Mülâkat

Prof. Dr. H. Mahmut ÇAMDİBİ
1945 İstanbul doğumludur.
1967’de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünden mezun oldu.
Bir süre öğretmenlik ve okul idareciliği yaptıktan sonra 1977’de enstitüye asistan olarak girdi. 1983 yılında tamamladığı Şahsiyet Terbiyesi ve Gazâlî başlıklı doktora tezi ile öğretim görevlisi oldu.
1994’te doçent, 2001 yılında
profesör unvanını aldı. Hâlen Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Din Eğitimi Ana Bilim Dalı Başkanlığını icra etmektedir.
Eserleri:
Eğitim İlkeleri ve Rehberlik,
Din Eğitiminde İnsan ve Hayat,
Din Eğitiminin Temel Meseleleri,
Din Eğitimine Giriş,
Şahsiyet Terbiyesi ve Gazâlî.
Kabiliyetleri Faziletlere Dönüştüren
İTİDAL KUVVETİ
Bu ay dosya konusu olarak itidali, dengeyi seçtik. Elbette insanın şartlar karşısında muvâzenesini koruyabilmesi, cemiyetin de zengin-fakir, avam-havas, yöneten-yönetilen gibi kanatları arasındaki dengenin korunabilmesi, eğitimden, bilhassa şahsiyet eğitiminden geçiyor. Bu vesileyle şahsiyet eğitimi alanında çalışmalarıyla tanıdığımız Prof. Dr. H. Mahmut ÇAMDİBİ Hocamızla bu çerçevede bir hasbıhâl gerçekleştirmeyi arzu ettik.
Yüzakı: Efendim, «Şahsiyet nedir?» sorusundan başlamak istiyoruz. Çünkü herkesin zihninde farklı bir şahsiyet tarifi var. Doğuştan, fıtrattan gelen özellikler, anne-babanın verdikleri ve toplumun öğrettikleri etrafında şahsiyet aslında nedir?
Mahmut ÇAMDİBİ: Evvelâ şunu bilmeliyiz ki hiçbir insan, diğerinin kopyası değil. Tek yumurta ikizleri için de durum aynı. Bu da Allâh’ın bir hikmeti. Parmak uçları nasıl farklı ise, her insanın dili de, sesi de, gözü de farklı… Çünkü her bir ferdin genetik yapısı farklı. Âyet-i kerîmede;
“Rahimlerde dilediği gibi sizi şekillendiren, tasvir eden Cenâb-ı Hak’tır.” buyuruluyor.
Bu psiko-fizik yani beden yapısı ve psikolojinin yanına sosyal etkiler yani muhitin, çevrenin oluşturduğu bütün tesirleri koyalım. Bunların hepsinin çarpımı… Dikkat edin, toplamı değil, çarpımı şahsiyeti oluşturur.
Bu konuda ferdiyet esastır. Herkes tektir, ferttir. Bu birinci esastır. Sonra devamlılık. Şahsiyet, olup-biten bir şey değil. Hep oluşuyor, unsur unsur birleşiyor, birleşiyor ama çarpım olarak birleşiyor. Öyleyse tuğla da diyemezsiniz buna, bir sıvı düşüneceksiniz, mineraller düşüneceksiniz, bunların âhenkli bir terkibi, âhenkli bir bütünleşmesi… Bir ilkemiz de bütünleşme ilkesi.
Şahsiyette ferdiyet, devamlılık, bütünleşme.
Öyleyse tarif çıkıyor yavaş yavaş. Klâsik metotta hemen tarif verilir, fakat vâkıadan sonuca gidersek tarif zaten ortaya çıkar:
Her ferdin kendine has ve muhitine has ve yegâne telâkki edilebilecek özelliklerinin birbiriyle, iç içe intibakı yani entegrasyonu, teazzuvu… Yani beden yapısı ve karakteri hepsi dâhil olmak üzere, kişinin muhitten aldığı ve verasetten getirdiği, onların bir biriyle çarpımının bütünlüğü şahsiyeti meydana getiriyor.
Yüzakı: Şahsiyette ferdiyet ilkesinin varlığı, yani herkesin şahsiyetinin kendine mahsus olması, eğitimin işini oldukça zorlaştırıyor, değil mi?
Mahmut ÇAMDİBİ: Tabiî ki. Bu kadar farklılık içerisinde biz şahsiyetleri nasıl terbiye edeceğiz? Çünkü hepsinin tepkileri farklı. Şimdi halim-selim mizaçta olan bir insanı; öfkeli, saldırgan da yapabilir misiniz? Yapabilirsiniz. Yani mizacısını bozarak yapabilirsiniz. Öfkeli, saldırgan bir insanı da mizacını bozarak halim-selim hâle getirebilirsiniz. Ama aslolan mizacı bozmak değil.
Yüzakı: Mizaç nedir o hâlde?
Mahmut ÇAMDİBİ: Şahsiyetin daha çok veraset tarafı, soya çekim tarafı ve değişmeyen niteliklerine mizaç diyoruz. Şimdi siz kişilikte değişmeyen nitelikleri bilmiyorsanız, hangisi asıldır, değişmeyen ve devamlı olacak niteliktedir ve bundan istifade ederek terbiye etmeyi bilmiyorsanız, çocuğu kötü terbiye edersiniz. Örnek verelim:
Çok faal, atak bir insanı siz kütüphane memuru yaptınız. O kişi orada mahvolur. İşadamı, tüccar, müteşebbis olacak bir insanı; pasif bir işe, masa başı bir işe soktunuz, santral memuru yaptınız. Adamı mahvettiniz demektir. Herkes kişiliğinin vasıflarına uygun terbiye edilmeli ve şahsiyetine uygun bir mesleğe yönlendirilmelidir. İşte burada da rehberlik başlıyor.
