MOLLA LÜTFİ’DEN NÜKTELER -2-

Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK noztoprak@marmara.edu.tr

KUR’ÂN’IN ESRÂRINA VÂKIF OLMAK

Uzun Hasan Tokat’ı işgal ettiğinde, Molla Lütfi İstanbul’da Fatih’in hazine kitaplarının muhafızı idi. Doğum yeri olan Tokat’ın işgal edildiğini ve halkın türlü baskılara mâruz kaldığını haber aldığında çok üzüldü. Hükümdar da bu duruma üzülüyordu. Molla Lütfi kendisine gelen bir ilhamla sultana Fetih Sûresi’nden;

“Allah sana şanlı bir zafer ile yardım eder.”1 anlamındaki üçüncü âyeti okudu. Yine aynı ilhamla âyeti ebced hesabıyla hesapladı. İçinde bulundukları yılın bir yıl sonrası 877 çıktı. Ona göre ilhamlarla ortaya çıkan bu durum bir yıl sonra Sultanın, Uzun Hasan’ı yeneceğine işaret ediyordu. Durumu hemen sultana müjdeledi ve bir yıl önce Farsça bir kıt’a ile tespit etti:

Bişüd münhezim asker-i dûn Hasan
Be-dest-i şeh-i mâ desteş merîza (?)
Be-târîh-i an men bigüftem be-şâh
Ve yansurakellâhu nasran azîzâ2

Yukarıda anlatılan kıssa ve şiirden de anlaşıldığı üzere bazılarının iddia ettiği gibi Osmanlı şairleri, şiirlerini yalnızca câize almak için yazmamışlardır. Şairler çoğu zaman şiirleriyle padişahı yönlendirmiş, ona yapması gerekenler hususunda hedef göstermişlerdir.

HAKİKÎ NAMAZ

Molla Lütfi, Sahn Medresesi’nde ders verdiği sırada derse başlamadan önce vakıf şartına uyarak Buhârî’den bir hadis okuyup şerh ederdi. Böyle bir hadis şerhinde Hazret-i Ali’nin vücuduna saplanan bir okun çıkarılması hâdisesini anlatıyordu. Hazret-i Ali’nin vücuduna saplanan okun çıkarılması için uğraşılırken acısına dayanamadığını, ancak namaz kılarken oku çıkardıklarını, namaz esnasında onun hiç acı hissetmediğini söyleyerek;

“Hakikî namaz işte budur, bizim kıldığımız ise kuru eğilip bükülmedir!” dedi.

İşte bu ifadeden dolayı kıyâmet koptu. «Molla Lütfi bizim namazımızı nasıl olur da eğilip bükülme olarak niteler?» dendi ve Molla’nın kazanı ısıtılmaya başlandı.

Bilginlerin ve devlet adamlarının Molla Lütfi’ye düşmanlıklarına sebep olan bu ve buna benzer birçok olay anlatılır. Bunlardan biri de şöyledir:

Molla Lütfi, Sultan Bâyezîd’e;

“Semâniye’de yaptığım «ders-i âm»a, bu sekiz medresenin âlimleri katılsın ve benden her fende ders okusunlar.” diyerek diğer âlimleri küçük gören böylece onların tepkisine yol açan tekliflerde bulunmuştu.

HARNÂME3

Molla Lütfi’nin hicivdeki yerini anlayabilmek için onun konusundan dolayı Harnâme diye tanınan Uslu Şucâ Münazarası adlı eserini tanıtmak gerekir. Bu eserinde Molla Lütfi, zamanının Uslu adıyla anılan bilginlerinden Şucâeddin İlyas ile vezirler arasında geçen makam ve tayin çerçevesinde dönen bir tartışmayı dile getirir. Molla, uslu kelimesinin Sırpça; «koca eşek» anlamına gelmesinden de yararlanarak eşeklerle ilgili çok sayıda atasözü ve deyimlerin yer aldığı zengin bir kelime kadrosuyla eserini yazmıştır. Eserde zamanın vezirlerini, müderrislerini hattâ belli etmeden edebî bir üslupla hükümdarı bile eleştirir. Harnâme’de başkahraman Uslu Şucâ eşek, devrin diğer tanınmış kişileri sıpa, kara katır, kızıl katır gibi isimlerle anılmıştır:

