Bir Edebî Hazine Olan Kur’ân ve Hadis İkliminde EDEBİYAT VE İNSAN

M. Ali EŞMELİ seyri@yuzaki.com

Ezel âleminde;

“Allah insanı yarattı ve ona beyânı öğretti.” (Rahmân, 3-4)

Sözü talim etti. Söz aldı. Sözle kıymetli yaptı. İnsanlık derecesini verdi. Yani söz ile insan etti. Sonra da, sözün verdiği idrakteki üstünlüğü dolayısıyla ona meleklerin secde etmesini ferman buyurdu. Ondan beri;

İnsan ile söz, bir bütün oldu. Öyle bir bütün ki insan ne zaman ârıza yapsa, söz ile tashih edildi. Onun güzelleşmesi de çirkinleşmesi de söz etrafında şekillendi. Âşık Paşa’nın dediği gibi:

Söz ile oldı mükerrem âdemî
Söz ile tutdı bu cümle âlemi

“İnsan, söz sayesinde kıymet kazandı. Söz sayesinde bütün varlıkların baş tâcı oldu.”

Bu bakımdan insanın en büyük ihtiyaçlarında biri söz. Güzel söz. Her sahada. İnsan, daima sohbete muhtaç. Çünkü her şey, sözle yürümekte. Ticaret, eğitim, savaşlar, barışlar, kaynaşmalar, uzaklaşmalar, öfkeler ve muhabbetler, ilh. her şey sözlerin doluluk veya boşluğu, güzellik veya çirkinliği, doğruluk veya yanlışlığına göre bir netice oluşturmaktadır.

Sevgisinden emin olunan bir kimsenin bile bunu dile getirmesini insanlar niçin ister? Ya da muhabbetini ifade etmeyen mat duruşlu kimseye niçin kızılır? Çünkü gönül, söz ile tatmin olur, söz penceresinden özü seyreder. Onun için îmanda kalp ile tasdik edileni dil ile ikrar da şarttır.

Söz bu kadar mühim.

Zira o;

İnsana, en güzel olanı en güzel bir şekilde ifade için verilmiştir. Zaten Allâh’a yükselen sözler de ancak güzel olan sözlerdir. Sözleri güzel yapan da güzel ameller, davranışlar, kısacası îman ve İslâm muhtevasında güzel bir yaşayıştır. İnsanın gerçek kemâli/olgunluğu bulması buna bağlıdır. Âyetin ifadesiyle:

“GÜZEL SÖZLER O’NA YÜKSELİR, O SÖZLERİ DE GÜZEL AMELLER YÜKSELTİR. (Hâl böyleyken) kötülükleri tuzak yapanlar var ya, onlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzakları da hep târumâr olur.” (Fâtır, 10)

O’na yükselen güzel sözün vasfı çok geniş:

“Görmedin mi, (bak) Allah (güzel söz hakkında) nasıl bir örnek veriyor! (Diyor ki): Güzel söz, kökü (yerde) sâbit, dalları gökte olan bir ağaç gibidir. Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Bu misalleri Allah, insanlara, akıl edip de uygulasınlar diye vermekte.” (İbrâhîm, 24)

Yerden göğe doğru bir verimlilik. Kökü, âhiretin tarlası olan dünya toprağında, dalları ise sonsuzluğun ve mîrâcın eşiği olan gökyüzünde. Her dâim Allâh’ın izni ile meyve hâlinde. İşte bu, insanın nasıl bir hayat yaşayacağının da ince bir izahı. Çünkü insan; bedeni itibarıyla toprağa, rûhu itibarıyla göklere ait. Bir yanı yeryüzü, bir yanı gökyüzü. İkisinin kaynaşması onu oluşturmakta. Ancak yeryüzündeki bütün faaliyet, gökyüzüne makbul meyveler götürmek olursa, insan yüceliyor.

Fakat tersi olursa…

O zaman da insan, aşağıların aşağısına düşmekte. Kendisi de çirkin olmakta sözleri de. Allah hatırlatıyor:

“Çirkin/kötü bir söz de, yerden koparılmış, ayakta durma imkânı olmayan kötü bir ağacın durumu gibidir.” (İbrâhîm, 26)

Yani kötü sözün gökyüzü ile bir alâkası olmadığı gibi yeryüzü ile de alâkası yok. Gökyüzü meyvelerini besleyecek topraktan mahrum. Köksüz. Neticede kupkuru. Meyvesiz. Ayakta durması da mümkün değil. Sadece cehennem kütüğü olmaya namzet.

