Mazlumlar Kan Ağlıyor! ÂH DÜNYANIN DENGESİ!..

M. Ali EŞMELİ
seyri@yuzaki.com

Gördükçe;
Gözlerimizden kan aktı, yüreklerimiz parçalandı.
Zulmün yaptıklarının acımasızlığı, amansızlığı ve neticede kelimelere sığmayacak vahşetler, dehşetler ve felâketler…
Yaşanan insanlık dramı.
İnsafsızlığın ve katliamın en utancı, en rezili ve en cânîlerinden biri daha.
Gazze’de yapılan soykırım.
Fotoğrafta görmeye bile dayanamayacağımız acı sahneler! Çehresinde mor çilelerin donduğu anneler! Hıçkırırken sesi bile parçalanmış yavrucağızlar!
Aman yâ Rabbî!
Bunca zulmü irtikâp edenler insan mı? Onca canavarlıklar bir insanın işi mi?
Aman yâ Rabbî!
Adalet solgun, merhamet ölgün;
Milyonla kulak, kin ve zulüm şarkısı dinler,
Devranda bu yüzden kimi ağlar, kimi inler,
Son kanlı savaşlarda kimin bağrı serinler?

Dünyâyı karanlık basıyor, ver bize mehtâb,
Doğsun yeniden gündüzümüz nûr ile yâ Rab! (Seyrî)
Zalimler çabuk unutuyor. Belki de bilhassa unutuyor. Tarihin feryat ede ede anlattığı gerçekleri bir bir unutuyor. Düşünüp hatırlamıyor.
Hatırlasınlar;
Dünyada hiçbir zaman zulüm pâyidar olmadı. Öyle veya böyle ayakta durmayı zulümle sağlamaya çalışanların ayakları koptu. Bin bir kaygı içerisinde başını dik tutmanın gücünü habire zulümde arayanların kafaları baş aşağı düştü. Nice yersiz korkular yüzünden zulümle kuvvet bulmak isteyenlerin saltanatını, gün geldi küçücük bir kuvvet yok etti.
Zira zulüm;
İlâhî adalete en ters düşen ve acı azaba en çabuk dûçâr eden bir fâcia.
Hiçbir gerekçesi geçerli olmayan en kötü rezîlet.
Yüce Allâh’ın en sevmediği mel’anet.
Onun için tarihten bugüne;
Zalimler, zâhiren ne kadar refah seviyelerini yükseltseler de mânen kesinlikle iflâh olmamışlardır. Her zaman er veya geç ilâhî adalet tecellî etmiş ve onları kahr u perişan eylemiştir.
Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Biz refahından şımarmış nice memleketleri helâk etmişizdir…” (Kasas, 58)
“Birçok memleket vardı ki, o memleket (halkı), zulmetmekte iken, biz onları helâk ettik…” (Hacc, 45)
“Allâh’ın azabı onları yakalayıverdi. Bunun üzerine şiddetli bir sarsıntı tuttu. Yurtlarında yüz üstü düşüp öylece kaldılar.” (A’râf, 78)
“Zulmedenleri, o korkunç ses yakaladı ve yurtlarında diz üstü çökekaldılar.” (Hûd, 67)
“Kazanmakta oldukları şeyler, onlardan hiçbir zararı savamadı.” (Hicr, 83-84)
“Kendilerini hemen sel süprüntüsüne çevirdik!” (Mü’minûn, 41)
Nerede azdıkça azan Âd kavmi? Nasıl da hiç ummadıkları bir anda alt-üst eden bir kasırgayla yerle bir oldular!
Nerede ilâhî intikama aldırmayan Semûd kavmi? Nasıl da kendilerini en güvende sandıkları bir zamanda korkunç bir ses ve dehşetli bir zelzele ile helâk edildiler!
Nerede güç ve kuvvetine taparak kendini tanrı ilân eden Nemrut? Nasıl da cılız bir sivrisineğin karşısında perişan olup gitti!
Nerede 980 bin masum çocuğu katleden zalim Firavun? Nasıl da Kızıldeniz’in girdaplarında eyvahlar çeke çeke can verdi! Ardından bıraktığı, sadece acı zulüm hâtıraları ve bir de ilâhî ibret olarak binlerce yıl sonra bulunup da müzelerde sergilenen kuru bir ceset…
Tarihin ibret sayfaları haykırıyor:
Güç, kuvvet, her şey yalnız yüce kudretin fendi,
Nemrûd’u görmedin mi, topal bir sinek yendi.