Mevlânâ Uslu’nun, Eşek Yumurtası lakaplı hizmetçisinden rivayet edildiğine göre; Edirne’deki Orhan Medresesi’nin yarısı Fenarî ailesine verilince Uslu nefis atına binip gazap kamçısını eline aldı. Acıyan eşek attan hızlı gider didikleri gibi hızlıca ve somurtarak dîvâna vardı. Vezirler bunu görünce;

“Bu ne hâl, ahıra yaklaşmış eşek gibi yorgalarsın (hızlanırsın)”4 dediler. Uslu bir garip ses çıkardı. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.5

Eşeğe sormuşlar:

“Niçin bu kadar hızlı yürüyorsun?”

Eşek demiş:

“Arkamdaki öğendire -iğneli değnek- bilir.”

Sonra meclistekiler sordular:

“Ne oldu ki at sineği konmuş eşek gibi bir yerde durmazsın. Bize erkek eşek koduğuna (sıpasına) bakar gibi bakıyor, yükü basmış eşek gibi ıhılıyorsun.”

Uslu şöyle dedi:

“Bu Fenarî ailesini sâhib-i aşkar (Battal Gazi’nin atı) ve Düldül (Hazret-i Peygamber’in katırı) mü sandınız ki böyle önemli bir medreseyi ahır etmek için ona verdiniz? Siz adam seçmek ve doğrusunu bulmakta hata yapmamalısınız. Siz erkek eşeği, hayalarından bilirsiniz ve iki eşeğe yem vermemelisiniz.”

Onlar;

“Biz ne yapalım, sana verirsek o gelip niçin bana vermediniz? At yerine eşek bağladınız.” der. “O da bir eşekten düşmüş bey oğludur. Bu sefer onu öne aldıksa gelecek sefer de seni öne alırız. Eşek yerine at olmuş daha ne kaldı?” dediler. Bu konuşmalardan sonra Uslu;

“Bizi imtihan edin; eşeğin eşekten farkı ya kuyruğu ya kulağındadır.” dedi.

Vezirler ise;

“Yoksul zenginin kardaşı, eşek atın yoldaşı olamaz, seni onunla niçin imtihan edelim? «Eşeğin yarışı samanlığa kadar olur.»” dediler.

Uslu;

“Ben bindiğim eşeği bilirim onun çulunu bile değişmem. Onun ne çenberden hallaç idüğü bize malûmdur. Eğer inanmazsanız gelsin onunla tartışalım.” dedi ve şunları sıraladı:

İlm-i lügatte; «hamîr ile hımâr»ın farkından6 ve Merâh’da;7 «meşrebün azbün ve merkebün fârrün»8 misalinden ve nahivde; «kimse gelmedi ancak bir eşek geldi» terkibinden ve mantıkta; «insan konuşuyorsa, insanın dili varsa eşek de anırıyor» kasıyyesinden ve ilm-i beyanda; «küt burun, yassı burun mecazından», «Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.»9 teşbihinden ve fıkıhta; «eşeğin artığında şüphe vardır» yani mekruh olup olmadığında şüphe vardır hükmünden ve hikmette; «katır kısırdır» sırrından ve hendesede; «şekl» hımarından ve tefsir ilminde; «Âdeta onlar aslandan ürküp kaçan vahşi eşeklerdir»10 âyetinin tefsirinden ve beyitlerde ve şiirlerde; «Ey genç! Oku öğren, cehalet insan için utançtır; buna ancak eşekler râzı olur» beytinin güzelliklerinden eğer bu sıralanan konularla ilgili söyleyecek sözü varsa medrese onun hakkıdır.