Yüzakı: Hocam, şahsiyet eğitiminde ideal nedir?
Mahmut ÇAMDİBİ: Zor bir soru o. Daha kişiliğin ne olduğunu ortaya koymadık ki! Bir kere şahsiyet dediğimiz o her ferde has özellikleri, geniş olarak tanımak lâzım. Zekâ özelliklerini, sosyal özelliklerini, sosyal zekâsını, akademik zekâsını… Ama bu ölçülenler de ham yetenektir. Henüz olmuş, kendini tamamlamış, bir meleke hâline gelmiş değildir. Yetenektir. Onu hem dıştan, hem içten terbiye ile bir meleke hâline getirmek… İşte bu, ideal hedeftir.
Meselâ «doğruluk», ahlâkî bir prensip. Biz «doğru» söyleyen bir çocuk geliştirmek istiyoruz. «Hiç yalan söyleme!» diyoruz. Çevre olarak ona hiç yalan da söylemiyoruz. Ama bir yer geliyor ki, çocuk doğru söylediğinde etraftan, dış dünyadan ceza alıyor. Ev ile dış dünya arasında çocuk, ikileme düşüyor.
Bu bir problem. Demek ki, eğitim müesseseleri başta aile, sonra okul ve meslek hayatı, sonra bütün çevre ve toplum eğitimden sorumludur. Ailenin verdiğini okul bozuyorsa, okulun verdiğini meslek hayatı bozuyorsa veya okulun verdiği meslek hayatına uygun değilse, çocuğa meslek hayatı nâmına çok teorik bir şeyler ezberletilmiş ve pratiğe atılınca hiçbir şey yapamıyorsa, kişi, kendindeki değerlerden şüphelenmeye; «Demek ki bende zekâ yok, ben kabiliyetsizim.» demeye başlar. Hele de etrafından birileri; «Aaa niye sen böyle yapıyorsun?» deyiverirse kişide o ikilemler ileri seviyede bir çatışmaya dönüşür. Kendi değerlerine kendi kabiliyetlerine karşı inançsızlık başlar. Kendi güçlerine inanmayınca hakikaten de yapamaz.
Demek ki, şahsiyet terbiyesinde biz çocukları eğitmek için yetişkinleri de eğiteceğiz. Ana-babayı, öğretmeni… Bunun için seminerler vereceğiz, toplantılar yapacağız. Kitap yazmak yetmiyor. Kitaptaki bilgileri yüz yüze eğitimle aktüel hâle getireceğiz. Önce veliyi, ana-babayı, sonra öğretmeni sonra mahalleyi, sokağı, cemiyeti eğiteceğiz. Seminerlerle, aklı başında radyo ve televizyon programlarıyla…
Yüzakı: Efendim, eğitilecek çocuğun, kişinin şahsiyet özelliklerini nasıl tespit edeceğiz?
Mahmut ÇAMDİBİ: İnsan dünyaya gelirken ağlamayla birlikte şahsiyetinin, kabiliyetlerinin işaretlerini verir. Sonra da sözlü olarak sorular sorar ve eline aldığı bir şeyi evire-çevire inceler veya kaldırır atar.
Biz bu işaretlerden yola çıkarak ondaki zekânın, kabiliyetlerin işaretlerini anlamaya başlarız. Tabiî iyi bir gözlemci olmamız şart… Meselâ; sosyal ilgisi çok yüksek olan çocuklar vardır. Aynı ilgiyi çevreden beklerler ve bunlar bir taraftan da inatçı tiplerdir. Çok soru sorar, çok ilgi bekler, bulamazsa ters tepkiler gösterirler. Yani birinci sınıfta herkesin şikâyet ettiği bir öğrenciyi ele alalım. Aynı çocuk anaokulunda çok uyumlu bir çocuktu. İlkokula geldiğinde daha başka beklentiler içerisinde ama bulamıyor, okulun altını-üstüne getiriyor. Niye? Sosyal alâka bekliyor. Demek ki, şahsiyette ferdiyet ne kadar önemliyse sosyal alâka da o kadar önemlidir. Bu da işin ikinci boyutu.
Dolayısıyla bütün bu boyutlara dikkat edeceğiz. Buna göre çocuk; verasetten getirdiği o imkânlar ile çevreyle etkileşerek aldığı tesirlerin çarpımından şahsiyet özelliklerini kazanır. Çıkan bu özellikler ise hep değişmektedir. Olmuş-bitmiş değildir ama farklı değiştiği için de ana-babayı, öğretmenleri, etraftaki insanları hep şaşırtır. Çocuklar devamlı bizi şaşırtır: «Niye böyle davranıyorsun?» diye hep sorarız.
İşte bu soruyu sormayacağız. Çünkü bu soru; kendi şablonlarımızı çocuğa dayatıyoruz, kendimizin aynını yetiştirmeye çalışıyoruz, anlamına gelir.
Bu ise kabul edilemez. O; ayrı bir ferttir ve ayrı bir çağda yaşayacaktır. İnsan şablona sokulmaz.
