«GÖRSELLİK» KISKACINDA EDEBİYAT

Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@yuzaki.com

Mısırlı medeniyet tarihçisi merhum Ahmed Emin, bizdeki «edebiyat» anlamında kullanılan Arapça «edeb» kelimesini, şiir yanı sıra matematik ve tıp gibi ispata dayalı bilimler dışındaki tüm mensur yazıları da içine alan oldukça geniş bir mânâda kullanır. Buna göre şiirler ve şiir tenkitleri, eskilerin «inşâ» dedikleri Makāmât-ı Harîrî gibi secîli nesirler, şair ve edip biyografilerini ihtivâ eden tezkireler, siyer, tarih ve seyahate dair eserlerin yanı sıra tefsir ve hadis gibi İslâmî ilimler hakkındaki eserler de edebiyat sahasına dâhil olur.

Zaten «edebiyat» kelimesinin bir anlamı da «bir sahada yazılan eserler bütünü, külliyât» demek olan literatürdür. Meselâ; İsmail Lütfi ÇAKAN Hocamızın «Hadis Edebiyatı» eserinin ismi, kelimenin bu anlamının -ender de olsa- bugün bile kullanıldığını göstermektedir. Ne var ki, 19. asırda Arapça «edeb» kelimesinin ism-i mensub formunun müennes şeklinden türetilen «edebiyat» kelimesinin bu anlamı fazla yaygınlaşmamış ve kelime, sonraları daha çok «duygu ve düşüncenin muhatapta heyecan ve hayranlık uyandıracak şekilde ifade edilmesi» anlamında kullanılır olmuştur.

Dil olmaksızın kültür ve medeniyet kurulamaz. Edebiyat ise -yukarıda sıraladığımız her üç mânâsıyla da- dili işleyip geliştiren bir vasıtadır. «Literatür» mânâsını bir kenara bıraksak bile, gerek Ahmed Emin’in kelimeye yüklediği mânâ ve gerekse en son verdiğimiz tarif, medeniyet için edebiyatın vazgeçilmez bir unsur olduğunu gösterir. Çünkü dillerini tekâmül ettirecek bir edebiyattan mahrum olan milletler, zengin bir kültüre sahip olamaz ve mâzîlerindeki acı-tatlı hâdiseleri kayıt altına alarak hâfızalarını koruyamaz, dolayısıyla benliklerini muhafaza ederek istikbâle emin adımlarla yürüyemezler. Unutmayalım ki tarihî hâdiseler anlıktır, olur biter ve bir daha aynıyla tekerrür etmez. Onları tescil ederek millet hâfızasına tevdî eden edipler ve hususiyle de şairlerdir.

Cahiliye devrinde altın suyuyla yazılarak Kâbe’ye asıldığı rivayet edilen «Muallakāt-ı Seb’a» adındaki yedi meşhur kasîdeden birinin şairi olan Züheyr bin Ebî Sülmâ el-Müzenî’nin kabile reislerinden Herim bin Sinan el-Mürrî’yi methettiği bazı şiirleri dinleyen Halîfe Hazret-i Ömer’le orada hazır bulunan Herim’in oğlu arasında şöyle bir diyalog geçtiği nakledilir:

Hazret-i Ömer:

“–Gerçekten sizin hakkınızda güzel sözler söylemiş!”

Herim’in oğlu:

“–Ey mü’minlerin emiri! Biz de ona çok ihsanlarda bulunuyorduk.”

Hazret-i Ömer:

“–Sizin ona verdiğiniz atiyyeler tükenip gitti, ama onun size söylediği methiyeler hâlâ duruyor.”2

Gerçekten de Züheyr’in şiirleri olmasaydı bugün Herim bin Sinan’ın adını kim bilirdi?

Edebiyat ve bilhassa şiir, unutulup gidecek olan kimselerin hatırlanmasını sağlamaz yalnızca; aynı zamanda hâdiselerin görünen ve aktarılan maddî boyutlarından öteye geçerek onların yaşandığı ruh ve duygu atmosferini yakalar, böylece onları âdeta yeniden yaşamamızı sağlar. Meselâ; Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman asırlarca önce fetihlerini yapıp tamamlamışlardır. Artık o fetihler bugün aynıyla tekrarlanamaz. Ancak Yahya Kemal’in «İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel»ini, «Selim-nâme»sini ve «Mohaç Türküsü»nü okurken onların yaşandığı çağdaki duygu ve heyecanı yeniden yaşarız. Kezâ «İstiklâl Marşı»mızı ve «Çanakkale Şehidleri»ni okurken Çanakkale Savaşı’nın ve İstiklâl Harbi’nin atmosferini rûhumuzda capcanlı hissederiz.

