ORDU SİYASETTEN UZAK OLMALI!

Handenur YÜKSEL

1864’te Manastır’da doğan Ahmed İzzet Paşa, Harp Okulunu ve Erkân-ı Harbiyeyi bitirdikten sonra, kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldı. Lübnan ve Hicaz’da önemli hizmetlerde bulundu, üç buçuk yıl Yemen’de kaldı. II. Meşrutiyetin ilânından sonra, Erkân-ı Harbiye-yi Umûmiye Reisliğine getirilen paşa, 1901’de tekrar Yemen’e gönderildi. Balkan Savaşı’nın sonlarında Harbiye Nâzırlığına getirilen İzzet Paşa, Birinci Cihan Harbi sırasında 2. Ordu Kumandanı olarak Rusların ilerlemesini durdurdu.

14 Ekim 1918’de sadrazamlığa tayin edilen Paşanın 25 günlük sadâreti sırasında Mondros Mütârekesi imzalandı.

Millî Mücadele’nin başından sonuna kadar Anadolu’nun yanında yer alan İzzet Paşa’ya cumhuriyet döneminde görev verilmedi. Bu dönemi ciddî geçim sıkıntıları içinde geçen paşa, 31 Mart 1937’de İstanbul’da vefat etti.

***

Harbiye Nâzırı Mahmud Şevket Paşanın 11 Haziran 1913’te öldürülmesinden sonra Harbiye Nâzırlığına getirilen Ahmed İzzet Paşa, göreve gelişi münasebetiyle, günümüze de ışık tutan şu tarihî tâmîmi yayınladı:

“Dost ve düşman hangi yabancıya tesadüf etsem, bana ordudaki fikrî durumu sormakta, onu araştırmaktadır. Bundan, ordunun siyasetle iştigal etmesindeki tehlikeyi ve vatan için doğacak kötülüğü kastediyorum. Vatanın selâmeti için tutulacak biricik yol, ordunun siyasetten kat’î sûrette ayrılmasıdır.

Biz, dış düşmanlarımızla olan büyük bir harbi -Birinci Dünya Savaşı- kaybettik. Bunun elbette birçok derin sebebi vardır; fakat en önemlisi hiç şüphe yok ki, kalplerde birlik ve beraberliğin mevcut olmayışıdır. Hâlbuki bir millet ve ordunun kuvvetli olması için, bütün kalpler aynı amaçta birleşmelidir.

Ecdadımız birlik ve beraberliği sayesinde, bir zamanlar zaferden zafere, fetihten fetihe koştu ve bunda daima başarılı oldu. Biz bugün ecdadımıza nisbeten daha kuvvetli ve tehlikeli unsurların baskısı altındayız; zamanımızdaki mücadele daha çetindir. Osmanlı Devleti’nin, bütün bu tehlikelere rağmen yaşayabilmesi, millet ve orduda o eskiden mevcut olan birlik ve beraberliğin, o mukaddes vicdan bağlılığının yeniden yaşatılması ve geliştirilmesine bağlıdır. Bu da ancak ordunun siyasetten uzaklaşması, bütün subayların birbirleriyle can ve vicdan kardeşi olması ile mümkündür.”*

* Mareşal A. İzzet Paşa, Doç. Dr. Metin AYIŞIĞI, TTK., Ankara 1997, s. 86-87.

AYAĞI ÇUKURDA!

Romancı ve yazar Hüseyin Rahmi GÜRPINAR 1864’te İstanbul’da doğdu. Hastalığı sebebiyle, 1878’de başladığı Mülkiye Mektebinin lise bölümünden ayrıldı. Bir müddet II. Ticaret Mahkemesinde ve Nâfia Nezâreti tercüme kaleminde çalıştı. 1887’de «Tercümân-ı Hakikat» gazetesinde yazdı. Cumhuriyetten sonra iki dönem Kütahya milletvekilliği yaptı. Romanları pek çok gazetede tefrika edilen, zaman zaman sanat ve edebiyat yazıları yazan Gürpınar, 8 Mart 1944’te İstanbul Heybeliada’da vefat etti. Şık, Şıpsevdi, Mürebbiye, Cadı, Gulyabani, Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç başlıca eserleridir.

Ünlü romancı Hüseyin Rahmi’nin kadîm dostlarından Avni İNSEL, hâtıralarında şöyle anlatıyor:

Şair-i Âzam Abdülhak Hâmid’in vefat ettiği günlerdi. Üstatla birlikte Büyük Millet Meclisi’nin bahçesinde oturuyorduk. Yanımıza, Edebiyat Fakültesi’nde okuduğunu sonradan öğrendiğimiz bir genç sokuldu. Hüseyin Rahmi Bey’in eline sarıldı ve heyecanla:

“–Beyefendi, Hâmid öldü; bundan sonra üstat sizsiniz!” dedi.

Hüseyin Rahmi gülümseyerek cevapladı:

“–Desenize, bundan sonra benim ayağım çukurda!”

CESEDİMİ ÇİĞNEMEDEN GİREMEZLER

İstiklâl Savaşı’nın büyük kahramanlarından Şahin Bey, 1877 yılında Gaziantep’te doğdu. Asıl adı Mehmed Said’dir. 1899’de Yemen’e er olarak giden Mehmed Said, Yemen cephesinde gösterdiği muvaffakiyet ve kahramanlık üzerine başçavuş oldu. Mehmed Said, 1911’de Trablusgarb Harbi’nde, Balkan savaşlarında Çatalca cephesinde ve Birinci Dünya Savaşı’nda Galiçya ile Sînâ cephesinde muharebelere katıldı.