Şablon dediğimiz şey; klişedir. Belli bir değeri ezbere; «Şurada şu yapılır.» şeklinde verirseniz bu şablondur. Meselâ; «Ben konuşurken sen konuşmayacaksın, beni dinleyeceksin!» Bu bir şablondur. Bir tek ilkeyle çocuğu yetiştiremezsiniz. Bu çocuk hiç soru sormadan böyle dinler. Hâlbuki onun da mukabil soru sorması lâzım. Sorarak öğrenmesi lâzım.
Yüzakı: Eğitimciler bugün şablondan kaçayım, derken, örnek noktasını sıfırlıyorlar. Çocuğa, yetişmekte olan insanımıza örnek alacağı bir model sunmamalı mıyız?
Mahmut ÇAMDİBİ: Şablonla örnek aynı şey değil. Ferdiyetçilik bir ilke olduğu gibi, sosyalleşme de bir ilke. Aynı şekilde dengeli olmak başta olmak üzere ahlâkın değerlerini karakter terbiyesi ile alması da bir ilke… Bunların hepsini vereceğiz. Ama bunları verirken, çocuğun şahsiyetini yıkmayacağız. İşte sanat da orada zaten. O çocuğun kişiliğini, onun heveslerini, araştırma, soruşturma meylini yıkmadan ahlâk değerleriyle, ilmî niteliklerle birlikte, o kişiliği geliştireceğiz.
Yüzakı: Günümüzde çocuğun şahsiyetinin rencide edilmemesi mevzuunda da aşırılıklar göze çarpıyor. Kişiliğini yıkmamak denildiğinde hiçbir freni olmayan, uçurum da olsa istediği yöne gitmesine hürriyet tanınan bir gençlikle karşı karşıya kalıyoruz. Bu hususta neler söylemek istersiniz?
Mahmut ÇAMDİBİ: Aşırı bir hürriyet de elbette yanlış. “İstediğini yapsın, çocuktur yapar.” gibi yaklaşımlar alabildiğine bir hürriyet demek. Hürriyet de eğitimde bir ilkedir. Ama bu, alabildiğine serbestlik demek midir? Maalesef öyle uygulanıyor. Hâlbuki bunun karşısında otorite ilkesi vardır. Bu iki prensibi dengelediğimizde sevgi çıkar ortaya.
Otorite, üstün bir şahsiyete uymadır, severek itaattir. Kendinden güçlü üstün bir şahsiyete zaten tabiî olarak bağlanırsın. Sevdiğin için de o otorite olur senin nazarında. Yoksa zorlarsak o baskıdır, korkutmadır.
Hürriyet ve otorite ilkelerini dengelemeyi öğretmeliyiz: «Çocuklar; soru soracaksınız, sormalısınız ama sırayla sorun. Zamanınızı bekleyin, hemen müdahale etmeyin, birbirinize de müdahale etmeyin, kimsenin sözünü de kesmeyin, sıranızı bekleyin!» demek başka; «Fazla soru sormayacaksınız!» demek başka…
Yüzakı: Yani düzenleyerek, plânlayarak özgürlük vermek gerekiyor…
Mahmut ÇAMDİBİ: «Birbirinizin haklarına riâyet edin, birbirinizin sözünü kesmeden çok iyi dinleyici olun.» demek yetmez. Sonra da ana-baba, öğretmen çok iyi bir dinleyici olacak. Çocuğunu uzun uzun dinleyecek ve anladığını da belirtecek: «Anlıyorum, bu konu seni biraz üzmüş. Anlıyorum, sen bugün çok güzel bir gün yaşamışsın.» Şimdi bu da iletişim işte. Çocuğun özellikle çevresiyle ve annesiyle aldığı iyi bir iletişimle zekâsı müthiş gelişir.
İnsandaki bütün yetenekler hamdır. Potansiyel, koskoca bir depo. Sevgi, konuşma, anlama, öğrenme vesâire. Kullandığınızı kendi şahsiyetinizle inşa ediyorsunuz. Kullandığınız kadarını… Çok zeki olabilecek bir potansiyel, zekâsını kullanmadığı için hiç de zeki olmaz. Zekâ nasıl kullanılır? Karşılıklı iletişimle, faaliyetle. O zaman karşımıza bir de faaliyet ilkesi çıktı. Bu da pedagojinin bir ilkesi…
Şahsiyet mevzuunda sadece teorik yaklaşımlarla hiçbir şey elde edilemez. Şahsiyeti böyle çok yönlü tahlil edeceğiz. Onu pedagojik ilkelerle beraber tahlil edeceğiz ki, anlaşılsın. Yoksa teorik olarak tarif ezberleterek olmaz.
Ahlâkın tarifini ezberlediniz. Ahlâklı mı oldunuz? Hayır. Ahlâkın tarifini ezberlediniz ama içinizde ne volkanlar patlıyor, ona-buna karşı kin duyguları besliyorsunuz. Fiiliyata dökmüyorsunuz ama besliyorsunuz. Siz ahlâklı oldunuz mu? Hayır, olmadınız. O zaman ahlâk nedir? Ahlâkî karakter terbiyesi nedir? Şahsiyete bir bu taraftan bakacağız, bir de kabiliyetler yönünden bakacağız.
