Vefatının 72. Yılında Millî Şairimiz MEHMED ÂKİF

Dr. Harun ÖĞMÜŞ

harunogmus@yuzaki.com

Mehmed Âkif ismi benim zihnimde bir şairden önce mükemmel bir insanı tedâî ettirir. Yok hayır, bu cümlemle İstiklâl Marşı şairimizin şairliğini -hâşâ- hafife alıyor değilim! Bununla nazmı bir araç olarak kullandığını, şiiriyyeti geri plâna attığını da îmâ etmiyorum. Bilâkis o, kelimenin tam mânâsıyla hakikî bir şairdi.

İsteseydi şairane bir coşkunlukla sorular sorup felsefî meseleleri şiire terceme edebilirdi. «Tevhîd Yâhut Feryâd» şiiri bunun açık bir delilidir. İşte bazı mısralar:

Maksûd bu hilkatten eğer mârifetinse;
Varmış mı o müdhiş görünen gāyete kimse?
Bir sahne midir yoksa bu âlem nazarında?
Bir sahne ki milyarla oyun var üzerinde!
Bir sahne ki her perdesi tertîb-i meşiyyet
Eşhâsı da bâzîçe-i âvâre-i kudret!
Cânîleri, kâtilleri meydâna süren Sen;
Cânîdeki, kâtildeki cür’et yine Sen’den!
Sen’sin yaratan, başka değil, zulmeti, nûru;
Sen’sin veren ilhâm ile takvâyı, fücûru!
Zâlimde teaddîye olan meyl nedendir?
Mazlûm niçin olmada ondan müteneffir?

Bir fâilin icbârı bütün gördüğüm âsâr!
Cebrî değilim… Olsam İlâhî ne suçum vâr?

Mülhid de Sen’in, kalb-i muvahhid de Sen’indir;
İlhâd ile tevhîd nedir? Menşei hep bir!

Maksûd: Amaç. Hilkat: Yaratma. Mârifet: Allâh’ı bilmek. Gāyet: Hedef. Tertîb-i meşiyyet: İlâhî irade tarafından düzenlenmiş. Eşhâs: Oyuncular. Bâzîçe-i âvâre-i kudret: İlâhî kudrete mahkûm olan, boyun eğen. Teaddî: Zulüm. Müteneffir: Nefret eden. İcbâr: Zorlama. Âsâr: Eserler, neticeler. Cebrî: İnsan iradesini kabul etmeyen. Mülhid: Sapkın, Allâh’ı veya dinini inkâr eden. Kalb-i muvahhid: Kulluğa yalnızca Allâh’ı lâyık gören kalp.

İsteseydi tasavvuf mazmunlarına şiirimizde yeni bir mecrâ açabilirdi. Yalnızca «Gece» şiiri bunu ispatlamaya kâfîdir. İşte ondan bazı mısralar:

Diyorlar, hep Sen’in şemsinden ayrılmış, bu ecrâmı…
İlâhî, onların bir ân için olmazsa ârâmı;
Nasıl dursun, benim bîçâre gölgem, Sen’den ayrılmış?
Güneşlerden değil, yâ Rab, Sen’in sînenden ayrılmış?
Henüz yâdımdadır bezminde medhûş olduğum demler;
O demlerdir ki yâdından kopar beynimde bin mahşer!
Tutundun kibriyâdan bir nikāb, uçtun nigâhımdan…

Ömürler geçti, Sen yoksun, gel ey bir tânecik Mâbûd,
Gel ey bir tânecik gāib, gel ey bir tânecik mevcûd!

Sen’in mecnûnunum, bir Sen’sin ancak taptığım Leylâ;
Ezelden sunduğun şehlâ-nigâhın mestiyim hâlâ
Gel ey sâkî-i bâkî, gel, Elest’in yâdı şâd olsun:
Yarım peymâne sun, bir cür’a sun, tek aynı meyden sun!

Şems: Güneş. Ecrâm: Gök cisimleri. Ârâm: Rahat. Bezm: Meclis. Medhûş: Dehşete düşmüş. Kibriyâ: Ululuk. Nikāb: Örtü. Nigâh: Bakış. Sâkî-i bâkî: Ebedî sâkî. Peymâne: Kadeh. Cür’a: Yudum. Mey: Şarap.

Evet Mehmed Âkif isteseydi bütün şiirlerini bunlar gibi, Hicran, Secde ve Leylâ gibi söyleyebilirdi. Ancak o, ecdat yâdigârı vatan parçaları bir bir elden çıkarken Kasım sayımızda işlediğimiz Yahya Kemal gibi fütûhat hayallerine sığınamaz, zihnindeki sorulara şairane cevaplar arama lüksünü gösteremez, kendi gönlündeki çarpıntıları terennüm etme bencilliğine düşemezdi.