Ancak anlıyorum ki sizin gözünüz yalnızca koduk Kutbüddin, sıpa Hayrüddin, Fenarî Alisi ve fennan pisledi acemleri görmektedir. Bunca yıldır ben size yakınım, sizi dost bilirdim. Meğer sizin dostluğunuz samana kazık kakmaya benzermiş. Ben dururken medreseyi kafasız, ahmak birine vermişsiniz. Benimle onun arasında at ile eşek arasındaki gibi açık fark varken bana iltifat etmemek bana; «Sen ne eşekmişsin senin lâyığın ancak eğer kayışı ve boyunduruk» demektir. Ne yapalım söylerse söyledi, söylemezse eşek daruyu yedi, diyerek bir ah etti ve de hargâh makamında şu beyitleri okudu:

Ey zaman! Yazıklar olsun alçaklar yükseklere çıktı, şerefli insanlar aşağılara indi, eşek başıboş bahçeye salıverildi ve yemsizlikten mecalsiz düştü.

Vezirler dediler ki;

«Mancınıkla atılmış eşek gibi ne anırırsın, bağlı eşeğin pislemesi gibi niye söyleniyorsun? Çeneni nalladın bize sıra vermezsin. Haddini çok aşma, yoksa çalığın geldi çek eşek!»11 derler. «Erkek eşek gibi gücüne güvenme, bizim sözümüze kulak ver, eşeklik etme, inşallah sana daha iyisini veririz.»

Uslu şu beyti okudu:

Ben nahs-i tâliim bilürem çok sınamışım

Gökten semer yağarsa tuş olmaz palanına

Vezirler;

“Niçin öyle söylüyorsun? Hünkâr nice medreseler yapar, birini sana veririz.” dediler.

Uslu:

“Bunun mânâsı ölme eşeğim ölme, yonca biter, sen de yersin demektir.”

Vezirler;

“Ne yapalım? Eşek arısı gibi sen de ne bal olursun, ne mum! Bazen kadılık istersin, bazen medrese için kavga edersin, gel şimdi eşek tuynağı (tırnak) gibi katlanma, sana bir kadılık verelim, otluğa düşmüş eşek gibi ye, yat.” dediler.

Uslu;

“Eşeği yardan uçurmak istersen geç karşısından itiver.” derler; “Sen de beni kadılığı itmekle derecesi düşük bir medreseye râzı etmek istiyorsun.” dedi.

Bu sözlere karşılık dediler ki;

“Evvelce kadılık alırdın şimdi ise kadılık dediğimiz için torbasında yılan görmüş eşek gibi bakarsın.” dediler.

Uslu:

“Yiğitlik eşek yağırı gibi kat kat olur, o zamanlar yiğitlik sevdasıyla bir iştir ettim, şimdi istemem.”

Onlar dediler ki:

“Şimdi de yaşlı değilsin, altmışında olmalısın; yular tutar başın yoktur. Kadılık yapmaya ne var?”

Uslu;

“Eşeğin yaşı at pazarında sorulur, yaşımı tahmin etmeye çalışmayın, siz bana himmet etmeye bakın.” dedi.

Dediler ki:

“Sen nice zamandır bey eşeği gibi yiyip yatıyorsun. Gel hünkâr kadılığını kabul et, «eşeğin taşıyacağı yük üştürün» yani eşeğin taşıyacağı yükü başkaları taşıyacak ve sen fazla yorulmayacaksın. Belki daha sonra da kazasker de olursun. Hele şimdi bir işin olsun, zira eşek yüklü yaraşır. Bunca zamandır eşeğin semerini yemesi gibi hazırdan yemektesin. Kadılığı kabul et otluğu ve suyu boldur.”

Uslu;

“Madem ki eşek yükle yaraşır dersiniz, öyleyse bana niçin mansıb vermiyorsunuz?” dedi ve şu beyitleri söyledi:

Hâr eger hôr u bîtemîz oldu
Çünkü yük götürür azîz oldu
Bârkeşlikte hod benim fâyık
Mansıba nîçün olmayım lâyık
Ben eger eblehim ve eger ahmak
Minnet Allâh’a ki olmadım Varsak
Bunlar aydur igen de etmegil cenk
Ki anul anul alur menzil hâr-ı lenk

Uslu ile vezirler arasındaki konuşma bu minval üzere akıp gitmektedir.