Yetişkinlere bakışımızda da şuna dikkat edeceğiz. Karşımızdaki insan sağlıklı bir şahsiyet terbiyesinden geçti de mi buraya geldi? Hayır, kimse bu aşamadan geçmedi. Öyleyse onlara şefkatle, merhametle bakacağız. İnsanlar ne aceleyle yargılamaya başlıyor: «Yahu bırak bu çok sinirli bir adam, bu da çok madde-perest bir adam, çok maddeye düşkün…» Peki bunun arkasında ne var? Bunun çocukluğu nasıl geçti? Bunun korkuları ne? Bunun kişiliğinde neler oldu ki, maddeyle bir güven arıyor? Konuyu güncel bir noktaya getirelim:
Bugün insanların bu kadar maddî ihtiraslarının arkasında bebeklik yıllarındaki güven eksikliği yatmaktadır. Şahsiyetin en önemli temeli, 0-6 yaş arasıdır. Bunun da en önemlisi 0-1 yaştır. Orada o emzirme döneminde çocuk sevgi ve güven içerisinde büyüyecek. Burası iyi geçmediyse, çocuk sevgi ve güveni almadığı için hastadır. Bu çocuk, sevginin hastalığını, açlığını çekiyor. Neyle dolduracak bunu? Maddî güven verecek eşyadır, toplumun itibar ettiği paradır, mevkidir. Onu da birisi elinden alırsa -Allah korusun- intiharlar başlıyor. Parasını kaybettiği zaman her şeyini kaybetmiş gibi oluyor.
Hâlbuki sevgi ve güvenle yetiştirdiğimiz bir insanın hayatında kriz olsa, her şeyi sıfırlansa. Güvenle, sevgiyle büyüdüğü için gerçekte kaybettiği bir şey yoktur. “Zaten doğduğumda çıplak gelmiştim. Şimdi tekrar yeniden kazanırım…” diyecek ruh sağlığını muhafaza edecektir.
İşte hedef; aklını çok iyi kullanan, mânevî kuvvetlerini iyi dengelemiş, yüksek duygular kazanmış, iyi bir insan, mesleğinde de kendine en uygununu geliştiren insan.
Eğitimin olmazsa olmaz iki kanunu vardır. Birincisi sevgidir. Sevgi almayan insan hastadır.
İkincisi de adalettir, dengedir. Eğitimin iç kanunu sevgi, dış kanunu dengedir.
Sevgi; onun istediği şeyleri almak, paralı okullarda okutmak değildir. Sevgi, nitelikli beraberliklerdir. Bir balıkçı kulübesinde bile fakir anne hasta, baba üç-beş balık getiriyor, onunla yaşıyorlar, ama ailede mutluluk var, sevgi var. O çocuklar çok şahsiyetli, akıllı, ahlâklı insanlar olabilirler. Öbür taraftan çok lüks bir evde yaşayan bir çocuk. Hizmetçileri var, her şeyi var çocuğun, ama çocukta ne moral var, ne bir şey. Niye? Baba, paradan başka bir şey düşünmüyor. Anne de çocuğun sorularıyla anlamlı, onunla onu geliştirecek nitelikte beraber olmuyor. O zaman çocuk, sevgisiz büyüyor.
Onunla sohbet ediyor musunuz? Yok. «Niye kırdın oyuncağını?» diye azarlıyorsunuz. Ana-babalar çocuklarına çok bağırıyorlar. Çocuklar yüksek sesi dayak gibi hissediyorlar, çocuklar yüksek sesten hoşlanmaz. Bebekler yüksek ses olduğunda uyanırlar. Ama yüksek sese alıştıktan sonra, kulak sağırlaşmaya başlıyor. Hissiyat körelmeye başlıyor.
Hâlbuki çocuklarda başlangıçta itidal var. Her çocuğun mizacında duyması, görmesi, bir şeyleri yapması itidal içerisindedir. Meselâ; doyduğu zaman doyduğunu bilir bebekler. Peki sonra niye obez olurlar? Kısmen genetik olmakla birlikte çoğunlukla yanlış beslenmekten.
Yüzakı: Peki hocam, bu dengeyi tamamlamada mânevî noktanın ehemmiyeti nedir? Siz de çalışmanızda konuyu din eğitimi ile bağlantılı olarak işliyorsunuz.
Mahmut ÇAMDİBİ: Her insanın kişiliğinin gelişmesinde inançların çok önemli bir yeri var. İnanç iki türlü: Biri kendi yeteneklerini kullanabilmeye inanç; diğeri üstün bir kuvvete, Yaratıcı’ya inanç, ahlâkî değerlere inanç.
İnancın her iki türüne de insanın gelişiminde önem vermek lâzım. Yani tek yönlü insan yetiştirmek doğru değildir. Sadece kabiliyetlerini yerine getirsin. Çok kurnaz, çok işini bilir olsun dediğimiz de kişiliği yine iyi yetiştirmiş olmayız. Nedir bunun dengesi?
Buna sosyo-moral denge denir. Yani sosyal ve ahlâkî/mânevî değerlerin dengesi. Bunların hepsi yerli yerinde olacaktır. Ailede, okulda, iş hayatında, dininde, dünyasında, her şeyinde denge olacaktır.
Aşırı dindarlık dinde yobazlığa götürür. «Ben tamamen günahsızım.» gibi bir havaya girer. «Ben her şeyiyle tam dindarım.» diyen kişi gurura-kibre kapılmış demektir. Dindarlık göstermede, riyada yarış başlar, şeytanî bir benlik başlar. İşte burada aşırıya gidilmiştir.
O hâlde dinde de, dünya işlerinde de, para kazanmada da, her şeyde denge olacak hayatımızda. Şimdi buna din eğitiminde adalet kuvveti, adalet kanunu diyoruz. Bütün prensipler buradan çıkıyor. Bu prensiplerin prensibi.