O hâlde çare, güzel söz.

Vasfı «sözlerin en güzeli ve tesirlisi» olan söz. O da ilâhî kelâm. Âyette buyurulur:

“Allah, âyetleri birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan Kitâb’ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların, bu Kitâb’ın etkisinden tüyleri ürperir…” (Zümer, 23)

Bilir ki o kitap, tarifler üstü. Her zirve edebiyatın ve şiirin üstünde. Sonsuz mânâ hazinesi, eşsiz bir mûcize.

Kıyâmete kadar devam edecek ilâhî bir edebiyat hârikası. Tebliğin mahşere kadar böyle bir edebiyat hârikası vasıtasıyla yapılması da ayrı bir hikmet.

Yüce bir hikmet.

Çünkü gelmiş geçmiş kitaplar arasında «en edebî eser» olan Kur’ân-ı Kerîm, lisan itibarıyla da;

Bir yandan insanı zirvelere götürmekte, bir yandan da ona aczini hatırlatmakta.

Çünkü o, yedi derya mürekkep olsa yine de anlatıla anlatıla bitirilemeyecek bir ilâhî sehl-i mümtenî, yani ifadeler rahat olduğu kadar imkânsız ve çetin. Onun bereketiyle yoğrulan her gönlün, başta;

Canlı bir Kur’ân numûnesi olan Hazret-i Peygamber’in hadisleri de sehl-i mümteni. O’nun mübarek ahlâkının aynaları olan sahâbeden evliyâullâha kadar büyük şahsiyetlerin ifadeleri de sehl-i mümtenî. Aynı söz ummanında pişen Yûnus’un şiirleri de, Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’si de, Süleyman Çelebi’nin kaleme aldığı Mevlid-i Şerîf’i de, suyun Hazret-i Peygamber aşkıyla akışını anlatan Fuzûlî’nin Su Kasîdesi de, Gālib Dede’nin ve Yaman Dede’nin na’tleri de ve daha nice bağrı yanıkların muhabbet terennümleri de aynı bereketle sehl-i mümtenî.

Bugün edebiyat ve insan gerçeğinde de o sehl-i mümtenîlere ihtiyaç var. İnsan, şunu okumuş, bunu okumuş, hiç önemli değil. Eğer Kur’ân’ı okumamışsa, okumuyorsa hepsi boş. Ömür de söz de.

Boş olsun, ne çıkar, diyemeyiz.

Eğer;

Gönüllerde çakan mânâ şimşekleri, hikmet bulutlarını söz yağmurları hâlinde sayfalara dökmezse, idrakin baharı yeşerir mi?

İmtihan çöllerinde susamış dimağlara hakikat pınarları testi testi sunulmazsa, yürekler çatlamaz mı? İlâhî sırlar, coşkun akarsular gibi dile gelmezse, kurumuş topraklar nasıl gıdalanacak? Şeytanın bardak bardak lâkırdı zehirleri sunduğu bir ortamda ebedî gerçeğin kevser bâdeleri sunulmazsa, gaflet hastaları nasıl şifa bulacak?

Doğru bilginin ifade nûru parıldamazsa, cehalet karanlığı içindeki gözler nasıl görmeye başlayacak? Söz güneşi olmazsa, özlerde nasıl gündüz olacak? Geceleri söz hilâli doğmasa, mîrâca açılan pencereleri nasıl göreceğiz?

Şayet;

Tesirli söz yağmurları yağmasa, dikenlikler gülistana dönüşür mü? Tatlı sözler olmasa, bülbül güllerle nasıl sohbet edebilir? Sohbet edemese, bağrındaki aşk-ı hakikî yüreğini kül etmez mi?

