Hâdiseler Karşısında; GERÇEK İTİDAL

H. Kübra ERGİN
hkubraergin@hotmail.com

Kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprünün üzerinden nasıl geçilir?
Hele de ayartıcı dikenlerin uzandığı bir ateş çukurunun üzerine kurulmuşsa…
Böyle bir köprüden aceleyle, heyecanla, dikkatsizce geçilebilir mi?
Yaşamakta olduğumuz dünya hayatı da; inişi, yokuşu, kayganlığı ve çeşitli tuzaklarıyla tam bir sırat köprüsü değil mi?
Her an şeytanî çengellerle çelmelendiğimiz, nefis çukuruna yuvarlanma korkusuyla, titrek adımlarla yürüdüğümüz bir köprüden başka nedir ki şu dünya yolu?
Bilhassa dünya hayatının sonunda «Selâm yurdu»na selâmetle varmak isteyenlerin son derece ölçülü adımlarla yürümesi gereken bir köprü değil midir dünya hayatı dediğimiz yol?
Mademki dünya hayatı bir sırat köprüsüdür o hâlde bu köprüyü selâmetle nasıl geçelim?
Tehlikeli bir köprüyü geçerken atacağımız her adım ölçülü olmalı ki yolun en emin kısmından, «sevâe’s-sırat» olan tam ortasından gidelim; (Sâd, 22) ölçüsüzlükle tehlikeli sınırlara yaklaşmayalım. Bunun için de her adımımızı düşüne-taşına, ölçe-biçe, ılımlılıkla atalım. Tıpkı Peygamberlerin yaptığı gibi:
“Îtidal, teennî, hâl ve gidişçe iyi olmak, peygamberliğin yirmi dört cüz’ünden biridir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 2/4776; Tirmizî, Birr, 66/2010; Muvatta, Şaar, 17)
Yolun tam ortasından gitmek, itidalli ve teennîli olmak nasıl davranmakla olur?
Kavramların İslâmî muhtevasının doğru düzgün bilinmediği günümüzde bazen ılımlı ve ölçülü olmak, asıl amacından çok uzak bir şekilde yorumlanabiliyor. Meselâ bir katliam karşısında haklı olarak üzüntü ve öfke ifade edenlere; «heyecanlı ve hissî davranıyorsunuz, biraz mûtedil olun» denilebiliyor.
Kötülüklerden nefret duyan, emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker vazifesini yerine getirmek isteyenlere; «ılımlı ve hoşgörülü olun, aşırılık yapmayın» deniliyor. Buna karşılık heyecanlı bir kesimden de; «İtidalli olma çağrısı, insanları sürü hâline getirmek ve pasifleştirmek için bir değnek hâline gelmiştir.» itirazları yükseliyor.
O hâlde itidalli, ılımlı, dengeli olmanın İslâmî literatürdeki karşılığı nedir; itidali nasıl anlamalıyız?
Bu yönde düşünce dünyamıza bir katkı olarak Kur’ân-ı Kerim’de yer alan; «sevâe’s-sırat», «sevâe’s-sebil» terkiplerini ve terkipteki; «sevâ’» ifadesini incelemek istiyorum.
«Sevâ’» kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de çoğu yerde; «aynı, eşit» mânâlarında, bazen olumlu bazen olumsuz yönde kullanılıyor:
“Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen kimseler ile bir/eşit mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Câsiye, 21)
Bu mânâda olmak üzere «eşit haklara sahip» (Rum, 28); «eşit statüde olarak» (Hacc, 25); «eşit durumda» (Nisâ, 89) gibi ifade kalıplarında da «sevâ’» ifadesi kullanılır.
Bir yerin ortasından bahsedilirken de her iki yandan da eşit derecede uzak olduğu için «sevâ’» deniliyor. Meselâ;
“Bir bakar onu cehennemin ortasında görür.” (Saffat, 55) âyetinde olduğu gibi.
Kelimenin bu şekilde kullanılışı «vasat» kelimesine de benzer. Vasat kelimesi de hem fizikî ortayı hem de mücerret kavramlardaki orta noktayı ifadede kullanılır. Bu sebeple Müslümanların kıblesinin tekrar Kâbe’ye çevrildiğini haber veren âyette vasat kelimesi kullanılır:
“Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki, insanlara karşı şahitler olasınız…” (Bakara, 143)
Âyetteki vasat kelimesi hem coğrafî olarak Kâbe’nin bulunduğu Mekke şehrinin dünyanın fizik ve kültür bakımından orta noktasında olduğunu; hem de ümmetin, duygu, düşünce ve fiiliyat bakımından ifrat ve tefritlerden uzak bir vasatta olacağına işaret etmektedir.