Hareketlerin, davranışların hepsinde adalete dikkat etmek sonucunda şahsiyette öyle bir kuvvet hâsıl oluyor ki, artık fıtrata dönüş başlıyor. Kâinatta her şey dengelidir. Her şey adalet içerisindedir, yerli yerincedir. İnsan da buna dikkat ettikçe onda böyle bir kuvvet hâsıl oluyor. Bu, hazır bir kuvvet değil insanda. Çocukken var ama sonra çevrenin bozuk etkileriyle bu itidal bozuluyor.
Sonra bozukluklara, dengesizliklere alışa alışa bu kötü alışkanlıklar yerleşiyor. Kötü karakterler yerleşiyor. İnsan hızdan nefret eder aslında, hızdan zevk almaz. Çocuk hızdan korkar. Çocuğu havaya atın, düşüyormuş gibi olsun ağlar. Öyleyse insan fıtratı hızdan hoşlanmıyor. Peki insanlar niye hızlı araba kullanıyor? İşte fıtrat bozulduğu için. İnsan hızlı araba kullanmaktan nefret edecek. Bunun normali bu. Zevk alıyorsa o şahsiyet bozulmuş işte. Bunları ben «Din Eğitiminde İnsan ve Hayat» kitabında yazdım.
Duygularda, düşüncede, yaptığı işlerde insan dengeyi takip edip kurabilirse, kişiliğinde bunlara dikkat ede ede adalet kuvveti hâsıl oluyor. Daha sonra rûhî, mânevî yetenekler gelişmeye başlıyor. Daha kibar, daha anlayışlı, daha düşünceli, okuduğunu anlayan, iyi anlatan bir duygu ve düşünce gelişimi başlıyor insanda. Hem zihnî yetenekleri hem rûhî yetenekleri birlikte geliştiği için bir rûhî yükseliş başlıyor. Onun için Gazâlî diyor ki:
“Adalet kanununa riâyet ettiğin zaman sende adalet kuvveti kökleşir, yerleşir. Çünkü ilâhî rûhun insana üflenmesi tesviyeden sonradır. Tesviye de denge, tâdil, düzenleme ve itidal mânâsına gelir.” Gazâlî, şu âyeti zikrediyor:
“İnsanı tesviye ettiğim/yaratılışını tamamladığım ve ona rûhumdan üflediğim zaman…” (Hicr, 29) Sonra devam ediyor:
“İnsanda bu itidal sağlandıktan sonra ilâhî tesirler ona ilham gibi gelmeye başlar.” Bu açık bir tefsirdir. Âyette geçen «Sevveytühû»nün mânâsı tâdil etmektir diyor.
Bir de Şems Sûresi’ndeki:
“Yemin olsun o nefse, onu düzenleyen, tesviye edene…” âyeti hakkında, bunun da nefsin itidali mânâsına geldiğini, o itidalden sonra kişiye fücuru ve takvâsını Allâh’ın ilham ettiğini dile getiriyor.
Fücurun, yanlışlıkların görülmesi tesviyeden sonra, dengelemekten sonra oluyor. Yani karakter terbiyesinde dengeleme, adalet ilkesi bu sebeple çok mühim. Dengelenen, itidali bulan nefis, kendi kusurlarını da görmeye başlıyor.
Fücur önce gösteriliyor, sonra takvâ. Hâlbuki insanlar iyi yaptığı tarafları çok öne çıkarırlar, yaptığı zaaf tarafları da bastırırlar veya başkalarına havale ederler, başkalarının hatalarına projeksiyon tutarlar. Hâlbuki dengelenmiş nefislerde yanlışlar görünür ve onun için kendi kendilerini kontrol eder, ilham olunur, yanlışlarını görür ve onları düzeltir hâle adım adım gelir ise işte o zaman nefis, nefs-i mülheme hâline geliyor. Bundan dolayı itidal, şahsiyette bir kavram oluyor.
Yüzakı: Yani nefis, emmâre ve levvâme mertebelerinde dengeden çok uzak büyük çalkantılar içerisinde, uçlarda geziyor, mülheme belirli bir dengelemeden sonra başlıyor…
Mahmut ÇAMDİBİ: Emmâre tabiî genel olarak nefsin yapısındaki ve yetişmesindeki o ham kuvvetlerin oluşumundaki ve yoğruluşundaki hatalardan kaynaklanıyor. Çünkü nefis bir kuvvet, içinde akıl, istekler, öfke, ham kuvvetler olarak var.
Akıl geliştirilmezse yanlışa doğru gidebiliyor. İtidalle ve doğru bir terbiye ile akıl, hikmete doğru gidiyor. Şehvetler, istekler itidal ile iffete doğru gidiyor, yani fazilete doğru gidiyor. Öfke, itidal sağlandığında şecaate doğru gidiyor. Hatalarına kör olan nefis, derece derece yanlışlarını görmeye başlıyor. Gördüğü yanlışlarla mücadele etmeye başlıyor ondan sonra. Etrafın söylediği şeylere de itibar etmeye başlıyor. Haklı ve yapıcı tenkitlere kızmıyor, onları da değerlendiriyor ama terbiye almamış nefis; kendi kendini kontrol etmiyor, başkalarının ayıplarıyla uğraşıyor, kendi zaaflarını düzeltmek yerine; «İşte falanca şöyle yapıyor, falanca komşuyla uğraşıyor…» Onların ayıplarını sıralıyor, kendisine gerekmeyen işlerle uğraşıyor ama kendi nefsindeki, şahsiyetindeki kusurları görmüyor. Onun için görmek, mücadelenin ilk adımı oluyor. Bu da itidalden sonra başlıyor. Onun için itidal, çok önemli bir kuvvet. Ama kendi başına da oluşmuyor, insan oluşturuyor. Çocukta var ama bozulabiliyor o itidal kuvveti. Onu bozmamaya dikkat etmek lâzım.