Evet;

Söz yağmurları yağacak ki;

Gönüllerdeki çınar ağaçları el açıp dualar etsin. Muhabbet selvileri bâd-ı sabâ ile dertleşsin. Çoraklar da çöller de çiçeklensin. Her gönül rengârenk bir cennet cümbüşü hâlinde coşsun. Lâlelerin yanakları kızarsın. Goncalar keselerini açıp çil çil altınlar saçsın. Toprağın bağrında gizli güzellikler, hazineler, defineler gün yüzüne çıksın göklere lâyık hâle gelsin…

İşte bütün bunlar güzel bir sözün sihri.

Onda daha bilmediğimiz nice kudretler var. Bildiklerimizi bile saymak zor. Meselâ nazar değmesi gibi herhangi bir tıbbî sahaya girmeyen ve sadece okumanın şifalı geldiği hastalıklar, çok mânidar ve düşündürücü. Doğru olanı ihlâsla okumak sûretiyle insan şifaya kavuşuyor. Okunanlar birtakım dua cümleleri. O sözlerde nasıl bir sır var ki hastayı iyileştiriyor. Lisanın bu kudreti nasıl bir şey?!.

İşte edebî olana pencere.

Söz öyle olmalı ki, fikir hastasını da inanç hastasını da edep hastasını da iyileştirecek bir kıvam sergilemeli. Onların da söze ihtiyacı var. Tembelin, onu hamleye geçirecek bir söze ihtiyacı var. Fikri bozuk kimsenin onu doğrultacak, düzeltecek kudretli bir söze ihtiyacı var. Zengine cömertlik damarlarını coşturacak sözler gerek. Fakire sabır ve şükür hâlini besleyecek sözler lâzım. Zalimleri de uslandırıp adam edecek sözler lâzım. Ölüm makinelerini da diriliş harmanı hâline dönüştürecek sözler gerek. İnsana nereye gittiğini gösterecek lekesiz bir ayna hüviyetinde sözler lâzım. Cenneti de cehennemi de seyrettirerek rotaları düzeltecek sözler lâzım. Deliyi akıllandıracak, akıllıyı basîret ehli yapacak, basîret ehlini de gayret ve hizmet hâlinde yaşatacak sözler lâzım. Sonsuzluk yolcularına gideceği adresi doğru ve tam verecek sözler lâzım. Kulaktan kalbe işleyecek, kalpten de yüce dergâha ulaşacak sözler lâzım. Talebenin de hocanın da, ilmini ve irfanını artıracak sözler lâzım. Kargaşayı ve karmaşayı sükûnete tahvil edecek sözler lâzım. Çıldırmışları sakinleştirecek sözler lâzım. Sıkıntıdan çatlayanlara huzur iklimi olacak sözler lâzım. Hamları olgunlaştıracak, yarımları tamamlayacak sözler lâzım. Çatlağı ve patlağı olmayan sözler lâzım. Adamı adamlık, kadını da kadınlık ekseninde eğiterek yeniden âbide şahsiyetler yetiştirecek sözler lâzım. Hâsılı insanı insan edecek sözler lâzım.

Düşünürken, söylerken, yaşarken, ölürken, dirilirken, ağlarken, gülerken, yalvarırken lâzım. Sevgide, nefrette lâzım. Sükût ederken bile lâzım. Çünkü o hâl içerisinde Hakk’a teslimiyeti arz etmek için en güzel sözler, özellikle lâzım.

Hakikate ulaştıracak. İlâhî sırlara kapı açacak. Gönüllere şifa sunacak. Hüzünleri sürûra dönüştürecek. Sadırları temizleyecek. Huy güzelliğine vesile olacak. Sözlerin en güzeli olan Kur’ân-ı Kerîm’in eşiğine diz çöktürecek. Hüsn-i Mutlak olan yüce Allah ile ebedî sohbete dönüşecek. Hamlıkları pişirecek. Pişirdikçe de aşk bahçesinde yakacak. Yaktıkça da bir ney misali Hakk’a vuslat zikrini terennüm ettirecek. Sadece O’nun ve Peygamberi’nin yolcusu eyleyecek. Bıktırmayacak, usandırmayacak.

Bu kıvamda güzel söz ise Hazret-i Mevlânâ’nın tespitiyle:

“Nil suyu gibidir. Temiz kişilere su, kötü kişilere kandır.”

Kötü söz de, kötü kişilere su, temiz kişilere kandır.

