NEDİR SÖZÜ EDEBÎ KILAN?

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

«Söz»ü edebî yapan nedir?

Nedir bir yazıyı edebiyat eseri yapan?

Edebiyat elbette ki; söz söylemenin ustalık; dinlemenin ise ince ve yüksek bir zevk hâline geldiği bir sanattır. Her sanat gibi edebiyatın da değerini artıran, malzemeyi tanzim etmekteki ustalıktır. Yani bir söz veya yazının edebiyat eseri sayılması için edebî sanatlar dediğimiz ses ve söz oyunlarını taşıması; böylece rûha, aradığı mânâ, âhenk ve belki biraz da esrarı sunması gerekir.

Söz bir zarftır; asıl muhtevası elbette ki mazrufu olduğu mânâdır ama zarfın güzelliği de takdîme çok şey katar. Hem sözü apaçık söylemektense biraz cilvelendirerek sunmak onu söyleyenle dinleyen arasında bir keyif paylaşımı sağlar.

Ne de olsa sözü edebî bir üslûpla söylemek muhatabın zekâsına itimadı ve zevk hissine itibarı temsil eder. Dinleyen veya okuyana da sözün sahibi hakkında iyi bir kanaat telkin eder.

Ancak ne yazık ki günümüzde bir his veya fikri ifade için edebî sanatları kullanmak; sanki eski moda bir işle uğraşmak gibi istihzâ ile karşılanır olmuştur. Çünkü günümüzde «edebiyat» daha çok «edebiyat parçalamak» veya yine bu anlamı îmâ eden «edebiyat yapmak» gibi deyimlerde kastedilen menfî bir mânâda kullanılır hâle gelmiştir. Söz sanatlarını kullanmak; gereksiz bir mübalâğa ve süsleme olarak görülmekte; «edebiyat yapan» kişiye de samimiyetsizlik, yapmacıklık ve ustalık sergileyerek dikkat çekme merakı yakıştırılmaktadır.

Sanki bu yakıştırmaların altında yatan sebep, «artık bu zamanda edebî zevkleri kimsenin hissetmediği, hiç kimsenin samimî niyetle ve gerçek hissedişlerini aktarmak için söz sanatıyla uğraşmayacağı» peşin kanaatidir. Belki de «kişi refîkini kendisi gibi bilir» vecîzesine uygun olarak, kendisi edebî sanatlardan zevk almayan kişiler, başkalarının da bu sanatı severek ve hissederek icra edemeyeceklerini düşünmektedirler.

Bir yandan böyle düşünenlerin bir kısmı haklıdır da… Günümüzde okuma, anlama, düşünme ve hissetme zahmeti çekmeden, göze ve kulağa peşin ve yoğun zevk veren o kadar çok parlak ve şâşaalı gösteri vardır ki; edebî sanatları takdir edip anlayacak kişilerin oranında ciddî bir azalma yaşandığı doğrudur.

Üstelik edebiyatın; takip ve takdircisinin azalmasından kaynaklanan bu talihsizliğinin yanında; bu sanatın icrâcılarından ve anlayışlarından kaynaklanan problemleri de vardır. Meselâ edebiyatın insanlık tarihindeki yerini incelediğinizde Avrupa edebiyatına kadarki dönemde sanat maksatlı edebiyatla, ilim-irfan gayeli yazılı eserlerin birbirinden ayrılmadığını görürsünüz. Kadîm medeniyetlerde bir bilgenin tavsiyelerinden bir kanun-nâmeye, tarihî destanlardan dinî eserlere kadar her yerde edebî bir lisanın kullanıldığını görürsünüz. Bu medeniyetlerde edebiyat olsun diye edebî dil kullanılmış olmasa bile sözün etkili olması için güzel ve gönül okşayıcı bir şekilde söylemenin gerekliliğine inanılmıştır.

Elbette bu metinlerin edebî üslûbu, yerine uygun olacak şekilde farklılaşır. Meselâ kanun-nâmenin dili ile hisleri anlatan bir ilâhî veya şiirin edebî üslûbu aynı değildir. Kanun-nâmenin yanlış anlamalara yol açmayacak şekilde net bir dille anlatılması gerekirken hislerin ise sadece kelimelerin düz anlamıyla anlatılması mümkün olmayacaktır. Buna bağlı olarak edebî üslûp önemli ölçüde farklı olacaktır. Bu sebeple dolaylı ve mübalâğalı ifade üslûbu daha çok duyguların anlatılmasında kullanılmış, böylece başta şiir olmak üzere çeşitli edebiyat türleri birer sanat dalı olarak belirmeye başlamıştır.

Ancak yine de Avrupa felsefesine kadar sözlü-yazılı eserlerde edebî olmanın ölçüsü sadece edebiyatı hedeflemek olmamıştır. Kant’ın ileri sürdüğü ayrıma göre ise bir eserin sanat eseri sayılması için sadece estetik amaçlı olarak yazılmış olması; hiçbir fikri anlatmaya ve iknaya vasıta olarak kullanılmaması gerekir.