Meselâ Gazâli; “İtidali yakalayan nefis, özgürlüğe kavuşur.” diyor. Gazâlî’nin özgürlük anlayışı da şu:
“İhtiyaçları aşan istekler esarettir. Onlardan özgür olan hürdür.”
Günümüzde insanlar istekleri özgürlük olarak görüyor. Hâlbuki ihtiyaçları Gazâlî’nin tabiriyle hâcet miktarını aşan istekler, özgürlüğü engeller. Nefsin esareti budur.
Çağımızda ihtiras ateşi sardı insanları. Açgözlülük, ihtiras, insanları insan olmaktan çıkardı. Kapitalist dünya, insanlara her şeyi para endeksli ve güç endeksli olarak empoze etti, şırınga etti, tam bir afyonkeş hâlinde toplumlar, insanlar… Reklâmlar bilmem neler, bunun modası geçti, bu devirde böyle olur, diyor. Artık herkes onun peşine gidiyor. Öyle bir savurganlık var ki şimdi. Arkasından kapitalizm mallarını satıyor, dayatıyor işte. Savurganlık; «Bunun modası geçti. Araba üç sene kullanılır, üç sene sonra bunun modası geçti, haydi yenile!»
Bu sefer dinî inançların filân da modası geçti oluyor. Onları da kaldır at, telkinleri geliyor!
Şahsiyetin gelişiminde ilkelere riâyet edilmezse ortaya çıkan neticelerden hepimiz şikâyet ediyoruz. Ama bu yanlışları da yapıyor insanoğlu, devamlı da yapacak. İdeal çok yükseklerde. İş, oradan ayrılmadan yanlışları görüp düzeltme meselesi.
Yüzakı: Şahsiyet terbiyesinde; «Ben bir muallim olarak gönderildim.» buyuran Fahr-i Kâinat Efendimiz’den misaller alabilir miyiz?
Mahmut ÇAMDİBİ: Elbette. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; şahsiyet eğitimi için en mühim düsturları bizlere sunuyor.
Meselâ işte ferdiyet ilkesi ve kabiliyetlerin çeşitliliği; “Herkes ne için yaratılmışsa ona kolaylaştırılmıştır.” buyuruyor.
Rasûlullah Efendimiz, etrafındaki her insanın neyi kolay yaptığını, neyi iyi yaptığını bilirdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’nin anahtarlarına sahip Osman bin Talha hakkında;
“Bırakın, onda kalsın, o ehildir.” buyuruyor. İbn-i Abbas ve Enes bin Mâlik gibi hem âlim, hem vali insanlar var. İki-üç vasıf bir kişide birleşebiliyor. Ama bazı yerde de gencecik bir adamı ordu kumandanı yapıyor. Demek ki, onda o ehliyet var. Yaşa da bakmıyor orada. Yetenekler çocukta işaretini verir. Onunla iletişim kuran kişiler, bunu zaten anlarlar.
Efendimiz’in hayatından benim çok hoşuma giden, her yerde anlattığım Enes örneğini sizlerle de paylaşmak istiyorum:
Enes -radıyallâhu anh- küçük yaşlardayken Rasûlullâh’ın Medine döneminde Rasûlullâh’a hizmet ediyor. Bir gün Rasûlullah Efendimiz;
“–Yâ Enes, haydi git, şunu al!” buyuruyor. Enes ise;
“–Vallâhi gitmem yâ Rasûlâllah!” cevabını veriyor. Gerisini şöyle anlatıyor Hazret-i Enes:
“İçimden geçirdim ki, Rasûlullah bir daha söylese aslında gideceğim. Ondan sonra çıktım, arkadaşlarımla oynamaya gittim. Biraz sonra baktım ki, biri kafamdan tutuyor, döndüm baktım Rasûlullah ve gülüyordu;
«Enesçik, haydi git!» buyurdu.
«Peki yâ Rasûlâllah!» dedim ve o söylediği işe gittim.”.
Öyle bir hadis ki bu. Burada tam bir edep var. Edebin ve karakter terbiyesinin esasları burada:
1. Çocuklar 8-10 yaşlarında olsun, öncesinde olsun, yetişkinlerin sevgi ve alâkasını bekler. «Yapmam!» demesi; «Benimle biraz daha alâkadar ol!» demektir. Efendimiz bir müddet sonra tekrar ilgileniyor: «Haydi Enes, haydi git!» diyor ve netice alıyor.
2. Enes, arkadaşlarıyla oyun oynamaya gidiyor. Çocuğun o anda projesi oyun oynamaksa o an onun için aktüalite ilkesi oyundur. 12 yaşına kadar çocuğun gerçeği oyundur. Demek ki, kendi dünyasında çocuğun aktüel ihtiyaçlarını tam karşılayacağız ve anlayış göstereceğiz.
3. Rasûlullah; «Niye böyle yaptın?» demiyor. Ama bir daha tekrarlıyor. Oyun imkânını veriyor, anlayış gösteriyor ve başını okşuyor. Bu, çocuğu rahatlatan bir şey. Enes, görmek istediği alâkayı tekrar gördü. Hem fizikî olarak başı okşandı hem sözlü olarak, güler yüzle, tatlı dille; «Haydi Enesçik git!» hitabını duydu.