Burada ayırım noktasına vâkıf olmalı. Çünkü çirkinle güzele aynı gözle bakamayız. Kötüyle iyiye, haramla helâle aynı diyemeyiz. Çürükle sağlamı aynı sandıkta tutamayız. Öyleyse;

İnsanların güzel ve çirkin, hayır ve şer olmak üzere iki zıt tarafta saf tuttuğu söz vadisinde tarafsız duruş; riyakârlıktır, iki yüzlülüktür, kimliksizliktir, olduğu gibi görünmemektir; öz güvensiz bir davranıştır. Kimileri bunu «evrensellik» adına yapmaya kalkışıyor. Kendini kötülere de beğendirmek için kötü bir yol seçiyor, çirkinliğin rengine de bürünüyor. O zaman güzelliği de uçup gidiyor tabiî.

Kötüye iyiliği takdim için iyi olanda sebat gerek oysa. Onunla iyiliği değil de aynı kötülüğü paylaştıktan sonra ona hitap etmiş olmanın ne faydası var? Altını çizelim:

Herkese hitap etmenin yolu herkes gibi olmak değil, kendimiz olmaktır.

Bunun örneği Hazret-i Mevlânâ!

Yazdığı Mesnevî’yi anlamak için îman şartı koyduğu hâlde nice îmansız kitlelere de gümbür gümbür hitap ediyor.

Fakat başkalarına hitap etmek adına dini-îmanı rafa kaldırarak, hattâ dinden kaçarak kalem oynatan kimselerin cümleleri hidayet nasibinden yana sinek avlıyor. Gerçek sanattan yana ise, çoğu, sığlığını saklamak endişesiyle berraklıktan nefret eden bulanık bir su. Sadece bulanık su. Bunun için ideali, inancı ve doğrudan taraf olmayı, sanata engel diye yutturmaya çalışanlar az değil. Oysa idealsiz, inançsız, doğrudan yana tarafsız, yüksek duygulardan uzak bir kimliksizin, yüksek ve kimlikli bir sanat ortaya koyması ne mümkün!

Hâlâ sanatı idealsizlikte aramak, inançtan ayrı sanmak, doğruluktan kopuk düşünmek, bulandırmak ve yüksek duygulara karşı hissizlik olarak anlamak ne kadar tuhaf, ne kadar muhal ve ne büyük gaflet!

Bu, iyi ve güzel olanı bozmaya sağdan yaklaşmaktır. Sanatı, iyilik sarayının duvarında kötülüğe açılan bir çatlak vazifesi görsün diye kullanmak, güzel olana karşı da bir cinayettir. Kendini inkârdır. Hiç unutmuyorum:

İstanbul Üniversitesinde çalıştığım günlerde Edebiyat Fakültesindeki eski kitapların tasnifinde vazife verilmişti. Her kitap için yazarı, eserin basıldığı yer vesaire hakkında standart bir bilgi fişi dolduruluyordu. Her fişte yazarla ilgili olarak doldurulması gereken bir madde de şuydu: «İngiliz Soyluluk Takısı».

Oysa eserler Osmanlı dönemine aitti, Osmanlıcaydı. Yazarlarının hepsi de bizim ecdadımızdı. Çoğu da büyük şahsiyetlerimizden müteşekkildi. Böyle olduğu hâlde onların sıfat ve unvanlarına dair hiçbir tanıtıcı bilgi maddesi yoktu. Müellif; şeyhülislâmmış, allâmeymiş, paşaymış, padişahmış, kumandanmış, seyyidmiş mühim değil. Hepsi sıradan kuru ismiyle kaydediliyordu. Ama, içlerinde ola ki bir İngiliz çıkar diye hazırlanmış her fişte «İngiliz Soyluluk Takısı» ibaresi vardı. Her fişte bu ibarenin hizasına ıstıraplı bir çizgi koyuyorduk. İngilizce kitaplardan oluşan bir kütüphane tasnifinde neyse, ama Osmanlıca eserlere bunu tatbik etmek, yüreğime dokundu. Dillendirdiysek de kaale alan olmadı. Şimdi düşünelim; bu garabetin neresi tarafsızlık, neresi evrensellik? Dedelerimle ilgili soruların arasında «İngiliz Soyluluk Takısı»nın ne işi var? Adam kendi memleketinde kendi eserlerinin tasnifinde «Türk Soyluluk Takısı» diye bir ibare kullanıyor mu?