Rabbim köleyi sultân eder, sultânı köle,
Şaşıp kalır Yûsuf’a el uzatan bu hâle!..
Bir asânın sırrında kaç ejderhâ kayboldu,
Yarıldı Kızıldeniz, Firavunlar ne oldu?!. (Seyrî)
Bu gerçeği göremeyenlere yazık!
Çünkü göremeyenler çıktıkça, hâlâ akıllanmamış zalimler ortaya çıkmakta! Kirli elleri, âkıbet itibarıyla olacaklara bakmadan mazlumlara kan ağlatmakta. Dünyadaki dengeyi gittikçe tüketmekte. Huzur ve sükûneti ifsat etmekte. Gaflet ve cehâlet bataklığında zulmün ve vahşetin en acımasızlarını işlemekte. Hem de ahmakça bir cür’etle.
Hunharca.
Azgın bir şekilde.
Kur’ân’da; «belhüm edall/hayvandan daha aşağı» diye tarif edilen bir kişilik ile.
Hiç tutukluk yapmayan bir zulüm makinesi hâlinde.
Her cahiliye devrinin ortak vasfı bu.
Vicdansızlık, acımasızlık ve akla-hayale gelmedik cinayetler.
Kız çocuklarını diri diri gömen zalimlerle diri diri yakanlar arasında ne fark var? Kundaktaki çocukların başlarını kılıçla koparan canavarla bomba bomba parçalayanlar arasında ne fark var?
Belki tek fark, modernite ambalajı. Yoksa;
Yahudilerin dünkü zalimleri neyse bugünkü zalimleri de aynı. Dün peygamberleri katletmiş olanlar bugün de aynı şekilde zavallı masumları katletmiyorlar. Dün Medine’de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in başını ağrıtanlar, bugün de ümmet-i Muhammed’in başına belâ yağdırmıyorlar. Üstelik tarih boyu Müslümanlardan iyilik gördükleri hâlde. O hunhar zalimlerin fıtratlarına kadar işlemiş zulüm hırsını ve âkıbetini şu temsil, ne kadar mânidar anlatmakta:
Şiddetli bir yağmur yağmıştır. Akan seller kocaman bir dere oluşturmuştur. Derenin bir kıyısında kendi, diğer kıyısında da yavruları kalmış olan bir akrep de çaresiz çırpınışlar içindedir. Derken anne akrep, suda keyifle seken bir kurbağa görür ve seslenir:
–Ne olur bana yardım et!
–Hayırdır ne için?
–Yavrularım karşıda kıyıda. Biliyorsun ben yüzemem. Ne olur beni sırtına alıp onlara kavuştur. Bana ihtiyaçları var.
–Olur ama seni bilirim, acımadan zehirlersin.
–Söz veriyorum, sana minnettarlıktan başka tavır içinde olmayacağım.
–Ya beni de zehirlersen?
–Yaralı bir anneyim ben. Evlâtlarıma kavuşmaktan başka kaygım yok.
–Bana zarar vermeyeceğine dair söz veriyor musun?
–Söz! Binlerce kere söz! Yemin olsun söz! Yeter ki beni karşıya geçir!
–O hâlde bin sırtıma.
Anne akrep sevinçle kurbağanın sırtına biner. Kurbağa da sağ-sâlim bir vaziyette onu karşı kıyıya geçirmek titizliği içerisinde yüzmeye başlar. Bu şekilde tam karşı kıyıya yaklaştıklarında kurbağa bakar ki, akrebin zehirli iğnesi yavaş yavaş ensesinde belirmekte. Telâşla sorar:
–Akrep kardeş, ne oluyor?
Artık karşı kıyıya nasılsa geldik düşüncesiyle akrep, içindeki sinsi niyeti açıklamaktan çekinmez:
–İğnemi hazırlıyorum!
–Ama söz vermiştin! Hem de yemin-billâh ederek.
–Ne çıkar! Şimdi de vazgeçiyorum. Söz benim değil mi; veririm de vazgeçerim de.
–Demek öyle!
–Evet böyle! Benim fıtratım bu; ısırmadan duramam…
–O hâlde günah benden gitti.
Kurbağa bu cümleden sonra ânî bir hamle ile suya dalar ve derenin dibinde gözden kaybolur. Akrep de, hiç ummadığı bu hamle karşısında derenin akıntısına kapılır. Ne kadar çırpınsa nâfile. Yavrularının gözü önünde acı feryatlarla, çaresiz pişmanlık iniltileri içerisinde boğulur gider.
Hazret-i Mevlânâ, zalimleri tanımayı sağlayan bu basiret ile âdeta o kurbağanın ağzından akrep fıtratlılara şöyle seslenir:
“Ey zulümle, kinle tanınmış, bilinmiş kişi! Artık senin mayan ve hakikatin tamamen ortada; başka bir şahide hacet yoktur!
Ayriyeten kötülükle tanınıp bilinmene ne hacet! Zaten senin içinde yığınla kötülük var. Onca zalimâne davranışların ve yakıp yandıran tabiatın her şeyi zaten açığa vuruyor.
Sen de görüyorsun ki, senin zalim nefsin; «Geliniz, beni görünüz; ben, cehennemlik biriyim!» diye her an yüzlerce kıvılcım saçmaktadır.”
O kıvılcımları saçmak da görmemek de perişanlık.
Hele hayatı akrep gibi yaşayanların sonu tamamen felâket! Çünkü ilâhî adalet, akrep gibi zulme dalanları er-geç dünyanın sırtından fırlatıp atmış ve acı bir azabın gayyâsında boğmuştur. Her zaman boğacaktır da.
Gerçek şu ki;
Zalimlerin işledikleri her zulüm, neticede kendi kötü âkıbetlerinin çukuru. Hiç kimse bir şey yapamasa da mazlumların feryâdı ve âhı, onları perişan etmeye yeter.
Zira dünyanın dengesi, sadece adalete ayarlı. Eskiler ne güzel söylemişler:
«Küfr ile âbâd olunur ama zulm ile âbâd olunmaz!»
Yani adaletli olunduğu takdirde küfür ile de olsa mâmur ve devamlı olunabilir, fakat zulüm ile asla!
Çünkü adalet de zulüm de her şeye yansıyan bir özelliğe sahiptirler. Buna göre dünyada adalet hâkim olduğunda, her yanda mükemmel bir denge meydana gelmekte, zulüm hâkim olduğunda da bin türlü dengesizlik zuhur etmekte. Devranın gidişatına yansıyan ne varsa hep bu hakikatin tecellîsidir. İşte misaller:
Adalet timsali Hazret-i Ömer’in torunu Ömer bin Abdülaziz tahta geçtiği gün bunu dağdaki çobanlar bile fark etti. Dediler ki:
–Herhâlde başımıza sâlih bir kimse padişah oldu.
–Nereden anladınız?
–Huzur ve sükûnet, hayvanlara dahî yansıdı.
Fakat Ömer bin Abdülaziz vefat ettiğinde, durum tersine döndü. Kurtlar tekrar kuzulara saldırmaya başladı. Anladılar ki;
O hayırsever, âdil ve Hak dostu hükümdar dünyadan göçtü.
Onsuz, yine adaletin şîrâzesi bozuldu.
Aynı şekilde ceddimiz Osmanlı da dünyada adaleti ikame eden bir denge ve terazi unsuruydu. O da, tarihten çekildiği gün bütün dünya dengesini tekrar kaybetti. Kıtalar yetim kaldı. Doğudan batıya nice ülkeler ve milletler yetim kaldı. Filistin yetim kaldı.
O yetimlere, türlü türlü yabancı ve yabanî zalimlerin sahiplik iddiaları, her gün daha beter zulmetti. Hâlâ zulmediyor.
Bin bir zulüm altında mazlumlar kan ağlıyor!
İç çekiyoruz;
Âh dünyanın dengesi!..
Gözümüz ıslak, gönlümüz dua hâlinde.
Ufuklara bakıyoruz.
Hazret-i Mevlânâ’nın sesi çınlıyor:
“İyi bak; bütün sıkıntılar; rahatlık, selâmet, âfiyet ve sağlığın temelidir. Dikkat et; acılar da nimetin öncüleridir.
Allâh’ın hilmi, zalim ve kātillerin cezasını bir müddet bırakır, ama zulüm haddini aşınca, onu meydana çıkarır (ve cezasını verir).”
Bunu bildiğimiz için;
Ümitsiz değiliz.
Tekerrürler manzûmesi olan tarihe bakıp anlıyoruz ki;
Yaşanan kanlı zulümlerin şiddeti, zalimlerin çöküşünü hızlandıracak. Onların helâkine dair Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in verdiği müjdelerin tecellî vakti yakın. Acı hâdiselerin feryatları, adaletli günlerin ayak seslerine dönüşmekte…
Ümitle dua ediyoruz:
Yıllarca, asırlarca süren sancıyı dindir,
Çok ağladı gözler, uzayan derdi sevindir!
Yandırma bu gurbette, yanan çünkü Sen’indir;

Yollarda gönüller, nicedir hasta ve bîtâb,
Lokmân-ı Hakîm eyle gelen günleri yâ Rab!