Burada bütün pedagojik unsurlar iç içe. Sevgi ve alâka, fizikî olarak dokunması, başını okşaması, yüzünün gülmesi, «Enesçik» demesi, «Haydi git!» diye emri bir daha tekrarlaması; bütün alâkaları topluyor. Enes de; «Peki, yâ Rasûlâllah!» dedim ve gittim, diyor.
İşte pedagoji bu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in o üstün ahlâkının, edebinin mükemmelliği de burada. Karşısındaki çocuğun bütün ihtiyaçlarını keşfediyor ve uyguluyor.
Dinî eğitim de aslında budur. Sûre ezberletmekten ibaret değildir. Çocuk konuşmaya başlamazdan önce yeni doğmuşken daha kulağına ezan okunurken, ismi konurken onun mânevî eğitimi başlıyor. Ondan sonra helâl yedirilmesiyle, ana-babanın helâl kazancıyla, sevgisiyle, çocuğu anlamakla, çocuğun ihtiyaçlarıyla, her söz ve fiille din eğitimi devam ediyor.
Meselâ; «Allahaısmarladık, Allah bizimle beraberdir, Allah bizi görüyor, Allah bizi seviyor, Allah iyi insanların yardımcısıdır, Allah kötüleri sevmez…» Bütün bunlar din eğitimidir. Çocukla konuşurken bu sözleri kullandıkça çocuk dikkat ediyor. Zengin bir Türkçe ile konuşun, çocuklar anlıyor ve öğreniyor.
«Allah, kimi sever? İyi insanları sever. Çocukları çok sever, çünkü çocuklar iyidir.» Ne yapıyoruz? İyilik telkin ediyoruz. Bu bir tarafı, diğer tarafı da iyilik modeli oluşturmamızdır. Çocuklara vereceğimiz esas terbiye, ana-babanın ve çocuğun çevresindekilerin iyilik modelleri oluşturmalarıdır. Burası önemli. Öyle uzun uzun nasihatlere ihtiyaç yok. İyilik modeli oluşturun, o iyilikleri zaten çocuk yapar. Çocuğun fıtratı zaten temizdir. Çocuk zaten iyiliklere daha yatkındır. Kötülükler de onun için ârızîdir. Onun için Kur’ân da iyilikleri hep öne alır, iyilikleri anlatır, iyiliklerle kötülükleri giderir.
Çocuğu kötülüklerden korumak esastır. Ama aşırı koruyuculuk da yanlıştır. Yine denge lâzım. Korurken, faaliyet içerisinde, arkadaşlık içerisinde, çevre içerisinde iyi örnekleri koyacak şekilde bir koruma. Yoksa çocuğu çevreden mahrum ederek, bir yere hapsederek koruma yanlıştır. Önce iyi bir çevre oluşturma meselesi önemlidir. İyi bir aile çevresi, iyi bir okul çevresi, iyi bir fizik çevre.
Yüzakı: Çocukları iyiliklerle kodlayıp, kötülükten hiç etkilenmeyecek hâle getirmek mümkün mü?
Mahmut ÇAMDİBİ: Güzel bir soru. Elimizden geldiği kadar. Yani biz kötülüklerden etkilenmeyecek şekilde iyiliklerle teçhiz edilmiş güçlü insanı yetiştireceğiz. Güçlü, akıllı ve edepli insanı yetiştireceğiz. Çünkü akıllılık, edepliliktir aynı zamanda. Nezaket, akıllılıktır. Edepsizlikler de Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarından mahrumiyettir. Çünkü o edeple insan, güzellikleri öğreniyor. Ondan mahrum kalırsa şeytanî ve kötü şeylere doğru gitmeye başlıyor. Allah korusun.
Yüzakı: Genellikle çocukluktan itibaren başlayan şahsiyet terbiyesinden bahsettik. Erken yaşlarda iyi bir şahsiyet terbiyesi alamamış kişiler için çare yok mu, hocam?
Mahmut ÇAMDİBİ: Çareler var. Meselâ Maslow; “Sevgisiz kalmış bir insan hastadır. Yaptığım araştırmalarda bunu gördüm. Bu hastaya tekrar sevgi verildiği zaman o hastalık iyileşir.” diyor. Ama hastalığın iyileşmesi çok uzun sürüyor. Yirmi sene sevgisiz büyümüş bir insanı ele alalım. Girdiği yeni çevrede sevgiyi öğrenecek. Yani yeni yeni konuşmayı öğreniyormuş gibi.
Çocuklukta sevgi ve güven içerisinde, iyiliklerle yetişememiş kişiler, yetişkinlikte aynı iyilik, sevgi atmosferine ihtiyaç duyarlar. Sevgi ortamında uzun sürede tedavi olabilirler. Eğitim çalışmaları, seminerler, mekân değişikliği, çevre değişikliği, seyahatler ile şahsiyetin ileri yaşta ıslahı için netice alınabilir. Zor ama mümkün.
Tasavvuf da zaten bu. Tasavvuf bir nefis terbiyesi. Örneği hazırlıyor. Günahkâra değil günaha düşman oluyor. En günahkâra da; «Gel!» diyor. Ümitsizlik yok.