Üzerimizde ne rüzgârlar esmiş! Hâlâ esiyor!

Her zaman esecek.

Esecek de tedbirini almayıp rüzgâr yiyen fikirsizlere ne diyelim? Yediği rüzgârlarla aklı tutuklaşmış beyinlere ne diyelim?

Yara büyük.

Derin.

Onu saracak çare meçhul mü? Değil.

İyiliğin ve doğruluğun kapısı ve anahtarı olan sözü bilmek kâfî. O söze sarılmak yeter. O söz ki, güzel amellerle yücelip Hakk’ın katına yükselen ve yükselten güzel söz. Kur’ân-ı Kerim.

Söz ve öz eğitiminin temeli.

Bu temelden mahrum her söz, aksaktır. Ne kadar cilâlı da olsa solar gider. O cilâya aldanan ve kananlar da aynı şekilde. Tıpkı Firavun gibi.

Hazret-i Mevlânâ anlatır:

“Firavun, Hazret-i Musa’nın güzel sözlerini işitince kaç defa yumuşadı ve onun tekliflerini kabule meyletti. Çünkü Musa’nın sözleri öyle eşi, benzeri olmayan sözlerdi ki; güzelliğinden, taş bile duysa ondan süt fışkırırdı.

Fakat…

Firavun, Hazret-i Musa’ya kin besleyen veziri Hâmân’a danışınca iş değişti. Hâman’dan tekrar tekrar duyduğu; «Şimdiye kadar hükümdar idin, şimdiden sonra yamalı hırka giyen bir adama kul mu olacaksın?» sözü, Firavun’un sırçadan yapılma kalbine mancınıkla atılan taş gibi çarptı.

Ve o çirkin sözler, Hazret-i Musa’nın güzel sözlerle yüz günde yaptığını bir anda yıkıp geçti. Sonunda Firavun, Hâmân’ın kötü lâkırdılarına aldandı ve çirkinlik numûnesi oldu.

Hazret-i Musa, asâsına dedi ki:

“Hakikat bahçesinin güllerinden bir demet yaptım, onlara götürdüm. Verdiğim güllerin her biri diken oldu. Onları Hakk’a çağırmak için döktüğüm tatlı diller, onlara söylediğim tatlı sözler, ne gariptir ki zehir oldu, iğne oldu…”

Sebep?

Hâmân’ın yaldızlı lâkırdıları.

Hâlâ devam eden bu lâkırdıların ürettiği tiplerin çoğu, züppe ve kılıksız. Baykuş sesli. Saçlar orman. Kadın mı erkek mi meçhul. Ne hayâ ne edep! Mukaddesâta duyarsız, hattâ düşman. Edebiyatı sokak. Şiiri lâk-lâk. Ve:

Nefs-i emmâre hizâsında henüz duyguları…

Günümüzdeki edebiyat fukaralığının sebebi de bu: Mâneviyat ve eğitim zayıflığı. Olmadan yazmaya kalkışmak. İşin püf taraflarını bilmeden «üf-üf» satırlar dizilmesi. Fakat gönüller boş olunca, ne söylense nâfile!

Çünkü;

Söz vadisinde işin özünden habersiz olanlar, her zaman silinip gitmişlerdir. Tevfik Fikret, o büyük şairlik kudretini basit ve çıkmaz sokaklarda tüketmiş ve milletin irfan hayatında hiçbir katkı sağlayamamıştır. Oysa bir âbide olabilirdi. Maalesef saldırdığı mukaddes değerlerin büyüklüğünü hesap edememe cüceliğinde boğulup gitti. Yazık oldu.