Tehlikeli vazifelere gönüllü olarak koşan, vatanseverliği ve ahlâkı ile dikkatleri üzerinde toplayan Mehmed Said, 1918 yılında İngilizlerle Sînâ cephesinde cereyan eden şiddetli bir muharebe neticesinde esir düştü. Ateşkesten sonra serbest bırakıldı. Harpten sonra topladığı fedâîlerle Antep’in müdafaasında vazife alan Mehmed Said, Antep-Kilis yolunda, Fransız takviye kuvvetlerine büyük zâyiatlar verdirmiş, kanının son damlasına kadar çarpışmış ve 28 Mart 1920’de; Allah’ım vatanımı kurtar! niyazıyla şehid düşmüştür.

***

Yıllardır cephe cephe savaşmaktan dolayı evinden, ailesinden, çocuklarından ayrı kalan Şahin Bey, seneler sonra döndüğü evinde yalnızca bir gün kaldı ve hemen Antep’in müdafaasında aldığı vazifeyi yerine getirmeye koştu.

1920 yılı Ocak ayı başlarında köyleri dolaşarak cihadın ehemmiyetini ve faziletini anlatan Şahin Bey, kısa zamanda 200 fedâî topladı. Kilis-Antep yolu, Antep harbinin kilit noktası idi. Ne yapılıp edilmeli Fransızların bu yoldan Antep’teki işgal birliklerine yardım ulaştırmalarına engel olunmalıydı. Şahin Bey kendisine haber gönderen Anteplilere şu cevabı vermektedir:

“Müsterih olunuz. Düşman arabaları cesedimi çiğnemeden Antep’e giremez!”

5 Kasım 1919’da İngilizlerden işgal hareketini devralan Fransızlar, bir türlü başarı sağlayamamıştı. Şehir halkı, sınırlı imkânlarıyla işgale karşı koymaktaydı. Fransızlar bütün ümitlerini Kilis’ten gelecek takviye kuvvetlerine bağlamışlardı. Fakat, o yolu da Şahin Bey bir avuç serdengeçtisiyle tutmuştu. Şahin Bey ve fedâîleri 3 Şubat ve 18 Şubat 1920’de tam donanımlı Fransız birliklerini perişan ettiler. Şahin Bey, zaferin ardından düşman kumandanına gönderdiği mektupta şöyle diyecekti:

“Kirli ayaklarınızın bastığı şu toprakların her zerresinde şühedâ kanı karışıktır… Din için, namus için, hürriyet için ölüme atılmak; bize, Ağustos ayı sıcağında soğuk su içmekten daha tatlı gelir. Bir an evvel topraklarımızdan savuşup gidiniz. Yoksa kıyarız canınıza.”

ALLAH, ÂRİF’İ ALDI NAZİF’İ VERDİ

20. yüzyılın büyük hattatlarının birçoğunun hocası olan Sâmi Efendi, 13 Mart 1838’de İstanbul’da doğdu. Çeşitli yazılarda asrının en büyük üstâdı olan Sâmi Efendi, sülüs ve nesih yazıyı Boşnak Osman Efendi’den, sülüs celî’sini Recâi Efendi’den, tâlîk’ı önce Kıbrısîzâde İsmail Hakkı, daha sonra Ali Haydar Bey’den, dîvânî’yi Nâsih Efendi’den, rik’a’yı Mümtaz Efendi’den meşk etmiştir. Hat sanatında çok mühim talebeler yetiştiren Sâmi Efendi 2 Temmuz 1912’de vefat etmiştir. Fatih Camiî hazîresinde medfundur.

Yazılarının tashihinde çok titiz davrandığı, bir yazı üzerinde bir ressam gibi uzun seneler çalıştığı;

“Celî yazmadıkça hattın esrarına vâkıf olunmaz.” dediği nakledilir. Necmeddin OKYAY, sanatını şöyle tarif eder:

“Sâmi Efendi celî sülüs ve tâlikte hüsn-i hattın heykelini dikmiştir.”

Hattat Mehmed Nazif Bey (1846-1913), kırk yaşlarında iken, Sâmi Efendi ile tanışarak kendisinden tâlik, dîvânî, celî dîvânî yazmasını ve tuğra çekmesini öğrendi. Sâmi Efendi, Nazif Bey gibi müstesnâ bir kabiliyeti tanıdıktan sonra kendisine birikimini şevkle aktarmaya başladı.

1892’de dostu Çarşambalı Ârif Bey’in ölümüyle sarsılan Sâmi Efendi onun yerine Nazif Bey’i koyarak;

“Allah Ârif’i aldı, yerine Nazif’i verdi.” sözleriyle teselli arıyordu.

Nazif Bey de hem hocası hem arkadaşı olan Sâmi Efendi’nin kendisine tesirini;

“Ben ona mülâki olduktan sonra esrâr-ı hatta vukuf peydâ ettim.” diyerek anlatmış, 1907’de altmış yaşında olduğu hâlde gençlerle beraber Hattat Sâmi Efendi’den tâlik icâzeti almıştı.