Eserde onlarca eşek ve hayvanla ilgili atasözü ve deyim vardır. Bunların bir kısmının aslı farklı olup eşek ve hayvanlara uydurulmuş sözlerdir. Yer yer eşekle ilgili küçük hikâyeler de serpiştirilmiştir. Münasebet düştükçe ve yeri geldikçe konu ile ilgili âyetler yazılmış, Arapça ve Farsça mısra ve beyitlere de yer verilmiştir. Atasözleri özenle ve yerli yerince kullanılmıştır. Mısralar arasında bazılarının yadırgayabileceği argo kelimelere de rastlanmaktadır. Gökyay, eserdeki bu tür kelimelerin varlığını şöyle yorumlar:

“Bu atasözlerinin arasında, ilk bakışta yadırganacak kadar açık-saçık görünenleri olmakla birlikte, günümüzde de halkımızın -kadınlar dâhil- kadınlar ve erkeklerin bir arada bulundukları yerlerde, onların konuşmalarında, anlatmalarında bu türden atasözlerini çekinmeden kullanmakta olduklarını biliyoruz. Başta şuarâ tezkireleri olmak üzere, halk hikâyelerinde, fıkralarında bu türden, bizim bugün ayıp saydığımız sözler vardır. Ben bunu Türk halkının tabiîliğine veriyorum, onun dilde bulunan birtakım kelimelerden ve deyimlerden gocunmadığına bağlıyorum…”12

Eserden bu kadar söz etmişken merak edenler için onun üzerinde yapılan çalışmalardan da bilgi vermek faydalı olacaktır. İlk olarak bu münâzaranın eksik bir nüshasını 1926 yılında O. Rescher yayımlamış,13 daha sonra bu nüshayı Prof. Köprülüzade Fuat; «Deli Lütfi’nin Mizâhî Bir Risâlesi» başlığıyla tanıtmıştı.14 Köprülü bu yazısında Harnâmeyi mizah edebiyatımızın en eski ve en bariz numûnelerinden biri olarak saymakta ve gerek zarafeti, gerek lisanının eskiliği ve sadeliği, gerek atasözlerinin çokluğu itibarıyla dikkate şâyan bulmaktadır.

Abdülkadir Karahan ise; «Molla Lütfi’nin Harnâmesi ve XVI. Yüzyıl Sade Türk Nesri» başlığı ile verdiği bildiride Harnâme’deki atasözleri ve deyimleri tanıtmış ve üslûbu üzerinde durmuştur.15 Eser üzerinde en kapsamlı çalışmayı ise Orhan Şaik GÖKYAY yapmıştır. Gökyay önce; «Tokatlı Molla Lütfi’nin Harnâmesi»16 başlığıyla yazdığı makalede üç sayfalık bir değerlendirmeden sonra eserin Kahire nüshasının17 bugünkü harflerle okunuşunu dipnotu açıklamalarıyla vermiş sonuna eski harfli metnin ofset baskısını koymuştur. Orhan Şaik GÖKYAY’a göre eser Türk edebiyatı, dili, folkloru ve tarihi için büyük önem taşımaktadır.

MOLLA LÜTFİ’NİN ÖLÜMÜ

Molla Lütfi’nin yukarıda özetle anlatılan «Hakikî Namaz» kıssasından sonra onu çekemeyenler, onun bu sözünü fırsat bildiler. Padişaha şikâyet ettiler ve konuyu araştırmak ve hüküm vermek üzere ulemâdan bir meclis kurulmasını gerçekleştirdiler. Molla Lütfi bu sözleri ve daha başka söylediği ve söylemediği birçok sözünden dolayı mecliste sorguya çekildi. Şahitler dinlendi. Molla Lütfi şahitlerin çoğu sözlerini yalanladı ise de ulemâ; «Şahitlerin şahâdetleri şerîatça makbul ve bizim yanımızda geçerlidir.» diyerek gereğini yapıp imzaladılar. Netice padişaha arz olunanca padişah türlü araştırmalardan sonra peygamberin sünnetine uyarak ulemânın ittifakıyla alınan kararın yerine getirilmesini emir buyurdu.