Bundan ders alarak;

Edebiyatımız başkalarını anlatmamalı. Bizi anlatmalı. Biz olanı anlatmalı. Henüz satırlara geçmemiş o kadar destanî kahramanlıklarımız, değerlerimiz ve tarihî hazinelerimiz var ki! Kırım’ı yazmalı. Balkanları karış karış yazmalı. Afrika’yı, Avrupa’yı, Asya’yı, bir zamanlar göl hâline getirdiğimiz okyanusları ve üzerindeki zaferlerimizi yazmalı. Yemen’i yazmalı. Medine’yi yazmalı. Fakat en usta şekilde silinmeyecek kalemlerle yazmalı. Dünyada köksüz nice devletler, kendilerine hayalî geçmişler üretmeye çalışırken biz var olanı değerlendirmekten âciz durumda olmamalıyız.

Her şeyden önce bu gerçeğimizi net olarak görmeliyiz. Çünkü;

Görmekle duymak bir değil. Gören, daima bir adım ileridedir. Asıl edebiyat da, işte bu ileri adımın sözlü hamlesidir. Yani en görünmez meseleleri bile akla ve idrake, gönle ve duygulara ayın on dördü gibi gösterebilmek gayretidir. O zaman bir mânâ ifade eder. Dolayısıyla lâf kalabalığı yapan değil, anlattığını iç gözlere seyrettirebilen sözler, asıldır. Çünkü dünyanın en zor işi olan kavramak, böyle kolaylaşır. Mevlânâlar, Yûnuslar bunu başardıkları için ölümsüzleşmişlerdir. Esasen Kur’ân-ı Kerim de bu çerçevede gözden geçirildiğinde her harfinin bin bir derinliği seyrettiren ilâhî bir ayna hüviyetinde olduğu görülecektir. Tadan bilir ifadesini sözle yaşatan bir kitaptır o. Okurken yaşatan, tattıran ve seyrettiren bir kitap. Zevk-i selîmi harekete geçiren ve oluşturan ifadelerin hazinesi.

O hazine ile yoğrulmuş edebiyatı, yeniden ve iyi okumalı. Muhteşem devirlerin ihtişamlı sözlerle yansımalarını görmeli. Fatihler yetiştiren mısralar, Süleymanlar yetiştiren beyitlerin farkına yeniden varmalı. Sokak lâkırdıları ile sokak çocukları büyüten sığ lâfazanlıkları artık geçmeli. Bilmeli ki, ruhtaki canlılığın güneşi, Kur’ân ise, sözler bir Süreyyâ yıldızı gibi olur ve hiç sönmez.

Bu çerçevede;

Yaşayan edebiyat mühim. Kuru kuruya kitap hamallığı yapmak, gerçek edebiyat değil. Onu bir mahsul ve yaşayan bir hamle içerisinde faydasını temin edecek, insanı besleyecek bir kıvamda kullanmaktır, yerinde olan. Yoksa sadece lâkırdı ve kuru hamallığa döner. İnsan o hamallıkta ne kadar mahir olsa da boş. Ama gerçeğinde bir tohumluk kadar faydası bile olsa kocaman bir çınar büyütebilir. İki ayırım noktası: Biri acı, biri tatlı. Biri mânâlı diğeri mânâsız. Biri edebiyatı parçalamaya diğeri toparlamaya sebep.

Söz vadisinde sadece edebiyat parçalayan, ehliyetsiz, hissiyatsız, bir türlü güzellikte dikiş tutmayan zararlı kalem erbabının sebep oldukları nice düzelmesi zor bozukluklar karşısında M. Âkif, şöyle demekten kendini alamaz:

Kudretim yetse eğer, on yedisinden yukarı,
Üdebâ nâmına kim varsa, huduttan dışarı
Atarım taktırarak boynuna bahnâmesini;
Okuyan yaftayı elbette çıkarmaz sesini.

Âkif, üç buçuk söz ile allâmelik taslayanlara da hayli öfkelidir:

Üç buçuk söz ile allâme mi oldun a gebeş!
Ne küçük der, ne büyük der, ne selef der, ne halef,
Sâde tahkîre yürürsün, bu mudur sence şeref!

Benzer garabetleri Faruk Nafiz de başka türlü dile getirir:

Yenilerden bir şiir okurum boş günümde,
Şâirin rüyasını anlar da anlatamam.

Okudukça dalarım bir cünûn âlemine,
Mantığın iflâsını anlar da anlatamam.

Kimi servet avcısı, kimi şöhret tavcısı;
Ferâgat dünyâsını anlar da anlatamam.

