Kafkaslarda Bir ÇINAR FİDANI

Esma AKDAĞ

Kafkas Dağlarının karlı yüksek tepeleri bulutlarla kaplı. Kafkas Dağlarında kar hiç eksik olmazmış. Benim çocukluğum Kafkas Dağlarının eteklerinde geçti. Kafkas Dağları çok sarp ve yüksek kayalıklardan oluşur. Sert ve soğuk havasına rağmen insanı sabırla büyüten olgunlaştıran rüzgârları vardır. Kafkas kartalı Şeyh Şâmil’in ve Hacı Murad’ın ruhları bu yüce dağlardan yükselmiştir ötelere…

Önce babam gelmiş buralara, üniversitesini bitirdiği gün Gönül Dede babamı çağırmış:

“Evlât!” demiş; “Kafkaslar’da kardeşlerimiz var Onlar bizim öz kardeşlerimiz gibi. Onlar yıllarca Allah sevgisinden, Peygamber muhabbetinde uzak kaldılar. Onlar Kur’ân hasretiyle, Türkiye hasretiyle yaşadılar. Oralara gitmek hem onların hem de kendi âhiretimizi kurtarmamıza vesile olacaktır.” demiş.

Babaannemlerle, dedemlerle telefonda görüşüp onların ümitlerini, kendi ideallerini omzundaki hikmet heybesinin arkasına atarak Hüdâyî Yolu’na çıkmış. Ashâb-ı kirâmın izdüşümü gibi… Tarihin derinliklerinden bugüne düşen bir dervişi gibi… Üç-beş hâl ve yol arkadaşı ile Anadolu topraklarından Hazar’a, Kafkas Dağlarının eteklerine bir çağlayan gibi akıp gelmişler. Gönülleri gibi geniş bir coğrafyada yıllardır hasret kaldıkları kardeşleriyle kucaklaşmışlar ve yılların özlemini gidermişler. Kafkasların çilekeş insanları yıllar sonra kardeş ülke Türkiye’den can Azerbaycan’a gelen bu gençleri bağırlarına basıp koklamışlar derin bir iç çekip;

“«Türk balası» kokuyor!” demişler. Sonra gözlerden süzülen yaşlar toprağa sadece bir damla gözyaşı olarak değil geleceğe atılan yüzlerce tohum olarak damlamış. Kardeşliğe, dostluğa, muhabbete dair ne varsa yüreklerde dil susmuş gönül söylemiş…

Yılların esaretinden yeni kurtulan Şeki Cuma Camii’nin minaresinden okunan yanık ezan sesleri ile yürekler Allâh’ın huzurunda secdede buluşmuş. Bu ezan, uzun bir seferin ilk muştusu olmuş. Sonra o gün babam ve dört arkadaşı küçük bir çınar fidesi bulup yeni dostları ile birlikte Kafkas Dağlarının eteklerine dikmişler ve söz vermişler:

“Biz yaşadığımız sürece bu fidanı büyüteceğiz dostluğumuz gibi, sevdamız gibi…”

Gün gelmiş kuru ekmeklerini kardeşleri ile paylaşmışlar, gün gelmiş aldıkları cüz’î paralarla öğrenciler ve ihtiyaç sahiplerine derman olmuşlar. Bazen düğün yapan bir çiftin çeyizine bir hediye almışlar, bazen yaşlı bir ananın dudaklarında dua olmuşlar… Bazen tarlada çalışan bir atanın terinde bazen de Karabağ’dan gelen şehid evlâdına ağlayan bir ananın gözünden akan bir damla kan ve gözyaşı olmuşlar…

Hem dualarıyla hem de gözyaşları ile hep büyütmüşler o gün ektikleri çınarı. Sonra bu kervana yeni katılanlar olmuş. Annem de o zaman gelenlerden babamla evlenip büyük bir teslimiyetle buralara gelmiş. Türkiye’den sadece iki valiz eşya getirmişler, bir de yüreklerindeki teslimiyeti ve engin gönüllülüğü… Bu kervandan başka diyarlara Orta Asya’ya, Balkanlara, Afrika’ya, Uzak Doğu’ya, en uzağa gidenler olmuş Selman Amca, Emin Amca gibi…

Emin Amca; sessiz, bir gece ansızın gitmiş ötelere, hem de kurban günü. Gönül Dede Arafat’ta onun vefat haberini aldığında:

“O beyaz kefeni ile aramızda net bir sûrette tecessüm etti. Ardından kül renkli bulutlara sarıldı ve; «Elvedâ!» deyip Arafat semâlarında kayboldu.” demiş.

Çok çalışır, çok hayır işlermiş. Hayırlı bir evlât olmalı ki şehid olduğu gün, Türkiye’de yağmurun çiselediği ikindi vakti, yakaza hâlindeki annesinin elini öpüp vedalaşmış. Anneciği hâlâ Emin Amca’nın o gün gerçekten geldiğine inanıyormuş.

O gün herkes çok üzüldü. Babam da çok üzüldü… Hattâ gizli gizli ağladı. Kefenle sardılar, tabutun üzerine Azerbaycan ve Türk bayrağı örttüler. Ailesinin de rızâsı ile buraya defnettik. Babam o gün;

“Aşkımızı toprağa değil yüreğimize gömdük, artık atılan sevda tohumları daha gür büyüyecek!” dedi. Biz babamla o günden beri dikilen çınarı sulamaya hep birlikte gidiyoruz. Bir gün suluyoruz, diğer gün sulamıyoruz. Bunun sebebini babama sorunca babam;

“Kızım o gün Emin Amca’n sulamalı idi. Şimdi onun yerine melekler suluyor.” dedi.

Gönül Dede geldiğinde o çınarın altında babamlarla diğer amcalar çay içiyorlar. O çınarın altında Gönül Dede’yi hep görmek istemiştim. Bu yaz ben de kardeşimle birlikte o çınarın altında olduk. Gönül Dede benimle çok ilgilendi;

“Türkiye’deki kursa götüreyim” dedi. Herkes benim ne diyeceğimi merak ediyordu;

“Ben gidersem çınarı kim sulayacak?” dedim. Gönül Dede;

“Sen biliyorsun kimin sulayacağını…” dedi; “melekler sular.”

Diğer amcalar gülüştüler. Latîfeyle;

“O daha çok küçük, büyüyünce gelir inşâallah!” dediler. İşte ben o gün anlamaya çalıştım Gönül Dede ve çınarın hakikatini.