Tahmin edilebileceği gibi bu anlayış edebiyatı hayattan, ilimden, fikirden kopuk; dışı süslü ama içi boş sözlere dönüştürecek bir anlayıştır. Üstelik bu anlayışla yapılacak edebiyat rûha zevk de vermez. Çünkü bir söz ne kadar sanatlı ve hoşa gidecek şekilde söylenirse söylensin, akla bir hakikat haber vermiyorsa bunu işiten ruhlar büyük bir hayal kırıklığına uğrarlar. Dışı çok süslü, nakışlı bir kutuyu açan kişi, içinin boş olduğunu görse ne hisseder? Söz de bir kalıptır; ne kadar süslü ve sanatlı olsa da, içini dolduranın mânâ ve fikirden mahrum olması onu kusurlu kılar. Elbette edebiyat tarihinde sadece söz ustalığı sergilemek maksadıyla yazılmış şiirler yer edinmişse de bunlar daha sonra «edebiyat» kelimesine günümüzdeki menfî mânâyı kazandırmışlardır.

Bundan sonra edebiyat tarihinde «sanat için sanat» anlayışıyla verilmiş titiz eserlerin yerini önceki dönemin ifrâtına karşı tefritle, biçime hiç önem verilmeyen eserler almaya başlamıştır. Ne biçim, ne mânâ bakımından edebî olmakla hiçbir alâkası olmayan tamamen anlamsız ve kuralsız; sözde şiirler, çağın kesif bunaltısını yansıtarak son derece karamsar ruh hâllerini tasvir eden hikâyeler ve romanlar…

Bu arada edebiyatın ideolojik fikirlerin propagandası için kullanıldığı dönemler de olmuştur. Ancak bu eserler de fikir bakımından sığ bir bakış açısıyla sınırlı kalmaktan ve «fikrin etkili bir şekilde ifadesini amaçlarken biçimle ilgili kurallara önem vermeme» yolunu tutmaktan uzak kalamamışlardır. Ayrıca bu türden eserler bir yandan «halkçılık» anlayışıyla, bir yandan da eskiye ait her şeyi reddetme meyliyle, belki hepsinden önemlisi daha çok öfke ve tepki duygularının ruhlarda ağır basmasıyla edebî sanatları bütün bütün terk etmişlerdir.

Hattâ öyle ki, bu «eser»leri verenler ideolojik görüşleri icabı günlük hayata ait nezaketi bile burjuva ve seçkinlik işareti sayarak terk etmişler, halk ağzını kullanmak adı altında sokak çocuklarının dahî kullanmaktan utanacağı kaba, küfürlü ve müstehcen sözleri şiir adı altında alt alta sıralayabilmişlerdir.

Oysa edebiyat; -adı üstünde- sözü, edep ile söylemeyi gerektirir. Eskilerin nefs-i nâtıka da dediği insan benliği, her şeyi bir edep dairesi içinde yapmakla diğer canlılardan ayrılır. Sözü böğürme, uluma veya hırıldamadan ayıran nasıl ki sesi kurallar dâhilinde düzenlemek ise; edebî eseri sözden üstün kılan da daha incelikle ve disiplinle söylenmesidir.

Bunu bir benzetme ile anlatacak olsak; konuşmayı elbise giymeye benzetebiliriz. Çünkü insanı diğer canlılardan ayıran hususiyetlerin başında elbise giymek, konuşmak ve kendine hâkim olup kurallar dairesinde davranmak, yani edep gelir.

Aynı zamanda eskiler edebi de; insanı çıplaklık utancından kurtarıp süsleyen bir elbiseye benzetmişler. Bu güzel benzetme bize; edebiyat, edep ve elbise giymenin birbirine timsal olabileceğini düşündürdü.

Nitekim bir gönül insanı da edebiyatı; bakanlara elbisesini gösteren bir endam aynasına benzetmiş. İnsanlar nasıl ki kıyafetlerine çeki düzen vermek için ayna karşısına geçerse fert ve toplumların da edep ve ahlâklarına, edebiyat dediğimiz ayna karşısında çeki düzen verdiğini söylemiş.

Gerçekten de sözler hem mânâsıyla hem söylenme edebiyle insana insanlığını hatırlattığı; edebe çağırdığı ve çirkinliklerinden kurtulmaya davet ettiği ölçüde edebîdir.

Edebî bir eserden beklenen, zarfında taşıdığı zarafetin mazrûfundaki mânâya uygun düşmesidir. Bu sebeple edebî eser, biçimiyle olduğu kadar mânâsıyla da edebî olmalıdır. Bir başka deyişle sözü edebî kılan; edebî olması ve insana edebi göstermesidir.

Bütün bu izahlardan sonra toparlamak gerekirse sözü edebî kılanın; hem mânâsındaki hakikat, hem özündeki letafet, hem de biçimindeki zarafet olduğunu söylemek mümkündür.

Çünkü herhangi bir söz; «nesneyi düşünülür hâle getiren ses topluluğu» ise edebî söz; mücerret bir rûhu; anlaşılır, hissedilir ve paylaşılır hâle getiren bir mûsıkîdir.