Şair bu, yine de anlatmadan edemez:

Gördük nice kaplan şu beyâbân-ı edepte
İnsan gibi bir zevk-i temâşâdan uzaktır!

O hâlde her söze bir edep çırası gerekli.

Çünkü edebin içinde her türlü güzellikler mevcut. Ahlâk, inanç, şuur, estetik, usûl, doğruluk, samimiyet, mükemmellik. Aşağılıktan koruyan ve yukarılara yücelten özel bir meleke. Şairin ifadesiyle;

Ehl-i diller arasında aradım kıldım talep,
Her hüner makbûl imiş, illâ edep, illâ edep!

Sözün bu edebini çok iyi bilenlerden Yûnus, onu ne güzel anlatır:

Keleci bilen kişinin
Yüzünü ağ ede bir söz
Sözü pişirip diyenin
İşini sağ ede bir söz

Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz

Kişi bile söz demini
Demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini
Sekiz uçmağ ede bir söz

Yûnus imdi söz yatından
Söyle sözü gayetinden
Key sakın o şeh katından
Seni ırağ ede bir söz

Gerçekten de bir söz, iblisi Hak katından uzak etti, bir söz de Hazret-i Âdem’e dünya cehennemini sekiz cennet hâline getirdi. Şöyle:

Cenâb-ı Hak, isyanı dolayısıyla iblis -aleyhillâne-’yi hesaba çektiğinde o hatasını Allâh’a yüklemeye kalkıştı. Suçluluk psikolojisi ile günahı kendi üzerinden atmak için daha da âsîleşti. Küstah ve edepsiz bir şekilde dedi ki:

“–Beni sen azdırdın. Bu işte benim bir kusurum yok!”

Fakat Hazret-i Âdem ise Hazret-i Havva ile beraber işlediği günaha karşı hemen pişman oldu. Suçlarını itiraf ettiler. Hatalarını kendi üzerilerine aldılar. Edeple boyun büktüler. Dediler ki:

“–Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmez isen muhakkak ziyan edenlerden oluruz.” (A‘râf, 23)

Rivayetlere göre Cenâb-ı Hak, Hazret-i Âdem’e sordu:

“–Ey Âdem, işlediğin günahı cennetten dünyaya göndermek için Ben takdir etmedim mi?”

“–Evet yâ Rabbî!”

“–O hâlde niye bu mazeretin arkasına sığınmadın?”

“–Sen’den hayâ ettim. Çünkü suçu ben işledim. Hangi yüzle Sana izâfe edebilirdim?”

“–Ey Âdem, işte seni bu sebeple affettim.”

Yani Hazret-i Âdem edebe sarıldı, kurtuldu. İblis, suçu yetmezmiş gibi bir de edepsizlik etti, helâk oldu. O, işlediği bir tek günah ile -o gün bugündür- lânetli. Aftan uzak. Ebediyen de affedilmeyecek. Fakat edep gözeten insan, o günden beri bir günah değil bin bir günah bile işlemiş olsa samimiyetle tevbeye ettiği an, af kapıları ardına kadar açılmakta. Pişman olup edeple ulu dergâha baş büken nice âsîler, o kapıda bağışlanmış ve sonsuz lütuflara nâil olmuştur.

Bu insanın melekî tarafıdır. Gönül hep o tarafa yakındır. Ama nefis, şeytan tarafına daha meyyaldir. Böyle olunca ömür boyu iç mücadele sürer gider. Dikkat edersek göreceğiz;

Normal hayatta nefsin meyyal olduğu taraf dolayısıyla pek çok meselede insan da kendi hatasını üzerinden atmaya ve başkasını suçlu ilân etmeye kalkışır. Meselâ sık kullanılan cümlelerden:

–Hava şartları beni aldattı.

–Duvar kafama çarptı.

–Soğuk hasta etti.

–Yediklerim midemi bozdu.

–Azgın dalgalar yuttu.

–Trafik canavarı can aldı.

Bu ifadelerde Türkçe bakımından bir anlatım bozukluğu yok. Dikkat çekmek istediğim nokta; bu tarz cümlelerin oluşmasındaki temel hissiyat, böyle vurgular oluşturan derin duygu. Yani başkasına yükleme ve yüklenme psikolojisi. Çünkü;

–Aldatan hava şartları değil, o şartlara karşı bilgisiz ve tedbirsiz olanın kendisidir.