Nükteleri ve hicvi dolayısıyla onun 1494’te öldürülmesine Orhan Şaik GÖKYAY’ın getirdiği yorumu vererek satırlarımıza son veriyor ve bu vesileyle Molla Lütfi’ye rahmet diliyoruz.

“Yeri geldiği zaman taşı, padişaha karşı bile gediğine koyduğunu öğrendiğimiz Molla Lütfi’yi; bir nüktenin inceliğine, zevkine varamayanlara uyarak kötü kişi saymak insafsızlık, hele onu bu yüzden ölüme götürmek zulüm olur. Onun Fatih Sultan Mehmed’le yakınlığını onun duygularına nasıl ortak olduğunu gösteren şahitler ortada iken, bize düşen, onun hakkında daha müsbet hükümlere varmaktır. Ama kimi kez, kimi kişilerin hadlerini, kim olduklarını bildiren kalemlere de gerek vardır. Molla Lütfi’nin bu türden nüktelerini bu teraziye vurmak bence, daha yerindedir.”18

1 Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, Haz. Ali ÖZEK vd., Türkiye Diyanet Vakfı Yay.,
Ankara 1993, s. 510.
2 Molla Lütfi bu hâdiseyi, Mevzûatü’l-Ulûmü’l-Arabiyye ve’ş-Şer’iyyede Kur’ân-ı Kerîm’in esrarına vâkıf olmanın fâidesinden söz ederken anlatmaktadır. Orhan Şaik GÖKYAY, Molla Lütfi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1987, s. 8.
3 Bu yazıda yer alan Harnâme kıssası, Orhan Şaik GÖKYAY’ın «Tokatlı Molla Lütfi’nin Harnâmesi», (Türk Folkloru Belleten, Türk Folkloru Yay., İstanbul 1986/1, s. 155-182.)
başlıklı yazısında bulunan Harnâme metninin tarafımızdan sadeleştirilerek
oluşturulmuş hâlidir.
4 «Yorgalamak» kurt gidişi koşmak. Hayvanlar özellikle atlar, ahırlarına dönüşlerinde hızlanırlar.
5 Lokman Sûresi, âyet 19’dan. Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, s. 411.
6 Hamîr: Atın eğerini sarıp bağladıkları kuşak; himar: Eşek demektir.
7 Tanınmış Arapça dil bilgisi kitaplarından biri.
8 Tatlı içecek ve kaçan eşek.
9 Cum‘a Sûresi âyet 5’ten. Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, s. 552.
10 Müddessir Sûresi, âyet 50. Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, s. 576.
11 Çalığı gelmek: Bir atın normal yürüyüş yerine oynamaya, sıçramaya, deli-dolu hareket etmeye başlaması anlamınadır.
12 Orhan Şaik GÖKYAY, «Tokatlı Molla Lütfi’nin Harnâmesi», Türk Folkloru Belleten, Türk Folkloru Yay., İstanbul 1986/1, s. 156-157.
13 Orientalische Miszellen, II, İstanbul1926, s. 40-43.
14 Hayat, Ankara, Teşrîn-i evvel 1928, IV/100, s. 2.
15 I. Türk Dili Bilimsel Kurultayına sunulan Bildiriler, Türk Dil Kurumu Yay., Bilimsel Bildiriler, 1972, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1975, s. 172-179.
16 Türk Folkloru Belleten, Türk Folkloru Yay., İstanbul 1986/1, s. 155-182.
17 Kâhire Dârül-Kütüb Türkçe Yazmalar, Talat Paşa Koleksiyonu Mecmuaları, nr. 284.
18 Orhan Şaik GÖKYAY, Molla Lütfi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1987, s. 9.