KILIÇ VE TERAZİ DENGESİ…

Asım UÇAROK


Müslümanları, vasat/orta/mûtedil bir ümmet olarak vasfeden Cenâb-ı Hak; hemen her sahada mü’minlere itidali emretmiştir.
Savaşta bile…
Hicrî ve milâdî yeni yıla girerken Müslümanları acı bir gündem bekliyordu: Gazze’de yaşanan insanlık dramı… Abluka altına alınmış, metrekareye beş insanın düştüğü bir şehre; havadan, denizden ve karadan bomba yağdıran bir vahşet tablosu…
İnsanın kanı donuyor… Kimileri; «Savaş bu…» diyor. «Savaş zaten ölüm demek, vahşet demek, yapacak bir şey yok!» Altmış senedir sık sık tekerrür eden bu vahşete sessiz kalınmasının sebeplerinden biri de bu savaş karşıtı romantik yaklaşım.
Savaşın başlı başına kötülük olduğunu söyleyerek savaş ahlâkından kurtulmaya çalışmak…
Hayır!..
Madem her şeyde dengeyi arayacağız burada da doğruyu düşünmeli… Vahşî örneklerinden yola çıkarak savaşı büsbütün inkâr da itidalli bir düşünce değil.
Savaşı ortadan kaldıracak şey; zulmün, haksızlığın, gadrin ortadan kalkmasıdır ki bu imtihan dünyasında mümkün görünmemektedir.
Dünyaya baktığımızda bu hakikat karşısında, Hakk’ın pusulasından uzak rotaların yine ya ifrat açıklarında şaşkın ve azgınca dolaştığını veya tefrit limanlarında karaya oturduğunu görürüz.
Bir tarafta “Bir yanağına vurana öbür yanağını çevir.” sözünde kendini bulan, yârenlere tevâzu hakikatini, ağyâre paspas olmak şeklinde sunanlar… Gandi gibi pasif direnişler… Canlıları incitmeme hassasiyeti adına ömür boyu bütün hayvanî gıdalardan uzak duracak derecede aşırılığa düşenler…
Diğer tarafta Makyevelli’den aldığı; «Maksada ulaşmak için her yol mubah!» fetvasıyla, en ufak bir vicdanî kıpırdanış duymadan ölüm makineleri ile insan avına çıkanlar… Misket bombaları, fosfor bombaları, atom bombaları, mayınlar… Hak namına buğzu, nefis adına gazaptan ayırıp kınına girecek kılıçlar değil, bunlar… Bunlar kıpırdayan hattâ var olan her şeyi yok etmeye ayarlı makineler…
Hâlbuki adı, selâmet ve barış kökünden gelen dinimiz;
Dâvânın inanç ve fikir seviyesinde ve henüz ferdî boyutta yaşandığı Mekke döneminde nice zulümlere de maruz kalındığı hâlde hiçbir mukabele hukuku getirmemiş hep sabrı, metaneti geliştirmiş;
Hicretle neticelenen baskılar sonucunda artık meselenin cemiyet plânına intikalinden sonra ise hakkın korunmasının bâtıl ile mücadeleyi zarurî hâle getireceğinden hareketle, önce müdafaa ile sınırlı harbe izin vermiş; (Hacc, 39)
Son olarak da ahlâkî ve hukukî kaideleri çok yerinde ve net bir şekilde belirlenmiş îlâ-yı kelimetullah yolunda cihadı vaz etmiştir. (Bakara, 193)
Aslolan barıştır. Mü’min şehâdeti arzu etse de, savaşı temenni etmez. Nebevî tavsiye Cenâb-ı Hak’tan âfiyet talep etmektir. İnsanlar Cenâb-ı Hakk’ın lutfu olan konuşma yeteneği sayesinde anlaşır, tartışır, ikna eder veya olurlar. Muâhedeler, anlaşmalar akdederler. Muhalefetin, görüş ayrılıklarının, menfaat çatışmalarının söz konusu olduğu yerlerde ise hak-hukuk devreye girer.
Ancak hak-hukuk dinlenmez, adalet çiğnenir, fitne, fesat, gasp, işgal, zulüm ortaya çıkarsa, onu giderecek bir mücadeleye de ihtiyaç doğar. İnsanlık tarihinin esasını oluşturan peygamberler tarihi, hakkın sesine karşı hep bir saldırı olduğunu, bu saldırıyı umumiyetle hicretin, sonra da cihadın izlediğini göstermektedir.
Savaş konusunda hakkını savunmayacak şekilde pasif/edilgen tavrı yüceltenler vardır.
“Bir yanağına vurana öbür yanağını çevir.” sözünü dillerinde zikreden Haçlılar, maalesef davranışlarıyla tarih boyunca hep saldırgan ve hukuk, vicdan, ahlâk tanımaz olmuşlardır.