Gerçekten de birçok müfessirin işaret ettiği gibi İslâm ümmeti birbirine zıt yönde aşırılığa kaymış insanlığın uçları arasında, ılımlı bir orta noktada bulunmaktadır. Meselâ içe dönüklükte ruhçulukla aşırılığa kayan doğu ile dışa dönüklükte maddecilikte aşırılığa kayan batının arasında ılımlı bir noktada durması gibi…
Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Müslümanlara «geceyle gündüzün birbirini takip etmesi» (Bakara, 164) örnek gösterilerek ve gece ibadeti ile gündüz çalışması/cihadı arasında âdil ve dengeli olmak gerektiği işaret edilmektedir. Âyetlerde; «mizan ve adalet üzere düzenlendiği bildirilen gökyüzünün» âdil ve ölçülü olmakta örnek gösterildiğini başka âyetlerden de bilmekteyiz. (Rahman, 7-9)
Öte yandan aşırı uçlara savrulmayıp dosdoğru yolda olmanın yolu da âdil olmaktan, yani her şeyin hakkını vermekten geçmektedir. İtidal kelimesinin «adl» kökünden gelmesi de bunu tasdik eder.
Bilhassa çeşitli fikir ve inanç akımlarının tesiri altındaki Müslümanların aşırı uçlara savrulmamasının yolu, insanlar arasında yani farklı insan toplumlarının anlayışları ve kültürleri arasında adaletli olmaktan geçer. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Peygamberimiz’in şahsında Müslümanlara şöyle tembihte bulunulduğunu görüyoruz:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol; onların heveslerine uyma ve şöyle de: Allâh’ın indirdiği Kitâb’a inandım ve aranızda adaletle hükmetmekle emrolundum.” (Şûra, 15)
Gerçekten de Müslümanlar; insanlar arasında adaletle hükmederek içlerinden bir kısmının heveslerine meyletmedikleri ve yalnızca Allâh’ın kitabına güvendikleri sürece dosdoğru yolda oldukları gibi; «bir kavme olan hisleri onları adaletsizliğe sürüklediği» (Mâide, 8) anda dosdoğru yoldan sapmaya başlıyorlar.
Nitekim günümüzde itidal kelimesinin bile hâkim kültürün tanımıyla ekseriyetle; «katı mantıkçı, duygusuz, tepkisiz ve menfaatçi bir duruş sergilemek» mânâsında kullanıldığını görmekteyiz. Oysa Kur’ân-ı Kerim’de «sevâe’s-sebil» terkibi tam aksine olarak; sevilmesi gereken kişileri sevmek, sevilmemesi gereken kişilerle mesafeyi korumak bahsinde kullanılıyor:
“Ey îman edenler! Eğer Ben’im yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, Ben’im de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Oysa onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişlerdir. Rabbiniz Allâh’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i de sizi de yurdunuzdan çıkarıyorlar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da, açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa adalet üzere olan (sevâe’s-sebil) yoldan sapmış olur.” (Mümtahine, 1)
Öyleyse diyebiliriz ki itidalli olmak; behimî duygu ve heyecanlara kendini kaptırmamakla birlikte, ulvî hisleri de yerli yerince hissetmekle olur. Bir başka deyişle «hislerle mantık arasında da âdil davranmakla» itidalli olmayı başarabiliriz.
Yüce kitabımız bizi âdil ve seviyeli olmak için «doğuştan donanımlı yaratıldığımızı» bildirerek müjdelemektedir: “Sevvâke ve ‘adelek: O seni yarattı, tesviye etti ve ölçülü bir biçime koydu.” (İnfitâr, 7)
Gerçekten de insanda bulunan hisler, vicdan, gönül, akıl, mantık ve kalp birbirini adalete sevk edecek şekilde dengeleyici olarak bulunmaktadır. Yeter ki bunları yerli yerince kullanma hususunda rehberlikten faydalanalım.
İşte kıldan ince, kılıçtan keskin bir sırat köprüsünün üzerinden de ancak, hiçbir tarafa meyletmeden, son derece dengeli yürümekle geçilebilir.
Müslümanın bu dikenli, kancalı yolu felâkete yuvarlanmadan geçebilmesi, gerek iç dünyasındaki hisler, hırslar, heyecanlar, fikirler ve meyillere; gerek onların dış dünyadaki temsilcilerine temayül göstermeden; tam bir adalet ve istikametle yürümesiyle mümkün olacaktır.
Sırât-ı müstakim de budur.