Tabiî ki edebiyat ve şiirin bize yeniden yaşattığı yalnızca tarih değildir. En önemli müştereklerimizden biri olduğu için tarihten misal verdik. Tek bir cümleyle ifade etmek gerekirse, şiir ve edebiyat, «nasıl söylesem bilmiyorum» dediğimiz anlarda aşka, estetiğe, şecâate, fecâate ilh. hayata dair duyup düşündüğümüz her şeyi kelimelerle müşahhas hâle getiren vasıtadır.

Buna rağmen, günümüzde «edebiyat yapmak» tabirinin ortaya çıkması ve; «Şiir mi yazıyorsun?» istihfaflarıyla karşılaşılması çok büyük bir talihsizliktir.

Tabiî ki bu acı tablonun en büyük âmillerinden biri, göze hitap eden unsurların çok ön plâna çıkmasıdır. Artık gençlerimiz Türk klâsiklerini bile okuma zahmetine katlanmıyor. Nasıl olsa hepsinin filmi ve dizisi yapılmıyor mu? İzlemekle yetiniyorlar! Hâlbuki ikisi aynı şey midir? Romanda yapılan tahlillerin, olduğu gibi filme aksettirilmesi mümkün müdür? Kaldı ki filmi çekilen bir eserin bütün tasvirleri -tıpkı tercüme edilen bir kitabın fikir ve muhtevasının mütercimin kelimeleriyle sınırlandırılması gibi- mahdut bir şekilde göze sunulmakta, artık seyircinin yapacağı bir şey kalmamaktadır. Hâlbuki eser okunurken, tasvirler zihinde canlandırılmakta, muhayyile belki de yönetmen ve oyuncunun perdeye ve beyaz cama aktaramadığı hayaller üretebilmektedir. Kısaca okuma ve seyretme birbiriyle kābil-i kıyas bile değildir. Okuyucu faaldir, kendisi üretir; seyirci ise -adı üstünde- sadece olanı tembelce seyreder. Üstelik bu tembelliğin beyni uyuşturmak ve yormak gibi tuhaf bir bedeli de vardır.

Tabiî ki hiç seyretmemek gerektiğini söylemiyoruz. Pekâlâ, insan, bir eserin beyaz perdeye veya beyaz cama aktarılışını da görmek isteyebilir. Ancak bize göre o eserin daha önce mutlaka okunmuş olması gerekir. Aksi hâlde onu okurken muhayyilemizin tasavvur edeceklerini yönetmenin ve oyuncunun aktardıklarına kurban etmiş oluruz. Yazık ederiz.

Demek ki edebiyat diğer sanat dallarıyla da yakından alâkalı, hattâ onların birçoğunun temelidir. Meselâ gençlerimize iyi bir edebiyat zevki vermedikçe onların gerçek bir mûsıkî zevkine sahip olmalarını beklemeye hakkımız yoktur. Çünkü bizim geleneğimizde mûsıkî ekseriyetle sözlü icrâ edilmektedir. Söz ayağa kaldırılmadıkça üstün bir mûsıkî zevki de oluşamaz. Edebiyat konusunda üstümüze düşeni yapmazsak bugün müzik diye takdim edilenlerin çoğunun kulaktan çok göze hitap eden şaşırtıcı ve esef verici bir durum arz ettiğinden ilelebet yakınır dururuz.

Sanat, edebiyat ve hususiyle de şiirin üretilebilmesi muhayyilenin kullanılmasına bağlıdır. Bu sebeple günümüzde sözün yeniden hak ettiği yere ulaşabilmesi için göze hitap eden unsurları geri plâna itmek, bol bol hayal kurarak (hayalci olarak değil) ibdâ kabiliyetini geliştirmek ve bu şekilde eğitilen bir nesil yetiştirmek gerekmektedir. Emin IŞIK Hocamız’ın bir konferansında söylediği gibi; «Haydi hepimiz televizyonlarımızı kapatalım ve biraz hayal kuralım!»3

_____________

1 Bkz. Okay, Orhan, Edebiyat md, DİA.
2 İbn-i Kuteybe, eş-Şi’r ve’ş-Şuarâ, I-II, Mısır: Dâru’l-Meârif, t. y., I, 144.
3 Bu vesileyle sözü hak ettiği yere çıkarmak için mücadele veren ve bu hususta çok büyük mesafeler alan, edebiyat ve şiire yeni yeni değerler kazandıran Yüzakı mecmûamızın beşinci yılını tebrik ediyorum. Nice yıllara!