Hâlbuki bu söz Yunus Emre’nin;
Vurana elsiz gerek
Sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
mısralarıyla dile getirdiği, sabır, hilm ve af hâlinin ifadesidir ki mecburî acziyette, ferdî mahiyette, kardeşlere yönelik mahfiyette ve düşmanın âciz olduğu zafer ve âfiyette geçerli bir tavırdır. Hâbil’in Kābil’e; «Sen beni öldürmek için bana elini kaldırsan da ben sana kaldırmayacağım.» deyişi; Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerini affetmesi, Peygamber Efendimiz’in pek çok kereler sergilediği, Hazret-i Ali’den de meşhur bir misalin bulunduğu, güçlü hâlde iken âciz düşmanı affetme örnekleri böyledir.
Hayat kılavuzumuz, Müslümanları; «mü’minlere karşı alçakgönüllü», «Kendi aralarında merhametli…» vasıflarıyla, terazinin bir kefesini, içe, kardeşe karşı gösterilecek tavrı gösterirken; dışa, ağyâre, düşmana gösterilecek duruşu; «kâfirlere karşı şiddetli ve izzetli» olarak tarif eder.
Fakat, fitne, zulüm, işgal… var; nasihat, tembih, ikaz, ihtar… fayda etmiyor, hakkın sahibi olanlarda da hakkı müdafaa edecek takat ve mecal varsa harp bir zaruret olur.
Fakat burada intikam hisleri devreye girebilir. Kuvveti, kuvve-i gadabiyyeyi kontrol etmek zordur. Savaşlar bir takım kıymetlerin de el değiştirdiği, Kur’ân’ın tabiriyle, şerefli kişilerin zelil duruma düştüğü olağandışı durumlar olduğu için, menfaat iştihası ve intikam gazabıyla hareket eden kişilerin, haklı da olsa haddi aşma ihtimali mevcuttur.
Bu sebeple, Cenâb-ı Hak, savaşma müsaadesiyle birlikte, adalet ve itidal emrini vermiş, haddi aşmama ikazında bulunmuştur:
“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara, 190)
Muharebe hukukunda, âyette de belirtildiği gibi savaşmayanlara yani kadın, çocuk, yaşlı bugünün tabiriyle sivillere dokunulmaması esastır. Yine savaşa katılmayan din adamlarına ilişilmez ve mâbedlere zarar verilmez.
Haddi aşmamak konusunda ne kadar titiz davranıldığına dair büyük İslâm hukukçusu İmâm-ı Âzam’dan bir görüş nakledelim. Mübâreze, Çağrı filminden de âşinâ olduğumuz, savaş öncesinde taraflardan öne çıkan kişilerin karşılaşmasıdır.
“İmam Âzam Hazretlerine göre ilk evvel bir Müslüman tarafından düşmana mübâreze teklif edilmez. Zira herhangi bir şahsı mübârezeye davet, onun hakkında bir nevî hususî bir tecavüz ve teaddî sayılabileceğinden buna İslâm adalet ve mürüvveti müsait değildir.” (Ömer Nasuhi BİLMEN, Istılahât-ı Fıkhiyye Kamusu, III/367)
Bu yüksek adalet ve mürüvvet duygularıyla mücehhez ecdadımız, Filistin’e asırlarca hâkimiyet kurdu ve kimsenin burnu kanamadı. Çekilmek zorunda kaldıktan sonra ise figan hiç dinmedi.
Ey Fâtih’in evlâdı! Senindir bu görev:
Al, hak dağıtan gürzünü tekrar eline!
Kim dur diyecek kim, şu bebek kātiline?!. (Tâlî)
Evet ecdadımızın elindeki gürz zulüm için değil adaleti sağlamak içindi.
Gücü adalet ile dengelemek konusunda Hıristiyan kültüründe de izler görürüz. Pek çok heykel, arma ve benzeri motifte, kılıç ve terazi yan yanadır. Hâlbuki gerçekler, o kılıcın teraziyi korumaktan çok, menfaat, kin, husumet kefesine bastırmakta kullanıldığını göstermiştir. Çünkü teraziyi kılıç korur, ama teraziyi kılıçtan kim koruyacaktır?
Osmanlı devlet armasının motifleri arasında ise, gürze asılı bir terazi ve terazinin altında da Kur’ân’ı ve kanunu temsil eden iki kitap görülür. İşte adaleti, taşkınlık etme ihtimali bulunan kuvvetten koruyacak güç; dinin temsil ettiği vicdan, ahlâk ve inanç ile kanunun temsil ettiği hukuktur.
Dünya bugün o terkibi ne kadar da özledi?
Hele Filistin…