Seminerler demişken günümüzde şov yapan, herkesi dolduruşa getirerek; «Sen her şeyi yaparsın!» telkinleriyle insanları hırslandırarak sonuç almaya çalışanların faydası yok, zararı vardır. Her insanın yatkın olduğu kabiliyetler ayrıdır. «Her insan her şeyi yapar.» demek kabiliyetleri inkârdır.
Yüzakı: Okuyucularımıza şahsiyet terbiyesi konusunda son olarak ne söylemek istersiniz?
Mahmut ÇAMDİBİ: Bu bilgilerin kitaplarda, dergilerde nazarî olarak okunması yanında mutlaka seminerlerle, faaliyetlerle desteklenmesi şart. Eğitimin yetişkinlerde, anne-babalarda sürdürülmesi şart. Hepimiz eğitimin içindeyiz. Hepimiz birbirimizi eğitiyoruz. Bunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
Yüzakı: Hocam çok teşekkür ederiz.
Mahmut ÇAMDİBİ: Ben de teşekkür ediyor, başarılar diliyorum.
GAZÂLÎ’DE ADALET KANUNU*
Adalet kanununu ile ilgili âyet-i kerîmeler:
“Onlar ki infak ettikleri vakit israf etmezler; cimri de davranmazlar; ikisi arası giderler.” (Furkân, 25/67)
“Elini boynuna asma (cimri olma) ve büsbütün de açıp israf etme…” (İsrâ, 17/29)
Bütün meşrû işlerde, davranışlarda aşırılığa kaçmadan itidalle, orta yollu hareket etmek adalet kanunun gereğidir.
Gazâlî’nin şahsiyet anlayışında ulaşılacak hedef, vasattır (orta yoldur). (İhyâ, III/55)
Gazâlî; adaleti akıl kuvveti vasıtasıyla şehvet ve gadabın çarpıştırılması sonucu ortaya çıkan durum (İhyâ, III/10) veya sırât-ı müstakim, işlerde ifrat ve tefritin ortası, orta yol (el-vastu’l-hakîkî) mânâsına kullanmıştır. (İhyâ, III/62)
“Adalet, eşyayı kendilerine mahsus olan yerlerine koymaktır.” (el-Erbaîn, trc. 147)
“Adalet, hayatın her konusunda, her yerde geçerli ve uyulması gereken bir kanundur. Nefis kuvvetlerinin her birinin kendilerine mahsus yerlerinde bulunmaları; yerlerini, sınırlarını geçmemeleri gerekir. Bu kuvvetlerin itidali, aklın emriyledir.”
“Nefis; akıldan yardım ister, gazabın kızgınlığıyla terbiyelenir. Gazabı, şehvete musallat eder ve birinden diğeri aleyhine yardım görürse, yani bazen gazabın taşkınlığını ve mertebesini -şehvete tedricen muhalefetle- azaltmak bazen gazabı ve kızgınlığını şehvet üzerine musallat kılıp şehveti kahretmek ve şehvetin gerektirdiği şeyleri kötülemekle nefsin kuvvetleri itidale kavuşur ve ahlâkı güzelleşir.” (İhyâ, III/6)
“Kalbin tâdîli, dengelenmesi âzâların bütün hareketlerinde adalet kanunu çerçevesinde hareket etmesiyle olur; çünkü el kalbe ulaşmaz ki kalbin tâdîli düşünülsün ve kalpte eğrilik bulunmayan düzgün ve doğru tarafı eşit olan bir şekil meydana gelsin. Kalpteki tâdîlât, ancak organlar ve organların harekâtında yapılacak tâdîlât vasıtasıyla mümkün olur. İşte bunun için dünya âhiretin tarlasıdır. Ölümle tâdil yolu kapanır. Zira kalbin âzâlarla olan alâkası kesilir. Âzâların harekâtı, hattâ düşüncelerin hareketleri adalet ölçüsü ile ölçülmüş olursa kalpte adaletli ve doğru bir şekilde meydana gelerek hakikatleri gerçek ve doğru sıfat ile kabullenme istîdâdına sahip olur. Nasıl ki temizlenmiş ve cilâlanmış bir ayna, karşısına konan cisimlerin görüntüsünü tam olarak gerçek şekliyle verecek istîdât kazanmış olur.” (el-Erbaîn, trc., 147)
Böyle hareket ederek bütün hareketlerde sağlanan adalet, kalbi yükseltiyor ve hakikatleri olduğu gibi anlama istîdâdını hazırlıyor.
Adaletle davranmak, bütün kuvvetlerde adalet kanunu uygulamak, sırât-ı müstakimde ilerlemenin gereğidir. Ancak bu çok güçtür. İstikametin güçlüğünden dolayıdır ki her gün on yedi defa Fâtiha Sûresi’ni okurken;
“Allâh’ım! Beni sırât-ı müstakimine hidâyet et.” (Fâtiha, 6) diye dua etmek vacip olmuştur. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“«Emrolunduğun gibi doğru ol (istikamet et).» (Hûd, 112) âyeti beni kocatmıştır.” buyurdu. Doğru ve orta yolda istikamet çok zordur. Fakat insan tam mânâsıyla istikamet edemese de, istikamete yaklaşmaya gayret etmelidir. Kurtuluş isteyen bilmelidir ki, kurtuluş ancak sâlih amellerle mümkündür. Sâlih ameller ise güzel ahlâktan doğar.” (İhyâ, III/62)
* Mahmut ÇAMDİBİ, Şahsiyet Terbiyesi ve Din Eğitimi, İstanbul, 2008, Çamlıca Yayınları, 193.