Kâinat Dengesi İçinde İNSANIN YERİ

Dr. Harun ÖĞMÜŞ
harunogmus@yuzaki.com

Allah Teâlâ, bir âyet-i kerîmede ölçüyü koyduğunu belirttikten hemen sonra ölçü ve tartıda adaleti gözetmeyi emrediyor.1 Allâh’ın ölçüyü koymasını, yalnızca «alışverişte terazinin kullanılmasını insanlara ilham ve emretmesi» şeklinde yorumlamak oldukça eksik bir anlam olur. Burada ölçü ile daha çok Allâh’ın kâinatta kurduğu mükemmel nizam ve mevcudâtın birbiriyle bir saat gibi âhenk içinde çalışması kastedilmektedir. Çünkü bu âyetin öncesinde insanın yaratılıp ona konuşma kabiliyetinin verilişi, güneş ve ayın hareketlerinin bir hesaba göre oluşu, yıldız ve bitkilerin Allâh’a secde edişi, göğün yükseltilişi zikredilmektedir.2
Gerçekten de küçük bir muhakeme bile zerreden küreye kâinatta bulunan her şeyin birbiriyle irtibatlı olduğunu ve âhenk içinde çalıştığını anlamamızı sağlar. Düşünelim: Güneş, ışık vermese ve bulut yağmur göndermese yerden tek bir bitki çıkmazdı. Dünyamız kendi çevresinde veya güneşin çevresinde biraz daha hızlı veya biraz daha yavaş dönse ya da güneşe biraz daha yakın veya biraz daha uzak olsa mevsimlerin, gündüz ve gecenin oluşumu şu andakinden farklı olur ve gezegenimiz daha soğuk veya daha sıcak olacağı için menfî şartlara mâruz kalırdık. Güneş hep aynı noktadan doğup batsa ve dönenceler arasında gidip gelmese ekvatora ve kutuplara yakın yerlerde yaşamak imkânsız olur ve mevsimler oluşmazdı…
Bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Ancak maksadımız anlaşıldığı için âfaktaki (dış dünyadaki) hayranlık verici görünür âyetlerin bu kadarıyla iktifâ ederek yine baştaki sözlü Kur’ân âyetine dönüp onun üzerinde tefekkürümüzü sürdürelim: Kâinatta mükemmel bir dengenin olmasıyla alışverişteki tartıda adaletin gözetilmesi arasında nasıl bir irtibat vardır ki Cenâb-ı Hak bunları bir arada zikretmiştir? Yoksa -bâzı âlimlerin dediği gibi- Kur’ân âyetlerinin tevkîfî (vahye dayalı) olarak dizilişinin bir neticesi olarak bu iki âyet arasında hiçbir münasebet aramamalı mıyız?
Hayır! Bu iki husus arasında çok güçlü bir bağ vardır. Her şeyden önce Arap dili bakımından vardır. Çünkü; “Tartıda adaletsizlik etmeyin.” âyeti, öncesindeki; “Dengeyi koydu.” âyetinin sebebini oluşturmaktadır. Yani bu iki âyet; “Allah, tartıda adaletsizlik etmeyesiniz diye dengeyi koymuştur.” anlamına gelmektedir. Şu hâlde Arap dili bakımından bu iki âyet birbirinden ayrılmaz bir bütündür.
Kaldı ki, tüm insanlık tarihi bu iki husus arasındaki güçlü bağın şahididir. Çünkü adaletten ayrılan, doğru yoldan çıkan ve itidâli kaybederek ifrat ve tefrite düşen, değişik taşkınlıklar gösteren nice cemiyet mahvolup gitmiştir. Kur’ân, ekseriyetle ilk muhataplarının bildiği coğrafyalarda yaşayan Âd, Semûd, Medyen, Lût, Firavun kavmi ve Sebe gibi bazı toplulukların ibretâmiz kıssalarını bize aktarmaktadır.
Yalnız tarih değil, Allâh’ın kâinatta kurduğu denge ile insanın dengesini muhafaza etmesi arasındaki güçlü bağın günümüzden de çok açık şahitleri vardır. Ozon tabakasının delinişinin, ekolojik dengenin bozuluşunun, insanın dengesini yitirip taşkınlıklar sergilemesinden başka bir sebebi var mıdır?
