NEREDE O TÜL GİBİ SEVDALAR?..

Sadettin KAPLAN sadettinkaplan@gmail.com

Onlara, kasaba çarşılarının; dut pekmeziyle gazyağının, mum ile horoz şekerlerinin yan yana durduğu tozlu ve izbe bakkal dükkânlarının kağşamış sözde camekânlarında rastlardık arada bir. Ama daha çok pazar yerlerindeki tablalara yayılmış, ya da bir kerpiç duvara çakılmış iki çivi arasına gerili iplere mandallanmış olarak görürdük o kitapları…

Yanakları yusyuvarlak kırmızıya boyanmış Telli Senem ile kıvrık bir çizgiden oluşan kaytan bıyığıyla Sürmeli Beğ’in taşbaskısı resimlerini hayranlıkla seyrederdik. Kerem ile Aslı, Leylâ ile Mecnun, Arzu ile Kamber… Kiminin gözleri nedense şehlâ, ağızları boru ağzı gibi yusyuvarlak olsa da, alır götürürdü bizi arkalarındaki manzara… Ya bir fıskiyeli havuz, ya da adı ve türü asla tespit edilemeyecek çiçekler ve ağaçlar… Sarayın has bahçesi ya… Hangi sarayın?.. Onu bilemezdik işte. Bilmemiz de gerekmezdi…

Bunlar, bu kitaplar halk hikâyeleriydi, halk diye tanımlanan bizler, yani fakir-fukarâ tarafından ilgi ve itibar gören kitaplardı. Ama nedense sevdalarını ağlayarak okuyup dinlediğimiz sevdalılar genellikle ya prens ya da prenses idiler… Halk denen «yığın»a hanlarda, sokaklarda figüran olarak rastlanırdı…

Bazen bir fakir oğlu, bazen bir fakir kızı da bu hikâyelerin başkahramanı olabiliyordu. Yeşilçam filmlerinde olduğu gibi. Eh, bu kadarcık bal da çalınmalıydı, dudakları çatlak ağızlara?..

Televizyon denen yönlendirme âleti henüz girmemişti mutlu hanelere… En fakirin bile köhne kilerinde bulguru-tarhanası, gönlünde sevdası, geleceğe umudu tamamen tükenmemişti…

Ninelerin dillerinde tatlanıyordu masallar… Geçti o demler. Gayrı ninemin beşiğini kim sallar?..

Her köyde, hiç değilse bir evde bu halk hikâyelerinden biri veya birkaçı bulunurdu. Evin en uygun duvarının en uygun yerinde bir «mushaf» asılı dururdu kılıfı içinde… Bu kılıf, evdeki gelinin veya genç kızın «diploma»sı idi bir bakıma. Kur’ân kılıfının üzerinde ya kanaviçeyle işlenmiş çiçekler, ya da «doldurma» tabir edilen teknikle yazılmış «Besmele» göze çarpardı. Bir kılıf daha asılırdı o kılıfın altına veya başka bir duvara. Bu kılıfın üzerine, ya Şahmaran, ya da bir ceylân resmi işlenirdi. Ve işte o hikâyeler bu kılıfta muhafaza edilirlerdi…

Özellikle dışarıda tipilerin tepindiği, fırtınaların aç kurtlarla birlikte uludukları uzun kış gecelerinde indirilirdi bu kılıflar… Zaman zaman içeri tepen tezek dumanı kokusuna, nicedir «çinko» çaydanlıkta kaynayan çayın kokusunun sarıldığı; yedi numara gaz lâmbasının gölgeleri titreten, çehrelere evliyâ sîmâsı nakşeden aydınlığında okunurdu bu kitaplar…

Her babayiğidin de harcı değildi bu kitapları okumak. Öyle gazete okur gibi okunmazdı ki…

Bir bakıma meddahlıktı. Yerinde çekilecek ahlar, sese verilecek tonlar, sıra şiire gelince hangi makamdan okunacağına beklemeden verilecek karar sesi gerekiyordu…

Diyelim ki, Kerem ile Sofu, sora-sora Isfahan’a veya Kandehar’a geldiler. (Neden Isparta ya da Karaman değil, hâlâ aklımın tulumbası basmaz…) Hikâye şöyle devam eder:

“Atlarını bir hana bağlayıp bir kahveye geldiler. Yanlarına birkaç ahbap toplanıp, hoş-beşten sonra, aman âşık bize bir türkü söyle diye niyaz edince, Kerem dahî canına minnet, aldı sazı eline görelim ne dedi…”

İşte, sözün burasında en çok iki hafif öksürükle gırtlak temizlendikten sonra, manzûmenin akışına uygun bir makamla şiire girilirdi…

Bir de resimler vardı bu kitapların bazı sayfalarında. Acemice çizilmiş boyama kitaplarındaki resimler gibi… Bu resimlerde perspektif, nisbet ve ışık yönü pek önemli değildi. Hattâ resmin tam anlamıyla ne olduğu belli olsun diye, altına bir satırlık açıklama da konulurdu. Diyelim ki sakallı bir adamın önünde eğilmiş bir genç var. Ama ne yaptığı pek de belli olmuyor. Alt yazı hemen imdada yetişirdi:

“Sofu’nun, babasının elini öperek vedalaştığının resmidir”

Hâlen argoda sustalı cümlelerden sayılan ve;

“Baban duyarsa yandığının resmidir”, “Farkına varırsa yandığının resmidir” gibi cümleler; bu kitaptaki resimlerden birinin altındaki cümlenin günümüze kaba bir izdüşümüdür… Çok iyi hatırlıyorum. Aslı’nın düğmelerini saz çalarak bir türlü açamayan Kerem, derin bir ah çekmiş ve ağzından çıkan alevle tutuşup yanmıştı. Bu sahneyi anlatan karakalem resimde, Kerem olarak çizilmiş cepkenli ve şalvarlı gencin ağzından elips ve çizgiler hâlinde bir şeyler çıkmaktadır. Gerçekten ilk bakışta ne olduğu anlaşılmayan bu resmin altında şu cümle vardır:

“Kerem’in yandığının resmidir…”

Teknik imkânsızlıklara rağmen, halkın anlayacağı dil ile halkın özlemleri anlatılmaktaydı o kitaplarda… Ölümüne sevdalardı anlatılan sevdalar… Canı istediği için sevenlerin değil, canını vermek için sevenlerin sevdalarıydı o sevdalar… Şirin için dağları delen Ferhat, Aslıhan’ın aşkıyla yanan Kerem, Leylâ için çöllere düşen Mecnun…

“Gönül vermişken el çektin güzelden” diye başlayan ve; “O sevdalar ezeldenmiş ezelden” diye biten şarkı gibi gerçekten o sevdalar ezelden miydi?.. O sevdalar ve o sevdalılar aslında yoktu da, biz mi uydurduk acaba?.. Biz uydurduk besbelli…

Gönlümüz mü çoraklaştı ki, o sevdalar bir daha filizlenip boy vermiyor yüreğimizin vahasında?.. Leylâlar mı tükendi, uğruna çöllere düşecek Mecnun mu yok?.. Yakacak Aslı mı kalmadı, vuslata erememenin âhıyla tutuşup yanacak Kerem mi yok?.. “Dağlar seni delik delik delerim” diyerek tüm dağları kalbura çevirdik de; delecek dağ mı kalmadı, Şirinler mi ekşidi, Ferhatların mı dağ delecek ferleri kalmadı pazularında?..

Leylâ’yı ararken Mevlâ’yı bulanlar, çöl fırtınalarında mı kaybolup gitti?..

Yûnus’un aşkı Taptuk’un hasret fırınında mı kavruldu?

Mevlâna’nın sevdası tennûrelerin eteklerinde mi savruldu?..

Hani kimi zaman gönül o engin hülyalar denizine dalar, dalar, dalar… Ve akkordan bir soru çengeli gelip takılır aklımızın danteline, sorarız kendi kendimize: “Nerede o tül gibi sarışın sevdalar?..”

Yaşanıp yaşanmadığını bilemeyiz o sevdaların ama halkın edebi ve edebiyatı böyleydi… Günbegün unutuldu sanki o eski sevdalar ve edebiyatın edep kavramı. Umalım benim karamsarlığım olsun bu düşünce. Aksi hâlde;

“Kerem’in yandığının resmidir…”