–Çarpan duvar değil, kendisidir. Canı yandığından böyle söylemektedir.

–Soğuğa karşı tedbir almayanın kusuru kendindedir, soğukta değil.

–Yediğine dikkat etmeyenin hastalığına sebep bu dikkatsizliğidir.

–Dalgaların ortasına atlayanın başına ne gelirse kendi yüzündendir.

–Trafikteki aksaklıklar ve yaşanan kazaların çoğu sebepleri sürücü hatalarıdır. İnsanlar bu hataları üstünden atmak için hayalî bir canavar üretip sanki bu işleri o yapmış gibi ifade etmeye başladı. Böylece aslında aynı hayatî yanlışların devamına davetiye çıkardı.

Muaz -radıyallâhu anh- anlatır:

“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:

«–Yâ Rasûlâllah! Biz konuştuklarımızdan da sorgulanacak mıyız?» dedim.

O da:

«–İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir!» buyurdu.” (Tirmizî, Îmân, 8. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Fiten, 12)

Ah bu gerçeği anlamayıp hem kendini hem başkasını kandıran dil!

Allah, ne kadar doğru buyurmuş:

“Onlara baktığın zaman kalıpları hoşuna gider; konuşurlarsa sözlerini dinlersin; tıpkı, sıralanmış kof kütük gibidirler; her çığlığı kendi aleyhlerine sayarlar. Onlar düşmandır. Onlardan sakın. Allah onları kahretsin!..” (Münâfikûn, 4)

“(O) zalimler, sadece aldatıcı söz söylüyorlar.” (Fâtır, 40)

Vay o sözün hâline;

Yâre bakmaz, aşka âmâ bir gözün vay hâline!
Söyle bülbül; goncadan mahrûm özün vay hâline!
Her ne sâdır olsa dilden can duyar cânan duyar;
Feyz-i sevdâdan nasipsiz her sözün vay hâline! (Seyrî)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Âdemoğlunun; mârûfu/güzel ve doğru olanı emretmesi veya münkerden/çirkin ve kötü olandan sakındırması veya Allâh’ı zikretmesi hariç bütün sözleri lehine değil, aleyhinedir.” (Tirmizî, Zühd, 63)

Nitekim:

“İnsan sabahlayınca, bütün organları «dil»e başvurur ve (âdeta ona) şöyle derler: Bizim haklarımızı korumakta Allah’tan kork. Çünkü biz ancak senin söyleyeceklerinle ceza görüyoruz. Çünkü biz, sana bağlıyız. Eğer sen istikamette oluyorsan, biz de istikamette oluyoruz. Eğer sen sapıtıyorsan biz de senin gibi sapıtıyoruz.” (Tirmizî, Zühd, 61)

Sapmamanın yolu, ancak sadakat ve edeptir. Çünkü insan, daha ziyade, edebi terk edip dikkat etmediği için başına gelmedik iş kalmaz.

En büyük eğitimciler olan peygamberler bile, ham kimseler yüzünden ne sıkıntılar ve çileler çekmişlerdir. Onlar, kimi katır kimi keçi kimi merkep kimi yılan kimi akrep kimi tilki kimi çakal kimi maymun kimi domuz kimi fare kimi karga tabiatlı olan nefisleri terbiye edinceye kadar nice tekmeler yemiş, nice zehirler içmişlerdir. Mevlânâ der ki:

“Nerede azgınları yola getirmeye uğraşan, onları terbiye etmeye çalışan biri varsa, o, çok sıkıntılar çekecek, tekmeler yiyecektir; başka çare yok!”

Evet, başka çare yok!

Kimde dil varsa, gece-gündüz terlemek zorunda. Terleye terleye dilini arzu edilen güzelliklere alıştırmak, göklere çıkacak güzel sözlerle yoğrulmak ve o sözleri yüceltecek güzel davranışlar sergilemek mecburiyetinde.

Başka çare yok!

Edebiyat da edep de kitap da hitap da bunun için…

Ne mutlu söz dağarcığı yüz akı bir kıvamda olabilenlere…