Çünkü o, -başta da dediğimiz gibi- şair olmaktan çok, fedakâr ve diğergâmlıkta müstesnâ bir insandı. Yaşadığı devrin gerçeklerini görmezden gelemezdi. Çünkü o;

Hayır! Hayâl ile yoktur benim alışverişim!
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim!

diye haykıran kişidir.

Eğer Mehmed Âkif de şiirlerinde realist bir yol tutmasaydı ne olurdu bir tasavvur ediniz! Biz İkinci Viyana Muhasarası’ndan sonra 200 küsûr sene ric’at etmişiz. Çekildiğimiz yerlerde şu an onlarca devlet var. Haydi daha çok gayrimüslimlerle meskûn olan Tuna’nın şimâlini bir kenara bırakalım! Tuna’nın altında kalan yerlerin, Kırım’ın kaybına dair edebiyatımızda bir tek mersiye var mı? Nâfile; «Düşman almış bizim nazlı Budin’i», «Estergon Kalesi», «Tuna Nehri akmam diyor…» gibi malûm birkaç türküyü sıralamayın! Bunları küçümsüyor değilim ama 500 küsûr yıllık vatan topraklarının kaybından duyulan teessürün ifadesi bunlardan ibaret olmamalıydı!

Arap edebiyatında Endülüs şehirlerinin neredeyse her biri için söylenmiş hususî mersiyeler vardır. Türk edebiyatında ise koskoca Rumeli coğrafyası için İbnü’r-Rindî’nin Endülüs Mersiyesi ayarında söylenmiş tek bir mersiye yoktu! Şükürler olsun ki Mehmed Âkif geldi de bizi bu mahcubiyetten kurtardı. Eğer o, Balkan Harbi’nin fecâatini «Hakk’ın Sesleri»nde bugün bile kalbimizi sızlatan alevden mısralarıyla -realist tabiatı gereği teklifler ve hâl çareleri de sunarak- dile getirmeseydi yalnız şiirimiz değil, bütün sanatımız Rumeli’nin kaybına gösterdiği hissizliğin ağır vebali altında kalacaktı.

O; «Hakk’ın Sesleri» ve «Bülbül» gibi şiirlerinde kayıplarımızı dile getirirken, aynı zamanda tâ Almanya’dan Çanakkale mücahidleriyle birlikte saf tutarak daha zafer kazanılmadan «Çanakkale Şehidleri»nin müjdecisi;

Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!

beytiyle başlayan destanî mısralarını söylemiş ve o zamandan millî şairimiz olmayı hak etmiştir.

Milletimizin yaşadığı acı-tatlı her şeyle bütünleşen ve Çanakkale zaferiyle başlayan yeniden kuruluşun destanını söyleyen şair olarak Türkiye’nin en büyük sîmâlarından biri olan Mehmed Âkif merhum, İstiklâl Marşı’nı «Safahat»ına almamakla da çok isabetli bir karar vermiştir.

Gerçekten de o ne muazzam bir şiirdir! Âdeta Mehmed Âkif’in dilinden değil, bütün bir milletin gönlünden dökülmüş, onun değerlerini terennüm etmiş, böylece bayrak gibi Türkiye’nin gönül birliğinin vesikalarından biri olmuştur. Bu itibarla milletimizin müştereklerinden biri olan ve;

Cânı, cânânı bütün vârımı alsın da Hudâ
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ

demişken hayatında vatan-cüdâ olarak zaten kâfî derecede sıkıntı çeken Mehmed Âkif’e ölümünden sonra da değişik mülâhazalarla sağdan-soldan dil uzatılması, her şeyden önce milletin gönlünü yaralar.

Bazıları da aruzla diyaloglar yazdığını söyleyerek onu yalnızca bir nazım üstadı gibi takdim edip sanatını hafife alma temâyülünü gösterir.

Vâkıa şiirlerinin bazı kısımları yalnızca diyaloglardan oluşmaktadır. Ancak böyle olduğu için Köse İmam, Seyfi Baba, Küfe, Said Paşa İmamı gibi muazzam bir kültür de ihtiva eden manzûmeler şiir sayılmamalı mıdır? Diyalogların da bulunduğu bir hikâye olan «Kocakarı ile Ömer»i gözleri yaşarmadan okuyabilen kimse, gerçekten sağlam kalpli bir babayiğit (!) olmalıdır.

Doğru bildiği yoldan asla dönmeyen hakperest bir insan ve gerçek bir sanatkâr olan millî şairimiz Mehmed Âkif’i vefatının 72. yılında rahmetle anıyorum.