sohbet gruplarıyla tartışılmalıdır. Zaten dizilerle, televizyonlarda Anadolu’nun maksatlı veya maksatsız yozlaşan kültürün içine çekilmesi hızla gerçekleşmektedir.

Çocukluk günlerimin Anadolu’da geçen güzelliklerini anlatacaktım. Öğretmenlik heyecanıyla konudan uzaklaşıp çözümlere yöneldim.

Çocukluk günlerimin geçtiği yıllarda halk arasında sözlü kültür hâkimdi. Halk okuma-yazma bilmese de masallarla, hikâyelerle, türkülerle, bilmecelerle, ninnilerle, mânilerle… eğitilirdi. Sözlü edebiyatın şiiriyeti halkın rûhuna etki ederdi. Kültürün tamamlayıcısı ikinci unsur radyoydu ve yayınlar ehliyetli ellerdeydi. Radyo, halkın okuluydu.

Okumuş kesim için kitaplar, dergiler, kütüphaneler, okumak için ödünç kitap veren yaşlı amcalar vardı. Çocukluk harçlıklarımız, birkaç gecede okumak için aldığımız kitaplara giderdi.

Gazetelerin, radyoların, televizyonların denetimsiz olarak çoğalması halkımızın yalnız kültürünü değil, rûhunu da değiştirdi. «Mekteb-i edep» eğitiminden geçmeyen sunucular, yazarlar, programcılar, gazeteciler, senaristler çok okunmak ve seyredilmek uğruna her şeyi mubah saydılar. Farkına varmadan ahlâkî değerlerimiz de değişiyor. Dizilerin kahramanları, evlerimizin insanları gibi. Kültür savunuculuğu yapanların evlerinde bile Yaprak Dökümü, Binbir Gece gibi diziler seyrediliyor. Doğrular, yanlışlar yan yana veriliyor. Haklı, iyi gösterilen karakterlere, kötü, yanlış mesajlar verdiriliyor.

«Hayat, doğrularla yanlışların mücadelesi değil mi?» diyenlere cevabımız şu olacak:

“Eğer doğru kahramanların hayatından alınan bölümlerde yanlışlar da verilirse dizinin büyüsüne kapılan insanımız yanlışı fark etmekte zorlanır.”

Edebiyat ve insan konusuna dönelim ve tekrar düşünelim. Edebî eserler eğitimimizi tamamlayan unsurlardır. Gazeteleri tekrar açalım ve haberleri değerlendirelim. «Karıncayı bile ezmekten korkan halkımız, bu duruma nasıl geldi?» sorusunun vakit geçirmeden cevabını bulalım. Yûnus’un mısralarıyla duygulanan, gözyaşı döken, cahil dediğimiz insanımız, bugün okuma-yazma öğrendiği hâlde nasıl değişiyor; kendi kızını, babasını, komşusunu, bir yaşlıyı veya çocuğu öldürebiliyor, ona kötülük yapabiliyor?

Çığlıklarımızı duyan kulaklara, hisseden gönüllere ihtiyacımız var. Edebiyatla yola çıkalım, halkın sevdiği Yûnus’la, Mevlânâ’yla seslenme seminerleri düzenleyelim.

Birkaç vakıf, dernek veya belediye; derslere devam edenlere ve sonunda sertifika alanlara beyaz eşya, bilgisayar dağıtmaya başlasa ben gönüllü öğretmen olmaya hazırım… Sonuca varmak için denemeye değmez mi?