Demek ki Allâh’ın kâinatta kurduğu dengeyle insanın dengesini muhafaza etmesi arasında çok kuvvetli bir bağ vardır. Nasıl kâinattaki varlıklar belli kanunlar çerçevesinde âhenk içinde hareket edip onun dışına çıkamıyorlarsa insanın da var oluşunu devam ettirebilmesi için uyması gereken kanunlar vardır. Bunları ihlâl etmesi durumunda saf dışı edilmeye mahkûmdur. Çünkü bu kadar mükemmel bir dengeyle dizayn edilen âlemde yaşayan insanın dengesiz davranmasına müsaade edilmiş olamaz.
Bu cümleler, üzerinde düşünülmeden şuursuzca kestirilip atılmış sanılmasın! Bu, gerçekten böyledir. Ancak ihlâl ettiği kanunlar neticesinde insanın devre dışı bırakılışı, tabiat kanunlarında olduğu gibi görünür bir determinizmle cereyan etmediği ve Allâh’ın rahmet ve hikmeti gereği uzun ve karmaşık bir zaman diliminde olduğu için bize öyle değilmiş gibi gelir. Meselâ tarihteki toplumların yıkılış sebeplerinin en başta geleni adaletsizlik, yani ölçüsüzlüktür. Ancak sosyal bilimlerin alanına girdiği için bir toplumun yıkılış sebeplerini «havaya atılan cisim yere düşer.» kesinliğinde tespit etmek mümkün değildir. Çünkü olayın içinde başka birçok faktör bulunabilir. Ayrıca havaya atılan bir taşın ne zaman yere düşeceği hesap edilebilir. Ancak şimdi yapılan bir ölçüsüzlüğün neticesi hemen ortaya çıkmayabilir. Meselâ bugün İsrail’in ahtapot bombalarıyla Filistinli günahsız bebekleri katlettiğini gördükçe içten içe hınçlanıyoruz ve bu katliâmı yapanların üstüne derhal bir musibet inmesini istiyoruz, hattâ zaman zaman «neden inmiyor?» diye neredeyse isyan edecek oluyoruz. Evet, böyle bir belâ belki hemen inmeyebilir. Ama bu ölçüsüzlük asla karşılıksız kalmaz, Allâh’ın belirlediği vakit geldiğinde mutlaka karşılığını bulur. Allah imhâl eder, yani mühlet verir; fakat ihmal etmez!
Bu noktada «cünüpken yere basmayı göğün yarılışına sebebiyet verecek büyük bir cinayet» olarak gören Müslüman Anadolu insanının derin irfanını hatırlayıp hayran olmamak elde değildir! Öyle ya! Allah; varlık, birlik ve kudretinin görünür âyetleri olan kâinattaki varlıkları mükemmel bir âhenk içinde yaratmış, onlarla uyumlu olacak fıtratta yarattığı insana da bu uyumu sürdüreceği programları, yani ilâhî kitapları vermiştir. İnsan, bu programlardaki ilkelere uygun davranmazsa içinde bulunduğu kâinatın âhengine de zarar verir. Nitekim vermiştir de… Çevre kirliliği ve ekolojik dengenin bozulması, hep insanın dengesiz ve sorumsuz davranışlarının neticesidir.
İnsanın ölçüsüz davranışlarına set çeken ve onu itidal sınırına çeken dindir. Dağları yerde bir denge unsuru olsun diye yaratan Allah Teâlâ3, peygamberlerini ilâh konumuna çıkaran Hıristiyanlar gibi dinde aşırılıklar sergilenmesini yasaklamış4 ve Müslümanların orta/mûtedil bir ümmet olduğunu belirtmiştir.5 Bu sebeple dinimizin ilkeleri ifrat ve tefritten uzak olup daima orta yolu tavsiye eder. Bunun en güzel örneklerinden birini teşkil eden aşağıdaki âyet meâliyle yazımıza nihayet verelim:
“Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.”6
1 Rahman, 55/7-9.
2 Bkz. Rahman, 55/3-7.
3 Nahl, 16/15.
4 Nisâ, 4/171.
5 Bakara, 2/143.
6 İsrâ, 17/29.